Güncelleme Tarihi:
MELİKE BİRGÖLGE
Corona, öncelikle sanatı, her şeyi, herkesi durdurdu. Size öğrettiği neler oldu bu durdurma sürecinde?
2021’de kırk beş gün corona, peşinden iki ameliyat geçirdim. Bu zorlu mücadele esnasında; ülkemin, ailemin, dostlarımın, meslektaşlarımın tavırlarını ve samimiyetini ölçmek için iyi bir fırsatım oldu. Fırtınadan gemim epey hasar gördü ama güvertede pislik hemen hemen hiç kalmadı. Kendimi ve çevremi bir arıtma sürecinden geçirdim ve netice şaşırtıcı oldu.
KÖPRÜLERE KARŞI İNANILMAZ BİR İLGİM VAR!
Pandemiye kadar ve hatta bir süre daha oyunculuk dersleri verdiniz.
Ben yirmi beş yıldır ders veriyorum Türkiye' de, Avrupa’da, Güney Amerika' da. Bu tutkumdan asla vazgeçmedim. Kendimi bir köprü gibi görüyorum. Köprülere karşı inanılmaz bir ilgim var. Onlar sayesinde savaşlar kazanıldı ya da kaybedildi. Her gün Boğaz’dan geçen ya Avrupalı ya da Asyalı olur, köprü sayesinde. Köprü kenetler, birleştirir, ulaştırır. Bilgi köprüsü olmak bir kıtadan diğer kıtaya insanları bir araya getirmek kadar önemlidir. Aydınlığın yolu köprülerden geçer.
Adaylara verdiğiniz oyunculuk derslerini ve her şeyi durduran corona, sizi durdurmadı. Bu kez de iki aydır her gün sabah erkenden akşama kadar, dağ yamaçlarında fındık topladınız. Sırtınızda sepetlerle, çuvallarla taşıdınız. Oyuncu Ergün Demir’i fındık toplarken görenler ne diyor, neler söylüyorlar?
Bir Afrika atasözü der ki; nerede olduğunu bilmiyorsan, nereye gideceğini bilmiyorsan, nereden geldiğini hatırla. Doğduğum evde tatlı bir yorgunluk ile uzanıp huzurlu bir yorgunluk ile uyanıyorum. Annem Arjantin’de canlı yayında katıldığım dans yarışması esnasında bana sürpriz yaparak ayağıma kadar geldi ve o ayaklara nasıl kapanıp öptüysem bu kez 2019 ve 2020’de pandemi sebebi ile onlardan mahrum kaldıktan sonra ben ayağına gittim. Tam da fındık hasat dönemine isabet etti. 50 gün yamaçlı ocaklardan fındık topladım. Kimi zaman ayağım kaydı, düştüm. Çamurlu arazilerde uzun mesafeler boyunca mahsullerimizi sırtımda taşıdım. Şimdi ise fındık kurutma aşamasındayız ve birkaç gün sonra misyonum bitmiş olacak. Bu süreçte, ‘Ne hallere düştün dostum, film çekip kız öpmek mi zor, fındık toplamak mı?’ gibi cümlelerle beni ti’ye alanlar oluyor. 80 yaşına dayanmış babama, 71 yaşında olan anneme gösterdiğim ilgi, alkış ve takdir topluyor. Vefa benim olmazsa olmazlarımdandır. Hayatım boyunca çalışırken beni üzen bazı işverenlerim olmuştur. Ama ben asla içtiğim çorbaya tükürmedim.
Karadeniz’in geçim kaynağı olan ve her yıl Ağustos ve Eylül’de yapılan, 1,5 - 2 ay süren bu süreç için söylemek istersiniz?
Fındık, Karadenizli insanlarımızın en önemli geçim kaynaklarındandır. Allah onlara kolaylık versin. Sabah namazından sonra bir lokma yiyip akşam 19:00’a kadar kimi zaman, abartmadan söylüyorum, 60 derece yamaçlı arazilerden fındık toplamak, sırtında kırk kilo yük, iki kilometre boyunca dağ tepe taşımak ve bunu günde en az beş defa yapmak güç, sabır ve inanç ister. Tevekkül olmasa Ortaçağ’ı aratmayacak bu eziyete kimse ama kimse katlanamaz. Fındığın kilosu 23 TL, altının kilosu 500.000 TL.
Hikâyeniz Karadeniz’de başlıyor. Aklınıza gelen ilk kare ne?
Karadeniz deyince ilk aklıma dedem Hamit gelir. Yüce Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet döneminde Tepeköy köyümüze atanan ilk eğitmendir. Kendisi çok sevilen ve Giresun’a kadar ulaşan bir saygınlığı vardı. Hayatımın ilk rehberi, kılavuzu oldu. Henüz üç yaşındayken bir sonbahar gecesi çatımız çinkodan oluşan çok mütevazı bir evin üzerinde şiddetli bir yağmur yağıyordu sanki. Yağmur mermi gibi, içeride ağlamakla yas günlerini aratmayan kalabalığı dağıtmak ister gibiydi. O geceyi asla unutamıyorum. O günden beri ne zaman şiddetli bir yağmur olursa ben pek fazla uzakta olmam. Ertesi gün şafak belirirken, yıl 1973 Tepeköy köyünün sarp yamaçlarından, teyzemin sırtında, yavaş yavaş ovaya, Yağlıdere kasabasına iniyorduk. O zaman nerede elektrik, nerede yol, nerede araba... Hedef otobüs ile İstanbul, oradan adı Fransa olan, bilinmez bir gavur memleketine gitmek. Otobüs seyahati ve yağmur kalbimde müstakil yerlerini bu yüzden korurlar.
ÇEVREMİZDEKİ BEŞ KİŞİNİN ORTALAMASIYIZ!
Giresun’da doğmuşsunuz. ‘İnsanların ruhu doğdukları yerin iklimine benzer’ derler. Siz de Karadeniz gibi dalgalı mısınız?
Giresun’a bağlı Tepeköy’de doğdum. Daha bir yaşımdayken öğretmen babam Urfa’ya atanmış. Dayım Macit; annem, abim Ayhan ve kız kardeşim Nurhan ı alıp bizleri babama götürür. Öğretmenlik maaşı ailesini geçindirmeye yetmediğini anlayan babam 1972 yılında Fransa’ya işçi olarak gider. Bir sene sonra bizleri yanına alır. Hayatımı bir göçebe gibi yaşadım, kıtalar arası. Karakterim bu melting-pot kokteyl kültürü ile oluştu diyebilirim. Bir filozof, ‘Çevremizdeki beş kişinin ortalamasıyız’ der. Çevremdeki bu beş kişi sürekli değiştiği için neye benzediğimi henüz kestiremedim. Böylesi de daha iyi sanırım. Sorununuza dönmek gerekirse Karadeniz bana bir şeyler fısıldamış olsa da kulağıma, erişme fırsatı vermedi hayat.
ADALETSİZLİK BENİ ÇIĞRIMDAN ÇIKARABİLECEK TEK SENDROM!
Neler sizdeki durgun denizi dalgalandırır peki?
Adaletsizlik beni çağrımdan çıkarabilecek tek sendrom diyebilirim. Eşitlik hiç olmadı. Adem - Havva’dan bu yana insan türü yok olana dek bu değişmeyecek. Ancak liyakatın yerini bulmaması örneğin isyan duygularımı tetikleyen unsurlar. Dünyayı yöneten toplumlar, medeniyetlerinin çimentosunu, iyilerinin galip gelmelerini sağlayacak bir düzen üzere kurdular. Öfkelenmem için erkenden kalkıp, epey gayret sarf etmek gerekir ama herkes gibi benim de bir sabır sınırım var.
Fransa’da çocukken okulda, sınıfınızda bir kitap öneriyorsunuz. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i. Neydi o kitapta sizi çeken ve dünya insanlarının da okumasını isteyecek, sağlayacak kadar?
‘İnce Memed’ kitabını; Çukurova’yı, Anadolu’yu, ülkemi çok iyi anlatan bir kesit olarak gördüm ergenlik günlerimde. Erken yaşta Türkiye’mi doğru ama her halükarda ne olursa olsun anlatmak gibi bir dert, misyon edinmiştim kendime 1980li yıllarda. Fransızlar haritada size konumlandıramazdı İstanbul’u. Arapça konuşan, deve ile seyahat eden, arkasından düzine ile kapalı çarşaflı kadınlar sürüsü ile yürüyen toplum olarak görüyorlardı bu önyargılı insanlar. Gece yarısı Ekspresi filmi bu karalama politikalarının tuzu biberi oldu. Çok sert bir anti Türkiye, ‘Avrupa’nın hasta adamı’ diye adlandırdıkları bir ülkeye dönüştürmüşlerdi bizleri. Bu, yıllarca ağrıma gitti. Ortaokul birinci sınıf sonrası, danışman öğretmen; ‘Büyüyünce ne yapmak istersin?’ diyerek size sorar. İstekleriniz takibe alınır ve duruma göre size maddi - manevi her türlü destek verilir hedefinize ulaşana dek. Kimi ‘doktor’, kimi ‘bahçıvan’ diye cevap verdi. Sıra bana geldi. ‘Hocam ben ülkeme dönmek istiyorum’ dedim. Sınıfta ansızın bir kahkaha patladı. Bu bir meslek değildi elbette ama ben bunu başardım 34 yaşımda.
Ki çocukken tatillerde Türkiye’ye geldiğinizde toprağı öpermişsiniz.
Ben ülkeme aşık bir insanım. Her attığım adımda ülkemi onore etmek, temsil etmek, fahri bir elçi gibi parlatmak gibi romantik duygular içinde misyon edindim kendime. Hayatımın tüm evrelerinde bu eğilimi görebilirsiniz eylemlerimle. Ay yıldızı her şeyin üzerinde ve kalbimin en derin noktasında taşıyan bir Anadolu çocuğu ruhu ile yaşıyorum hâlâ.
OYUNCU İÇİN SAHNEYI ÖZLEMEK GÜNDÜZÜ BEKLEYEN GECE KADAR BARİZDİR!
Bir tiyatro tutkunu olarak, sahneleri özlemişsinizdir, iki yıl sahne alamama sürecinden sonra?
Bir oyuncu için sahneyi özlemek, gündüzü bekleyen gece kadar barizdir. Ancak şunu üzülerek ifade etmek isterim ki, bu ekonomik şartlar altında, tiyatroda görev almak benim adıma ne yazık ki imkânsız bir hal almıştır. Çiğdem Tunç'tan aldığım teklife teşekkürlerimle bu yüzden olumsuz yanıt vermek durumunda kaldım.
KENDİSİNE YABANCILAŞMANIN AÇTIĞI KORİDOR VASITASIYLA, KARŞI PENCEREDEN BAKMA LÜKSÜDÜR OYUNCULUK!
Oyunculuk, merakı giderilmeyen bir çocuğun taze iştahı. Oyuncu, bir duygu tercümanı, başkalarının sayesinde, kendisine yabancılaşmanın açtığı koridor vasıtasıyla, uzaktan, karşı pencereden bakma lüksüdür benim gözümde.
KENDİMİZİ TANIMAMIZA İZİN VERİLMEDİĞİ YERDE SİZE AYNA UZATILMAZ!
Tiyatro tarihinde de gördüğümüz gibi komediyle halkı bilinçlendirip, sistemi eleştiriyor oyuncular. Komediye biraz gizli silah diyebilir miyiz bu noktada?
Tiyatro; bir medeniyetin tezahürü, yansımasıdır. Sabah kalkıp, kimi peruk, kimi takma kirpik, kimi ruj, fondöten, kimi kıyafetiyle günlük temsiline çıkıp, yaratmış olduğu bir tipleme adına, bu dünyada yer edinmeye, talip olduğu noktaya ulaşana dek sahne alır. Rolünün hakkını vermeye çalışır. Oyunculuğu meslek edinmiş tiyatro sanatçıları tam bu noktada amatörce oynayan bu kitlesel şizofrenvari panayırı bizlere anlatmak için var. Var olmasına izin verildiği topraktan Shakespeare, Moliere, Tennessee Williams, Harold Pinter, Strindberg’ler türemeye başlar. Ve kimi zaman bizleri karikatürize ederek toplumsal özeleştiri aracılığıyla kendimizi tanımamıza yardımcı olurlar. İzin verilmediği yerde size ayna uzatılmaz. Buna karşın mutlak gerçek ve cevaplar ezberletilir. Karadeniz’den devam edelim, Titanic gemisi burada batıyor farz edelim. Gemi batıyor ancak içinde müzisyenlerin, her şey yolundaymışçasına çalmaya devam etmeleri gibi… Geçenlerde Afganistan’ın Kemal Sunal’ını Talibanlar tarafından boğazı kesilerek katledilmiş. Suçu? İnsanları güldürmek... 2021 de bu, kahredici değil mi?
Melting-pot kültürüyle yoğrulan karakterinizin en belirgin özellikleri neler peki?
Karakteriniz ne olursa olsun ama bir karakteriniz olsun. Anlaşılabilen bir sesi, şekli… Sizi siz yapan tonları, nüansları, renkleri ile güzel bir esere benzemelisiniz. Nihayetinde sizi yegâne kılan, taklitten, öykünmeden uzak bir varlık olunmalı bu dünyada. İlk rüzgarda yön değiştirmeyen yapay varlık olmak kendimize yapacağımız en büyük kötülük olacağını düşünüyorum. Benim doğruluğa, asaletli bir adalet hayranlığımın, bazen bıyık altı tebessümlere sebep olduğunu görebiliyorum ama Edmond Rostand’ın, kahramanı Cyrano de Bergerac’a; ‘... asalak bir sarmaşık olma sakın! Varsın olmasın boyun bir söğüt, bir meşe, bir ıhlamur kadar... Yaprakların erişmezse bulutlara, bir zararın mı var? Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına, boy ver dayanmaksızın, yalnız ve tek başına.’ dedirttiği gibi…
BAŞKALARI TOPRAĞINI MALINI MÜLKÜNÜ YURT DIŞINA GİTMEK UĞRUNA SATARKEN BEN ÜLKEME GERİ DÖNMEYİ TERCİH ETTİM!
Sizi tanıyanlara sorduğumuzda cevaplar almak kolay ama siz nasıl anlatırsınız, insanın kendini anlatması zor olsa da?
Beni herkes dilediği gibi betimleyebilir, tasvir edebilir. Herkes gibi ölümcül bir günahkârım. Hayatım boyunca her geçen gün bir öncekinden daha erdemli biri olma gayreti içinde oldum. Bu yolculukta daha yapılacak çok iş var, cevaplanması gerek sorular... Başkaları toprağını malını mülkünü yurt dışına gitmek uğruna satarken ben ülkeme geri dönmeyi ve sevdiğim değer verdiğim insanlarla bana bahşedilen süreyi harcamayı tercih ettim, ediyorum. Maneviyatı maddiyatın daima önünde tuttum. Ve bu yüzdendir ki geri çevrilmeyecek tekliflere yan bile bakmadım hayatım boyunca. Medeniyetlerinin bize sunmuş ya da sunabilmiş olduğu özgürlük kırıntılarının çerçevesinde kendimce edinebildiğim özgürlük anları için ağır bedeller ödedim, ödüyorum.
Hakkınızda duyunca şaşıracağımız bir şey söyleyin hadi?
‘En’lerden hep uzak durdum. Bana abartılı, pohpolu, cafcaflı sıfatlar kopyalayıp yapıştırıldığı zaman konuyu değiştiririm. Merak güdülerimi canlı tutacak kadar çok öğreneceklerim var. Hayatım boyunca ‘çok’ kelimesini ancak şu cümlelerde kullanırım; çok çalışacak kadar, yapacak çok işler, çok projeler var vs…
KENDİME BAŞKALARININ PENCERESİNDEN BAKTIĞIMDA ŞAŞKINLIK İÇİNDE KALIYORUM!
Bir insanın nasıl olduğu, nasıl olmadığıyla alakalı bir şey. Buradan yola çıkarak, buzdağının görünmeyen tarafındaki kendinizle ilgili neler söylersiniz?
Hayat bir yolculuk. Bize tahsis edilen süreyi belirleyemediğimizi anladığımız an itibariyle geri sayım sürecini bir kaçış süreci içinde yaşarız çoğu zaman. Kimimiz hayat denen mucizeyi sorgulayarak, kimimiz seyirci konumunda olup bitenleri izleyerek, kimimiz sürece miras bir iz bırakma gayreti içinde olarak. Ben hayatta bir gezgin gibi seyahat ediyorum. Kendimi tanımadığımı başkalarının penceresinden bakarak hâlâ şaşkınlık içinde kalabiliyorum. Bazen korkuyorum gördüğüm manzara karşısında ama kendi kendime şak şakcılık yapacak kadar asla narsis olmadım.
YAPTIĞINIZ HER ŞEY ZAMANLA YOK OLMAYA MAHKÛMSE NE KADAR ÖZGÜRSÜNÜZ?
Yaşamınıza baktığınızda nelerin dönüştüğünü, hayatın neleri dönüştürdüğünü görüyorsunuz?
Hayatta iki gerçek var; kişisel şuur ve toplumsal şuur. Bu her ikisi bazen örtüşür, bazen çarpışır. Örneğin, özgür müyüm? Dünyada özgürlük var mıdır? Olaya felsefi boyuttan bakalım: Doğdunuz, öleceğiniz zamana ve mekânına karar veremediğiniz bir dünyada ne kadar özgürsünüz? Yaptığınız her şey zamanla yok olmaya mahkümsa ne kadar özgürsünüz? Buradan yola çıkarak misafir edildiğimiz şu dünyada sizlere setler, yasaklar, engeller, ezici bezdirici, teşebbüslerinizde caydırıcı kurallar konulursa ne kadar siz ya da hayal ettiğiniz birey olabilirsiniz? Bu çerçevede şunu net görebiliyoruz: toplumlar her coğrafyada bir kalıbın ürünüdür. Sanat ise bu çarpıklığı ortaya koyarak bir özgürlük yanılsaması içinde biraz taze oksijen sunma gayreti içerisinde.
TÜRKİYE ESNEK OLMA AÇIK HAVA FAKÜLTESİ!
Hayata karşı esnek misiniz?
Türkiye bir esnek olma açık hava fakültesi zaten. Esnek olmayanı öyle bir sağa bir sola çekiyor geriyor ki ayaklarınız, bacaklarınız bir bakmışsınız yüz seksen derece açılmış olimpiyatlara hazır kıvamda. İddia ediyorum. Bu güzelim topraklarda bir sene ayakta durabilen dünyanın dört bir köşesinde gayet müreffeh bir hayat sürdürebilir.
GÖREBİLEN GÖZ, ÇINLAYAN SES OLMAK GEREK!
Dünyanın bir köy olduğunu söylemek kimse için bir sır değil artık. 20. yüzyılın başlarında bile seyahatler aylar sürebilirken bugün 500 000 $ ödeyen yer çekimini yenerek uzay turizmin sansasyonlarını yaşayabiliyor. Aztek medeniyetinde kurban seçilen insanların diri diri göğsünden kalplerini söküp tanrıların tanrısı olarak ilan etmiş oldukları güneşe hediye ikram ediyorlardı bulundukları piramit şeklindeki mabedin son ve en yüksek noktasından. Güneş doksan derece tam zirvedeyken günün en aydın anlarını yaşatıyordu o halka ama o insanlar farkına varmadan bilginin en karanlık noktalarında çılgınlıklarını yaşıyorlardı trans halinde. Aydınlık bazen karanlığın, karanlık dediğimiz de bazen aydınlığın emarelerini taşıyabilir. Ne diyor Cyrano: ‘... görebilen göz, çınlayan ses olmak...’
TÜKETEREK MUTLULUK HEGEMONYASI ARAYIŞINA KARŞIYIM!
Bir orgazm gibidir. Şiddetli ve kısa olmasa sıkıcı olurdu. Ben mutluluktan çok dengenin önemine dikkat çekmek isterim. Sigmund Freud, Eros (yaratıcı güdü) Tanatos (yıkıcı güdü) arasındaki çatışmadan söz eder. Her türlü diktalara karşı olduğum gibi neo liberal sistemin bize dayatmış olduğu, her ne pahasına olursa olsun, tüketerek mutluluk hegemonya arayışına karşıyım. Mutluluğun formülü yok. Dünyada 8 milyar insan var ve bir o kadar mutluluk formülü.
2019’da vizyona giren, son rol aldığınız Zerk filmindeki canlandırdığınız rol, ruhu yaralı bir karakterdi. Hayatınızda sizin ruhunuz ne kadar yaralı?
Zerk… 20 yüzyıl itibariyle Freud’un devrimsel kuramlarının kaldıracı sayesinde, psikoloji; deliler bilimi olma önyargısının kalıbından sıyrılmış, kurtulmuş, halkın her katmanından, sosyoekonomik kuşaklarına yayılmıştır. Günümüzün en gözde mesleklerinden… Zira her şey beyinde başlar ve beyinde biter. O çetrefilli dehlizler içinde neler, nasıl oluştuğunu öğrenmek bizleri bir kaç yüzyıl daha meşgul edecek gibi görünüyor. Gerçekçi olalım hepimiz türlü derecelerde hastayız. Zerk de, bir sinema filmi olarak arka perdeden bir katarsis gibi kendi korkularımızdan arınmak için bir deneme davetiyesi oldu.