Güncelleme Tarihi:
Fuayede Kieslowski’ye rastlamak, bir köşeyi dönerken Sabine Azéma’yla bir gülümsemeyi paylaşmak, Peter Greenaway’in sanki koca bir sanat tarihini iki saate sığdıran konferansına katılmak, Bertolucci’nin sahneye çıkıp “Ne mutlu ki hâlâ böyle bir büyük salonda, böyle bir kalabalıkla film izleme şansına sahipsiniz” iltifatına nail olmak ve nice yönetmeni, oyuncuyu dünya gözüyle görebilmek... İşte bütün bunları sen sağladın İstanbul Film Festivali... Hepimiz senin elinde büyüdük... Bugün kimimiz yönetmen, kimimiz senarist, kimimiz sinema sektörünün emekçisi, kimimiz eleştirmen, kimimiz de yedinci sanata olan tutkusunu asla yitirmeyen bir sinemasever olduysak, senin sayendedir...
Benim, festivalle ilişkim 1984’te başlamıştı. O zamanki ismiyle ‘Sinema Günleri’ için bilet kuyruğunda ilk kez sabahladığımı hatırlıyorum. Hem de topu topu dört film için; çünkü param o kadarına yetiyordu. Lakin bu para meselesini dert etmenin gereksiz olduğunu sonraki yıllarda anladım. Çünkü festivalin kalbinin attığı bir yer ve orada da kalbi altından olan insanlar varmış. ‘Emek Sineması’ydı o yerin ismi...
‘SİNEMATEK’ İŞLEVİ
İşletmecisi ‘rahmetli’ İsmet (Kurtuluş) Bey, müdürü Hikmet Bey, yer göstericileri Murat ve Hayri, gişede Naciye Hanım ve de isimlerini hatırlayamadığım diğer çalışanlarıyla bambaşka bir terbiyeyi, bambaşka bir zarafeti sundular bizlere yıllar boyu. Bilet bulunmaz, bulunsa da para olmaz ama fark etmezdi; Hikmet Bey kapının önüne çıkar, kenarda bekleyen bizlere (kimse birbirini tanımıyordu ama öğrenci olduğumuz belliydi), “Çocuklar biraz bekleyin, ışıklar sönsün sizi içeri alacağım” derdi. Belli bir süre sonra Hikmet Bey tekrar kapıda belirir, “Çocuklar, çok gürültü yapmadan yukarı balkona çıkın, orada oturun” der ve adeta bize ikinci yarı stat kapılarının açılmasıyla içeri hücum eden taraftarın o tarifsiz sevincini tattırırdı. Hikmet Bey ve Emek ailesiyle ilişki öğrencilikten basına geçtikten sonra da sürdü, zaten orası bir sinema salonundan öte mabetti. Fuayesinde sektörden onca insana rastlamak, üç-beş kelamı paylaşmak, sonrası için randevulaşmak, hatta hatta çok uzun filmlerde verilen arada, çay alırken bankodaki arkadaşa “Maç kaç kaç?” diye sorup sonucu öğrenmek. Zamanla anladık ki Emek aslında bizim ‘Cinema Paradiso’muzmuş...
Lakin o güzel günlerin sathı mahali Emek’le sınırlı değildi, filmden çıkıp bir sonraki film için beklemek üzere demir attığımız Han Cafe mesela... Zaten Emek’e giden koridor özel bir geçiş alanıydı, çünkü oradan bir başka festival durağı Sinepop’a (ve de Bab Cafe’ye) ulaşılıyordu. Diğer merkezleri de ihmal etmeyelim; Atlas, Beyoğlu (ki bugün hâlâ ayaktalar), Alkazar, Dünya, Site, Kent, Gazi, karşı yakada da Rexx, bugün her biri anılardaki yerleri sağlam olan
limanlar.
Festivalin asıl önemi, işlevinde yatıyordu. Bu oluşum, en başından beri bir tür ‘Sinematek’ görevi üstlendi. 12 Eylül’ün gadrine uğrayan kurumların başındaydı ‘Sinematek’. Bu durumda festival genç kuşakları farklı sinema anlayışla buluşturmak, bambaşka filmlerin ve yönetmen bakışlarının olduğunu hatırlatmak, o filmleri geniş kitlelerle buluşturmak gibi çok önemli bir işlevi üstlendi. Birkaç kuşağın bilgi, görgü ve birikiminin artmasını sağladı.
‘TAŞIMA’ EMEK
Ama asıl onu sinemaseverlerin gözünde ‘11 ayın sultanı’ yapan şey, susuzluğumuzun giderilmesine vesile olmasıydı. Şimdiki gibi bir filme ulaşmak o kadar kolay değildi o zamanlar. Heyecanla beklediğiniz bir film büyük ihtimalle çok uzun bir süre sonra gösterime çıkardı ve o yapıtla buluşmanız için başka şansınız yoktu. Şimdi zaten hemen vizyondalar, olmadı DVD’si çıkıyor, olmadı internetten çoktan indirilmiş oluyorlar. Üstelik festival bir önceki yılın Cannes, Berlin, Venedik gibi kalburüstü festivallerinden filmleri gösterdiği için zaten son derece klas seçkiler sunardı. Ayrıca bir yıl Pasolini, diğer yıl Nanni Moretti, bir sonraki yıl Saura, Fassbinder, Rohmer, Tarkovski toplu gösterileri derken adeta her yıl özel bir sinema kursuna dönüşürdü.
Bugün artık Bertolucci’nin “Hâlâ böyle büyük bir salon” dediği ‘Cinema Paradiso’muz yok, Emek rantsal dönü-
şümün doymak bilmez bir iştahla yuttuğu yerler arasına katıldı (lütfen bana ‘Taşıma’ Emek’le gelmeyin, ben bir binadan değil ruhtan, gelenekten bahsediyorum, salonda fareler dolaşıyordu teranesini de yemem, onca yıl içinde Emek’te sadece kedilerin dolaştığını ve girişte serilerek yatan köpeği -ki ismi ‘Kızım’dı- gördüm). Peki festivalin şenlik havası, ruhu, bize kattığı heyecan sürüyor mu? Bende o duygular şimdilerde sönük ama bunu yaşla ve meslekte kat edilen yıllarla açıklamak mümkün. Yoksa elbette festival eski işlevini, kalitesini, standartlarını koruyor. Yine birçok önemli yapım ilk kez sinemaseverlerle festival sayesinde buluşuyor, günümüzün birçok önemli sinema figürü festival sayesinde aramıza katılıyor, bir ruhu, heyecanı paylaşıyor.
‘GÖZÜMDE TÜTÜYORSUNUZ’
Dayanamadım, bu yazıyı kaleme alırkan Emek’in eski müdürü Hikmet Bey’i arama ihtiyacı hissettim. “Şimdi uzaklardasın, neler söylersin” dedim Hikmet Abi’ye. “Hepiniz gözümde tütüyorsunuz, Emek yoksa benim için İstanbul da yok dedim. Artık Çınarcık’ta yaşıyorum. Para pul değil ama insan biriktirdim; onca yazar, çizer, öğrenci, güzel insan tanıdım, bana onların hatıraları yetiyor da artıyor” diyerek duygularını nakletti.
Bu yıl festival ‘Yaş 35’ dedi. Bu tarihin 33 yılına tanıklık ettim. Önce öğrenci, sonra gazeteci olarak. Orası bizim tedrisatımızın en önemli yeriydi. Artık başka bir dünya, başka bir Türkiye, başka bir sinema-seyirci ilişkisi var. Belki de böylesi daha iyi; böylesi daha doğru. Benimkisi anılara not düşmek, “Eskiden bu işler böyleydi”yi beyhude olsa da hatırlatmak... Nice nice festivallerde buluşmak üzere diyeyim...