Tolga AKYILDIZ
Oluşturulma Tarihi: Eylül 25, 2015 14:11
Her ne kadar müzik endüstrisi tarafından paketlenip pazarlanıyor da olsa; Lana Del Rey’in eski kafalı bir femme fatale, hüzünle cesur mesailer yapan melankolik bir kadın, ölüm takıntısı olan, yine de ölmek istediğini söyleyen bir insanoğlu olarak çizdiği portrenin ‘gerçek’ olduğuna inananlardanım.
En azından bir pop albümünde arayıp da bulamayacağınız ne varsa bünyesinde barındıran ve buna rağmen popüler olan şarkılarının samimiyetinden şüphe etmemek gerek. CD formatlı ilk albümü ‘Born To Die’dan bugüne gitgide olgunlaşan sound’u geçen hafta piyasaya çıkan 14 parça ve 65 dakikalık ‘Honeymoon’da vücut bulmuş; Lana’nın bizzat inşa ettiği müzikal şahikasının en saf ama en rafine ifadesi olmuş.
Ayrı ayrı baktığınızda herhangi biri ‘Summertime Sadness’ın yarısı kadar hit potansiyeli taşımayan; kalp ağrılarından, Kaliforniya kıyılarından, kafası güzel hallerden söz eden; erotizm, şiddet, kadercilik gibi kavramlara dokunan yeni ‘slow’ şarkıları; drama kraliçesi olmadan duygusal, imge bombardımanı yapmadan sinematografik olmayı başarıyor.
Lana Del Rey, büyük hikâyeler anlatıyor ama devasa hüznüne sizi inandırıyor. Baskın yaylılar, dozu ayarlanmış gitarlar, üflemeliler, orkestra hissi; zaman zaman saksofon rifleri, caz flörtleri; araya giren David Bowie, Billie Holiday, The Eagles göndermeleri ile ‘Honeymoon’; damağınızda acı tat bırakan, enfes ama yalnız yenen bir
yemek gibi.
Şarkılara bakacak olursak ‘God Knows I Tried’, ‘Music To Watch Boys To’, ‘Terrence Loves You’, ‘Art Deco’, ‘High By The Beach’, ‘Freak’, ‘Salvatore’, ‘The Blackest Day’ ve Nina Simone cover’ı ‘Don’t Let Me Be Misunderstood’ öne çıkıyor.
Lana Del Rey’in pek hazzetmediğim kafiye takıntısını görmezden gelecek olursak şarkı sözleriyle de özgün bir üslup yakaladığı kesin. 50’li yılların kara filmlerinden fırlamış halleriyle Lana Del Ray’in ulaştığı sound demode değil, zamansız. Zaten moda olma kaygısı gütmeyen birinin bu sebeple de moda olabileceğinin ispatı kendisi.