Güncelleme Tarihi:
Ankara-Mamak’taki Ege Mahallesi.... Görece kent merkezine uzak ve yine görece daha yeni bir gecekondu mahallesi… Farklı etnik ve dini aidiyetlere sahip bireyleri barındırması da cabası. Burcu Şentürk, mahalleyle ilk temaslarını 2010’da kurdu. Bir yıl sonra da doktora tezi araştırmaları için ailesiyle birlikte Eskişehir’den kalkıp buraya yerleşti. 70’lerde kurulan Ege Mahallesi üzerinden Türkiye’nin gecekondutarihini anlatan Şentürk, tezini biçimsel olarak değiştirdi ve roman tadında okunan bir kitaba dönüştürdü. Kitaba ismini verense, siyasi yelpazenin iki ayrı radikal ucunda yer alan ve birbirlerine 30 senedir kapı komşusu olan iki aile... Hane içi ilişkileri, kadına yaklaşımları, yaşadıkları evlilikler ve tabii ki siyasi, etnik ve dini aidiyetleri birbirinden farklı. Tüm bunlara rağmen aralarındaki dostluk, hayatın zorlukları beraber paylaşıldığında aradaki farklılıkların yaratacağı çatışmanın üstesinden gelineceğini anlatıyordu. Şentürk, bu iki aileden birinin oğullarıyla konuşurken yan taraftaki aileyi kastederek “Bu çamuru beraber çiğnedik, bizim gecekondumuz yıkılırken onlar da bizle beraber ağladılar” demesinin akabinde kitaba bu ismi verdi: “Çünkü benim bu mahalleden anladığımı ve anlatmak istediğimi tek bir cümleyle özetledi.”
Gecekondular devletin ne kadar umrunda?
-Gecekondulular 1940’ların sonunda ortaya çıktığında devletin çok da umurunda olmamış. Zira sayıları az, bu anlamda bir yaptırım güçleri yok. Ve bu yüzden devlet için bir-iki yasa ve yaptırımla ortadan kaldırılabilecek bir durum. Ama öyle olmuyor işte. Çünkü gecekonduluların ortaya çıkışı bir politika yoksunluğunun göstergesi.
Bu yoksunluğun tarifi nedir?
-Ülke sanayileşme dönemine girmiş. Tarımsal üretime artık yönelmezken kırdan kente göç olacağı belli. Ancak konuttan sağlığa ve eğitime kadar bu duruma toplumu hazırlayacak hiçbir mekanizma geliştirilmiyor.
Peki, gecekonduluların sayısı artınca ne oluyor?
-O zaman “Gecekondu varsa yıkarız biter” gibi bir anlayış hakim oluyor. Sanki gecekondu salt kişisel istek ve çıkarlarla ortaya çıkmış ve yıkılırsa bir anda ortadan kalkacak bir yapı! Daha da fenası bu konu bir hastalık gibi ele alınıyor.
Nasıl?
-İstanbul’da 1950’li yıllarda gecekonduları önlemek için toplantılar yapılıyor. Bu toplantılara emniyet müdürü, jandarma komutanı, vali, il sağlık müdürü gibi yetkililer katılıyor. Sosyologları geçiyorum, bir mimar bile yok! 60’lı ve 70’li yıllarda tüm yıkımlara rağmen gecekonduluların sayısı artıyor, artık şehirde ve ekonomide güçleri de artıyor. Siyasiler şunu fark ediyor: Gecekonduluların devlet bütçesini çok yormadan, sermayedarlara yük olmadan karşılanabilecek ihtiyaçları var. Ve bu ihtiyaçları karşılayan siyasiler, iktidara giden yolu daha da sağlamlaştırıyor. Gecekondu tapusu dağıtmak, imar izni sağlamak, elektrik-su bağlamak devletin kaynaklarını kullanarak gecekonduluları belli bir siyasi partiye bağlayabilmenin aracı haline geldiğinde devlet artık gecekonduyu umursuyor.
Ama Ege Mahallesi’nde yaşayan insanların minibüs, otobüs, su, kanalizasyon gibi ihtiyaçlarını hep kendilerinin karşıladığını görüyoruz. Bir mahalleli “Sen istemezsen devlet vermez” diyordu.
-Bu bize, Türkiye’de devletin müdahaleye çok açık bir yapı olduğunu söylüyor. Gecekondulular da bunu keşfediyor zaten. Köydeki sınırlı devlet-vatandaş ilişkisi devleti dokunulmaz, ulaşılamaz yaparken kente gelindiğinde durumun böyle olmadığı fark ediliyor. 1950-1990 arasında birbiri ardına gecekondu afları çıkıyor, sonra yıkımlara devam! Birçok yerin henüz tapusu verilmeden altyapı hizmetleri ulaştırılıyor, insanlar seneler boyu faturalarını ödüyor sonra tapuları yok diye orada hiç yaşamamış varsayılıyor! Devletin gecekonduluya muamelesi aşağı yukarı böyle.
80’lerde peki?
-Gecekondu alanlarının emlak piyasasına katıldığı, bu alanların pek çok aktörün rant alanı haline geldiği, gecekondunun artık bir ihtiyacı karşılamaktan öte bir üretim, zenginleşme aracı haline geldiği yıllar... Özal’ın seçim kampanyalarında yeni bir gecekondu affı çıkartma talebi geniş bir yankı buluyor. 1990’lı yıllardaysa özellikle siyasal İslam tabanlı partiler, gecekondulardaki dışlanmışlığı ve yoksulluğu yeniden okuyor ve hareketini buraya yönlendiriyor. Umursamanın da ötesine geçerek buradaki dinamizmi fark edip bu enerjiyi kendi hareketine çevirmeye çalışıyor. Tüm bunların gerçekten gecekonduluların ihtiyaçlarını karşılamak için yapıldığını söylemek fazla iyi niyetlilik olur. Ama bir şekilde gecekondulular, gecekonduların ilk çıktığı dönemle kentsel dönüşümün başladığı dönem arasında devletin ve siyasilerin ilgisine mazhar oluyor.
Gecekondusu yıkılan bir daha yapıyor mu?
-Yapıyor çünkü an gelecek devlet af çıkartacak. Devletin de sermayedarın da işine gelen bir şey bu. İkisine de yük olmadan ülkenin işçi sınıfı, yoksulu konut sorununu bir şekilde çözüyor. Onlar bu sorunu çözerken oluşan çatlaklardan da rant alanları açılıyor elbet. Zamanında Süleyman Demirel bunu açıkça dile getirmiş, gecekonduludan bahsederken vatandaşın böyle bir potansiyeli varsa değerlendirmek gerektiğine dikkat çekmişti. Aslında söylediği şey, devlete ve işverenlere yük olmadan işçi sınıfının bu sorunu daha masrafsız halletmesi.
Peki, Erdoğan’ın gecekondular için ‘ur’ tanımı yapması nasıl yankı buldu?
-Bu yaklaşım, gecekonduluların da yaşadığı kentsel mekân, artık bu kadar kıymetlenmişken gecekonduluların bu mekanları kullanmasını verimsiz bulmaktan besleniyor. Erdoğan’a ve iktidara onay vermeyengecekondular açısından bu yaklaşım Erdoğan’ın ‘halk düşmanı’ olmasıyla, ‘ülkeyi peşkeş çekmesiyle’ alakalıydı. Büyük bir kızgınlık halini okumak çok zor değildi. Oysa Erdoğan’ı destekleyen gecekondulular,gecekondu zaten ‘modası geçtiği’ için kalkınmanın önünde bir engeldi. Çevrelerinde hep apartmanlar yükselirken, kalkınmak sanki inşaatlara endekslenmişçesine sürekli yollarla, köprülerle, havalimanlarıyla Türkiye’nin geliştiği mesajı verilirken gecekonduya böyle bakmaları tuhaf kaçmıyor. Erdoğan’ı benimseyenler açısından bu ifadeler çok da yaralayıcı olmuyor.
Gecekondu mahallesinde nasıl bir sosyal hayat var?
-Gecekondular yapılırken insanlar birbirine yardım ediyor, tapu almak ve alt yapı hizmetlerinin sağlanması için birlikte mücadele ediyor ama bir yandan da ismi anılmayan birileri diğerlerini ihbar ediyor.
Aynı şey mesela sosyal yardımlar alınırken de geçerli mi?
-Evet, yardım alamayanlarla elinde olanı paylaşıyorlar. Ama bir bakıyorsunuz başka birinin ihbarıyla diğer komşunun yardımı kesilivermiş. Yani rekabet ve dayanışma sarmalında gidip gelen bir sosyal hayat var.
Aynı durum kent hayatında da sözkonusu değil mi? Rekabet ve dayanışma gecekonduda daha farklı mı işliyor?
-Gecekondulular için kaynakların daha sınırlı olduğu ve sosyal devlete daha çok ihtiyaçları olduğu düşünüldüğünde rekabetin ve dayanışmanın derecesi farklılaşıyor.
Tüm gecekondulular en azından bir süre susuz, elektrik yaşayacaklarını bilerek geliyor. Ruh hallerini nasıl anlatırsınız?
-Dahası da var, birçoğu kestiremedikleri bir süre çok alışık oldukları yoğun sosyal ilişkilerden mahrum olacaklarını da biliyor. Bazıları evsizliği de göze alıyor, ne kadar süreceği belli olmayan bir zaman için akrabalarında kalıyor. Görüştüğüm gecekondulular köylerinde de elektrik ve suya erişimin çok kolay olmadığını söylüyordu. Bu anlamda ilk geldiklerinde alıştıklarının çok dışında bir durumla karşılaşmadılar. Ama daha önemlisi, Türkiye’nin hızlı şehirleşme hikayesini düşündüğümüzde göç edenler penceresinde bu zorlukların değişmesi için kent bir umut sunuyordu.
Neden?
-Kente geldiklerinde bir süre sıkıntı çekseler bile- ki bu sıkıntılar köydekinden daha büyük değildi her zaman- daha iyi bir yaşam şekline sahip olma imkânı vardı. Çünkü kaynaklar buradaydı.
Kentsel dönüşüm gecekonduluların imkanlarını nasıl etkiliyor?
-Ege Mahallesi’ndeki insanlar kente geldiklerinden bu yana belirli bir sosyal ilişkiler ağına dayanarak kentte tutunabilmiş. Kente dair bilgi edinmeleri, iş bulmaları, en iyi hastane hangisi, çocuğu okula nasıl yazdırmalı, yardımlara nasıl başvurulur, nereye nasıl gecekondu yapılır hep bu ilişkiler ağı içinde keşfetmişler. Bu dayanışmanın yaşandığı Ege Mahallesi, diğer gecekondu mahalleleri gibi değer kazandıkça zenginlere terk edildi. Burada yaşamış yoksullar sağa sola dağıldı. Artık kendilerini kentin zorluklarına karşı koruyan mekânsal ilişkiler yok. Şimdi işçi sınıfı dayanışma ağlarını kolay kolay kuramayacakları mekânlara itiliyor. Ege Mahallesi örneğinde gördüğümüz gibi, Türkiye’deki gecekondular umudun mekânı oldu; muhteşem bir toplumsal, siyasal dinamizm içerdi ve sosyal hareketlilikten mahrum olmadı. Ama şehir mekanları değiştikçe, devletin yokluğunda bir de üzerine toplumsal dayanışmayı besleyecek mekânsal birliktelikler yıkıldıkça yoksulların mekanları umutsuz mekanlara dönüşüyor.
Ağustos 2014’te yayımlanan bir haberden alıntılıyorum: “Kentsel dönüşümle birlikte yaklaşık altı yedi yıl önce gecekondu olan Ege Mahallesi yeni görünümüyle adeta Ankara’nın en lüks semti konumunu almış durumda.”
-Ege Mahallesi’ndeki bir kadın bana bu mahallenin daha iyi koşullara erişmesi için çok emek verdiklerini ama mahalle kıymetlendiğinde artık kendilerine kalmadığından bahsetmişti. Benzer şeyler söyleyen başkaları da olmuştu. Bir yer değerlenince, oradaki güçsüzlerin, yoksulların elinden o ya da bu şekilde alınıyor.
Bu ‘soylulaştırılma’ hareketi toplumu sizce nasıl dönüştürüyor?
-Soylulaştırma toplumsal grupların kent coğrafyasına dağılımını yeniden şekillendiriyor. Kentsel mekana dair rant arttıkça bu şekillenmede yaşayacağı yeri seçebilecek kesim gitgide daralıyor ve daha çok insan kısıtlı bir alana sıkışıyor veya kentin ulaşımı zor uç bölgelerine gitmek durumunda kalıyorlar.
Sırrı Süreyya Önder, Evrensel’e bir verdiği bir röportajda şöyle diyor: “Vekil seçildikten sonra Ege Mahallesi’ne eski evimi görmeye bir gittim. Bulabilene aşk olsun. Oradaki ilk yerleşim yeri devrimcilerin düzenlediği yerleşim yerleriydi. Gecekondu örgütlenmesi, halkın konut hakkına dönük devrimci gençliğin geliştirdiği en önemli inisiyatiflerden birisiydi. Şimdi ranta kurban edilmiş.”
-60’lı ve özellikle 70’li yıllar çatışmanın yoğun olduğu ama bir o kadar değişime dair umudun da yüksek olduğu yıllar. Çok yakın zamanda göçü yaşamış gecekondululardan bahsediyoruz. Bu insanlar daha hızlı bir çevresel dönüşüm yaşıyor ve kendilerine benzer insanlarla yaşarken kente gelince daha farklı, derin çelişkileri deneyimliyor. Bu çelişkiler ve umut o dönemin atmosferiyle birleşince politikleşme kaçınılmaz oluyor. Zamanın devrimci gençliği toplumuna karşı çok derin bir sorumluluk duyuyor. En basitinden işten eve dönünce hasta komşusuna uğruyor, gecekondu yapan arkadaşına yardımcı oluyor. Toplumun sorunlarının çözümü için harekete geçiyor ve gözünü de karartıyor. Gecekondular bir dönem rant alanı olmaktan korunabildiyse, barınma hakkı temelinde sadece ihtiyaç doğrultusunda evlerin sahip olunabildiği alanlar olabildiyse bu bahsettiğimiz devrimci gençliğin burada payı çok büyük.
Burcu Şentürk
Bu çamuru beraber çiğnedik
İletişim Yayınları
261 sf. / 20.80 TL.