Güncelleme Tarihi:
İnsan kaçakçılığıyla ilgili bir film çekme fikri nasıl doğdu?
Melisa Önel: Filmin başlangıç noktası denizdi. Ülkeler arasında bir sınır olarak deniz. İnsanlar bir eşikten diğer eşiğe geçmeye çalışırlarken neler yaşıyorlar? Türkiye çok büyük bir geçiş ülkesi olduğu, özellikle Avrupa’ya geçişlerin çoğunluğu Türkiye’den gerçekleştiği için bizim için çok reel bir konuydu bu.
Filmin başkarakteri Hamit nasıl bir adam?
Timuçin Esen: Kendisi de başka dünyalara gitmeyi denemiş birisi Hamit. Denemiş ama başarılı olamamış, geri gönderilmiş. Bulunduğu coğrafyaya uyum sağlayamamış birisi benim için o. Olmuyor, yapamıyor yani. Öyle de olur bazen. Hayatının belli dönemlerinde herkese olabilir bu. Bazılarının da hayatına yayılmıştır uyumsuzluk. Dünyaya da pek uymamış bence Hamit. Denemiş, olmamış, denemiş olmamış. Geri gönderildikten sonra belki de çevresinden dolayı insan kaçakçılığı işinin içerisine girmiş. Bunu yaparken kendi gitme hayalini taşıyor olabilir. İşte o yüzden belki de yabancı bir kadın olan Denise’le ilişki içerisinde. Böyle uyumsuz, gri ve esrarengiz birisi bence Hamit.
Filmin İngilizce adı ‘Seaburnes’. Türkçede karşılığı olmayan bir ifade. Nedir onun hikâyesi, anlatır mısınız?
M.Ö: Araştırma yaparken özellikle Afrika’dan Avrupa’ya geçmeye çalışanların hikâyelerini okuyordum. O zaman rastladığım bir terimdi ‘harraga’. Denizi geçerken kimliğini yakmak demek. Denizi geçerken kendine dair hiçbir şey bırakmamak. Böylelikle ülkene geri gönderilemiyorsun. İsmi buradan geliyor.
T.E: Bu yapılan az buz şey değil yani. İşte görüyoruz devamlı ölüyor insanlar. Çok feci şekillerde. Bazen insan ‘kalsalar daha mı iyi olacaktı’ diye düşünüyor. Ama olmayacaktı demek ki. Çocuklarını bile yanlarına alarak insanlar büyük riske atılıyorlar. Engellenemeyecek işler değil tabii. Ama engellenmiyor işte...
Filmde patronunun Hamit’e söylediği sözde var bunun eleştirisi aslında. “Oğlum jandarma seni ne zaman çevirdi ki” diyor hani...
T.E: Yani. Bir sürü suç işleniyor. Ama bir kısmı yakalanıyor, bir kısmı yakalanamıyor nedense. Tabii film o mevzuya o kadar da girmiyor. İsteyen üzerine düşünür. Sosyal bir mevzuyu ille de başka şekilde anlatmak gerekmiyor yani.
Zaten filmin meseleyi anlatışında soğukkanlı bir tavır var. Belki de kaçak göçmenleri değil, Hamit’i başrole koyması da bu yüzden. Neden bu tercih?
T.E: Evet, onun sömürüsünü yapmıyor. Ajite etmiyor yani.
M.Ö.: Olayı bir duygu sömürüsü halinde işlememek tabii ki yapmak istediğimiz şeydi. Sınırın, yani denizin bir araya getirdiği hikâyeleri anlatmak istedik. Bir insan kaçakçısı Hamit. Her şey onun başının altından çıkıyor diye düşünebiliriz ama aslında o da kendi çaresizliklerini yaşayan birisi. Filmin bütün karakterleri aslında sıkışmış ve hiçbirisi yerinden hareket edemiyor. Filmin amacı bu duygu durumunun üzerine gidiyor olmaktı.
Aslında filmin hikâye anlatma derdi yok. Bir atmosfer filmi diyebilir miyiz?
T.E: Hah, işte o yüzden de karakteri veya filmi açıklamak zor yani. Biraz şiir gibi bakmak lazım bu filme. Öyle fazla anlamaya çalışmadan, filmdeki görseller, müzik, ses, oyunculukların hissettirdikleriyle etkileşime geçmek lazım.
M.Ö: Görüntülerin şiirsel şekilde bir araya geldiği bir film. Özellikle ilk 45 dakikası bu şiirsel ritmi takip ediyor. Karakterlerin içerisinde yaşadığı dünyayı seyirciye hissettirmeyi amaçlıyor. Kömürün isini, denizin ne kadar büyük ve vahşi olduğunu hissetmemizi sağlıyor. Ondan sonra olay dizgisi başlıyor.
Bir filmde ses tasarımı çok ön plana çıktığında “Gerçekliğe çok müdahale var” diye eleştirilir ya, sizin filmde ses tasarımı ve müzik inadına birer yabancılaştırma unsuru sanki. Neden?
M.Ö: Biz ses tasarımının seyirciyi gerçeklikten koparmasını da istedik zaman zaman. Müzik de genelde filmlerde fon olarak kullanılıyor. Bizim istediğimiz, filmin ses tasarımı ve müziğinin iç içe girmesi ve birbirinden ayırt edilememesiydi. Görselliğin yanında fon şeklinde duracak bir şey değil, görseli tekrar yorumlamamıza sebep olacak bir ses ve müzik birlikteliğiydi amaç. Böylece filmin hem görsel hem de işitsel, bütünlüklü bir algı oluşturmasını istedik.
LOST’TAN KUMUN TADI’NA
Mira Furlan
Bundan birkaç sene önce tüm dünyaya hastalık gibi yayılan Amerikan drama televizyon dizisi ‘Lost’un Danielle Rousseau’su olarak tanıdığımız Mira Furlan, Kumun Tadı’nda Hamit’in aşk yaşadığı botanik bilimci Denise rolünde. Filmin senaryosuyla Furlan’ın kendi yaşam hikâyesi arasında güçlü bir benzerlik var. Çünkü o da savaş yüzünden ülkesinden kaçmak zorunda kalmış bir mülteci. Denise rolünü kabul etmesi de bu yüzden. Furlan’ın hikâyesini Melisa Önel anlatıyor: “Mira eski Yugoslavya’da yaşayan Hırvat bir oyuncu. Oranın aslında hem tiyatro hem de sinema starlarından birisi. Emir Kusturica’nın filmlerinde falan oynamış. Savaş çıktıktan sonra şiddete maruz kalıyorlar ve kocasıyla birlikte kaçıp Amerika’ya sığınıyorlar. Orada yaşıyor olmasına rağmen ülkesinden kopmuş olmak onun için çok büyük bir kırılma.”