Başarılı oyuncu, hekimlik mesleğinden yazarlık, oyunculuk ve yönetmenliğe uzanan sanat yolculuğunu, aile hayatını, dostluklarını, sanat camiasını ve sinema ile edebiyata dair düşüncelerini AA muhabirine değerlendirdi.
Oyunculuğunuzun yanı sıra kaleme aldığınız kitaplar da dikkati çekiyor. Öncelikle sizi yazmaya iten güç, motivasyon nereden geliyor?
"Epeydir yazdığımı son 'Velhasıl' kitabımda fark ettim. Bazı şeyleri fark edemiyorsunuz. Yani ömür akıp gidiyor önünüzden ve siz ara ara bazı çok somut gerçeklerle ancak bir vesileyle karşılaşıyorsunuz. 'Velhasıl' kitabının içeriğini oluştururken, kıyıda köşede kaldığını bildiğim ve üslubumun gelişmesini, yazın serüvenimi de sanki okurla paylaşabileceğim öykülerim vardı. Tarihlerine baktım 1984-1985'te yazmışım. İlk öyküm 'Mesela' 1990'da yayınlanmış. 1993-1994 yıllarında 'Şizofreni' dergisinde 4-5 yazım yayınlanmıştı. Allah Allah, dedim. Aradan 35-40 yıl geçmiş ve ben bu meselelerle 35-40 yıldır uğraşıyorum. Yaşım da az değil tabii ama erken zamanlarda fazla okumuş olmam çok önemli bir faktör. İlkokul üçüncü sınıfta yaşadığım bir olayı bir yazımda esprili biçimde anekdot olarak aktarmıştım. Kemal Tahir'i okuyorum, eve gelen bir öğretmen, komşumuz, rahmetli oldu, babama ısrarla onu okumamamı, okutmaması gerektiğini, çünkü kitabın ağır olduğunu söylüyordu. Kitabın ağırı falan olmaz bence. Bu yüzden klasiklerin kısaltılmasına falan da fena halde karşıyım. Kendimden biliyorum. Bütün Jules Verne'leri, Victor Hugo'ları, birçok klasiği ilkokulda, ortaokulun ilk yıllarında falan okuyordum ben."
"Kütüphaneye gittiğim ilk günü cennete düştüm diye tarif ederim"
Peki bir mesele mi oldu, birisine mi özendiniz yoksa kendinizi bildiğinizden beri mi böylesiniz?
"Kendiliğinden olmuştur belli ki ama onu hazırlayan bir takım faktörler var. Neden? Birincisi çiftçi bir aile, ondan sonra gazozculuk yapan esnaf ve kalabalık bir aile. Benim önümde 3 tane ağabey, babaanne, anne ve baba var ama kimse size dönüp bakmıyor. Sadece sofrada belki varlığınızdan haberdar olunuyor ya gazozhanede ya da dışarda çalışırken. Biraz da işçi lazımken hatıra geliyorsunuz. Çocukluk o anlamda bir cennet değil taşrada. Ama ilkokul öğretmeniniz vesile olmuş sizi Avanos halk kütüphanesine götürmüş. Bir anda orada bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Şu yaşadıklarınızdan maada -onun dışında- ondan çok daha gerçek, güzel, size hayal kurma şansı tanıyan ve sizi mutlu eden, iyileştiren bir şey var; kitaplar... Kitaplardaki kahramanlar, onların birbiriyle olan meseleleri ve sizin onları adeta bir röntgenci gibi izleyebilme şansınız, orada yeni oluşturduğunuz bir muhayyile, kendinizle karşılaştırmalarınız...
Çocukluğumda ve hala en çok yaptığım şey, uyumakta zorlandığımda Robinson Crusoe okurum. Kendimi hep bir adada tek başına kalmış, yaşamaya gayret eden bir adam gibi tahayyül ederim.
Belli ki şimdi çok da hani olanakların olmadığı bir çocukluk, belki soğuk bir oda, belki de sıkıntılarınız var ve büyümekte, büyüdüğünüzü anlamakta zorlanıyorsunuz. Aynı zamanda bir sürü karışıklık var. Kime danışıp nereden ilham alacaksınız? Kitaplardan başka size kendinizi, yalnız olmadığınızı, bu dünyada sizden başka da birilerinin olduğunu hatırlatan ne olabilir? Kitaplardaki kahramanlar, sizden öncekilerin yazdıkları ve yaşadıkları... Bu yüzden ben kütüphaneye gittiğim ilk günü cennete düştüm diye hep tarif ederim. Bir cennete düştüm ve ondan sonra hiç çıkmak istemedim oradan. Kitaplarla birlikte olgunlaşıyorsunuz da. Kitaplar sizin dünyayla olan ilişkinizde reflekslerinizi keskinleştiriyor."
Erken mi olgunlaştınız peki?
"Bizim kuşak için genel anlamda söyleyebileceğimiz bir şeydir bu aslında. Biraz da ülkenin sosyopolitik koşulları nedeniyle belki. 1959 doğumluyum ben. Taşrada ilkokul, ortaokul ve lise bittikten sonra Ankara'da üniversiteye başladım. 1976-1977 yılları, 1980 darbesinin öncesi, darbe koşullarının da hazırlandığı yıllardı. İç savaş koşullarıydı daha doğrusu. O yüzden sanki sadece kendi bireysel yolculuğumuz değil, ülkeye dair de mutlaka bir şey yapmak zorundaymışız gibi yaşıyorduk. Erkenden ülkeye dair yönetsel bir takım önerilerde bulunuyorduk. Bu ister istemez yeni sorumluluklar yüklüyor. Belki daha çok okumak, daha çok sabretmek ya da daha çok itiraz etmek gibi, kişiyi büyüten bir yolculuğa itiyordu."
"İyi bir okur, matematik, fizik, coğrafya ya da psikolojiye de vakıf olur"
Peki o süreçte hekimlik mesleğini tercih etmenize ne sebep oldu?
"Çok okumak sizi bileyen bir şey. Sezilerinizi de sanki keskinleştiriyor, bileyliyor. Böylece aslında öğrenmeyi öğreniyorsunuz. Bence iyi bir okurun, iyi bir kitap kurdunun matematiği de fiziği de iyidir, psikolojiden de anlar, coğrafyaya da vakıf olur. Bende gelişen oydu. Çok başarılı bir öğrenci oldum böylece. Ortaokul ve liseyi hep başarılarla bitirdim. Üniversitede de benden beklenen 'Okul birincisi. Ne yapacak? Avanos'un medarı iftiharı nereye gidecek, ne olacak' sorularıydı. İlk üniversitem Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi. Mülkiyeli olmak önemliydi çünkü. Orta Anadolu'nun taşra çocuklarında siyasalın, mülkiyenin ayrı bir yeri vardır. Kaymakam, vali, büyükelçi, bürokrat, iyi bir memur olmak isterler.
Siyasaldan sonra biraz da babamın itirazlarıyla yeniden sınava girdim. İzmir Ege Üniversitesi Diş Hekimliğinde okudum. Tıp fakültesi benim üçüncü okulum. Tekrar sınavlara girdim ve tıp fakültesini kazanıp devam ettim. 1984'te mezun oldum. Mecburi hizmet de devam etti gitti. Yani taşrada doktor anne babası olmak iyi gelir anne babalara. Yani hastalandıklarında bakacaktır, bir de doktorların parası olur falan. O yüzden rahat edeceklerini düşünürler."
"Ben bu hikayelere aşık bir adamım"
Bu hayatta pek çok arkadaşınız, seveniniz, hayranınız var. Özellikle 'Çukur' dizisiyle birlikte son yıllarda oldukça popüler hale geldiniz ve seviliyorsunuz. Fakat merak ediyorum hiçbir 'dost'a sahip misiniz? Tabii, çok dostum var. Dostluklarının, dostlarının peşine düşen bir adamım yani arayıp bulur, sorar, zorlar muhabbete davet ederim. Uzun sofralarda mutlu olan birisiyim. Fakat çağın dayattığı şeyler de var tabii. Buradaki yaşam koşullarının, İstanbul'un birtakım pratik zorlukları da var, ister istemez. Eskisi gibi olamıyor. Öğrencilik, ilk gençlik yıllarının rahatlığı yok. Daha fazla sorumluluklarımız var. Ama bu dostlukların kıymetini azaltmıyor.
Çok fazla insanla hemhal olmanın getirdiği zorluklar meselesiyle ilgili şunu söyleyebilirim. Ben zaten hayatımda hep çok fazla insanla meşgul olan bir adam oldum. Çünkü ben hekimim. 23-24 yaşlarında hekim olarak Anadolu'da mecburi hizmet yaparken günde herhalde 100-150 hastayı muayene ediyordum. 100 küsur insanın hikayesini dinlemek durumundaydım ve bu yıllarca sürdü. Hekimlik çünkü hikaye dinlemektir. O size anlatacak ki siz onun içerisinden seçeceksiniz. Hasta bir de her şeyi anlatır. İşinize yaramayacak gibi gözüken şeyler de anlatır.
Ben bu hikayelere aşık bir adamım bir tarafıyla da. 'Peri Gazozu'ndaki hikayeleri de 'Bir Zamanlar Anadolu'da filminin hikayesini de ben hastalarımla muhatap olduğum, onları izlediğim ve onlarla hemhal olduğum için çıkarttım, koydum, yazdım. Herkesin hikayesi çok kıymetli ve herkesin hikayesi ağır, en az kendi hikayeniz kadar. Ben biraz işin pratiğinde bunaldım diyebilirim. Çünkü bir tane adam var ve bir sürü iş yapmak zorunda. Ama asıl işi bence hala çok okumak olan bir adam olmalıyım ki ben o yazdıklarımla, oyunculuklarımda da oradan beslendiğim için eninde sonunda o okuduklarım ve yazdıklarımla kendisini gösterebilen bir adamım. Vakit bulamazsam, sistem kaynaklarımı kurutursa benim söyleyecek lafım da kalmaz, yazamam da daha. Bu yüzden İstanbul'dan taşınmaya karar verdim. Kendime zaman ayıracağımı düşündüğüm ve biraz daha kendimle baş başa kalacağım bir hayat var İzmir, Urla'da. Bir de oğlan İzmirli olsun, Alsancak çocuğu olsun istiyorum gizliden gizliye."
"Bilgelikle mücehhez olmuyorsa bilgi, bir yükten ve çöpten farksızdır" Anne ve babanızdan hayata dair öğrendiğiniz bir şeyi paylaşır mısınız bizimle? "Tabii çok. Yazıyorum da. Bunları paylaşmaktan çekinmeyen birisiyim çünkü buradan kendimce dersler çıkartıyorum. Mesela annem okuma yazma bilmezdi. Avanos, İstanbul ve İzmir dışında başka bir yer de görmedi, bilmedi hayatı boyunca ama tanıdığım en bilge kadındı. Sıkıştığım zaman başvurduğum, hikayelerimle ve edebiyatla ilgili akıl danıştığım, hikayelerimi onunla konuştuktan sonra bitirebildiğim bir insan. Bu ona nereden geldi, yerleşti acaba? Nasıl oluşturdu bunu?
Babam da ilkokul mezunu bir çiftçi. Sonuçta esnaf olarak hayatını tamamladı, Bağ-Kur aylığıyla da bu dünyadan ayrıldı gitti. Hayatım boyunca hatırladığım, çok somut üç-beş cümlesi vardı. Eninde sonunda benim de yıllar sonra keşfedip, 'Budur galiba, bundan başkası yoktur', dediğim üç beş cümleden başka bir şey yokmuş meğer hayatta ve babam bunu biliyormuş. Yalan söyleme, kul hakkı yeme, dürüst ol, yoksulun yanında dur. Son derece sıradan gelebilecek cümleler aslında. Bize ilk gençlik yıllarımızda, 'Bu mu, bu kadarcık mı?' dedirten bu önermeler onlarda nasıl oluşmuştu?
Bilgelikle mücehhez olmuyorsa, modern hayatın hızıyla birlikte, artık ulaşabileceğimiz birçok kanalın açık olduğu 'bilgi' denilen şey, aslında bir yükten ve çöpten farksız. Bu yüzden annem, babam ya da babaannemle yaşadığım bütün hatıraların ısrarla altını kazıyıp ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Yani, 'Bu fotoğrafta başka bir şey daha vardı' ve 'Ne demişti bana o gün? Ben ne yapabilirim?' Babam parkinsondu. Annem Avanos'ta babamın baş ucunda beklerken, ben buradan arıyorum telefonla. Onların çevirmeli telefonu vardı evde. Annem telefonu 'Kuzum Ercan' diye kaldırırdı. 'Anne başkasıdır belki. İlk ben mi alo dedim?' derdim. 'Oğlum senin telefonunun zili başka türlü çalıyor.' derdi. Büyük bir ihtimalle büyük ağabeyim aradığı zaman onun telefonu da ona göre çalıyor. Bütün telefonların zili aynı çalmaz mı? Bütün telefon zillerinin farklı çalabileceğine olan inancımızı kaybettik bence. Bence sıkıntı burada. Mesele telefon zilinde değil, bizde. Böyle bir şey var yani. Ercan'ın ziliyle, Erhan'ın ya da Mustafa'nın zili farklı çalabilir..."
Ayrı çalıyor olabilir mi? "İhtimaldir ki ayrı çalıyordur çünkü o İzmir'den arıyor ben İstanbul'dan arıyorum. Belki o tını annemin sezilerinde başka bir yerde çınlıyordu.
Şu koltukta oturdu uzun bir süre, rahmetli olmadan önce. Onun köşesiydi orası. Sık sık sorduğu sorulardan birisi de şuydu;
ezan okundu mu? Ezan bazen duyulmuyordu çünkü. Bir süre sonra şunu keşfetti kendisi, ışık nasıl bir yere düşüyorsa buradan o ışığın düştüğü yere, yani bin yıl önceki gölge üzerinden saati icat etti. Oradan bakıp, kalkıyordu ve arkasından ezan okunuyordu. Annem oturduğu yerden güneşin salona düştüğü yerden saati yeniden icat etti. Ben biraz bu hikayelerin bizim bu dünyayla, yaşadığımız bu tuhaf münasebetsiz ilişkiyi düzelteceğine, terbiye edeceğine inanlardanım."
Peki ya tersinden bakacak olursanız, oğlunuzdan öğrendiğiniz bir şey var mı? "Var tabii. Birincisi zor zanaatmış babalık. Yaşadıkça, karşılaştıkça fark ediyorsunuz. İkincisi, o bir bireymiş, tek başına ve benim ona dair yapabileceğim şeyler epeyce sınırlıymış maalesef. Belki de maalesef dememeliyim yani belki de işin hakkaniyeti bu. Benim dışımdaki bileşenler en az benim onu etkilemek istediğim kadar çok etkiliyor galiba, televizyon, sitedeki arkadaşları, okulu, okuldaki öğretmenleri, sınıf arkadaşları. Kendi yolculuğunu sürdürüyor. Benim ebeveyn olarak herhalde en sonunda geldiğim yer şu, ona şefkat ve güvenden başka bir şey vermeyi abartmamalıyım. Veremeyebileceğimi, veremediğimi o ne kadar alabilecekse, bunun kendi kararı olduğunu ve bunu çoğu zaman bizim hiç belirleyemeyeceğimizi gördüm. Yani hem bir 'Hay Allah' var biraz hem de böyle bir birey kendi başına büyüyor. Ben onun şefkat ve güven tarafında yer alayım. Biraz da dışarıdan birisi gibi onun büyümesini seyredeyim. O da insana çok saadet veren bir şey."
"Belleğin evi insanın kalbidir" Anı, bellek, hatıra ya da geçmiş, şimdi ve gelecek gibi zamanın bölümlerine dair farklı yaklaşımlarınız olduğunu biliyoruz. Nevşehir'de doğdunuz. İzmir'de öğrencilik yıllarınız geçti ve yıllarca Anadolu'nun çeşitli yerlerinde çalıştınız. Yurt dışına pek çok ziyaretiniz oldu. Uzun zaman İstanbul'da hem hekimlik hem de kültür sanat alanında aktif yer aldınız. Geriye dönüp baktığınızda hayatınızı geçirmekten en mutlu olduğunuz parçası hangisiydi acaba? "Öncelikle bellekle ilgili bir kaç şey söylemeliyim. Sinema çok tetikleyen bir şey bunu. Sinema sanatı, senaryo, kameranın önü, arkası ve seyirci olarak da sinemayla kurduğunuz ilişki baştan sona, zamanla olan mesele yüzünden. Sinema zamanı durduran, mühürleyen bir sanat çünkü. Yani kaybolduğunu zannettiğiniz bir şeye sinemayla tekrar yeniden sahip oluyorsunuz. Bu çok kışkırtıcı. Bir kere insanın çok hoşuna gidiyor ve çok ilham verici. Ama insanın bütün meselesinin yani içindeki bu varoluşsal sıkıntısının sebebinin geçip giden zaman olduğunu zaten hızla anlıyorsunuz. Yaşınız hızla kemale eriyor ve evet uzaktan gözüküyor mutlak son. Meğer her şey aslında bizim zamana dair kurduğumuz hayallermiş, yani biz öyle zannetmişiz.
Sonra bugün, geçmiş ve gelecekle ilgili bir takım çıkarsamalara varıyorsunuz. Bana göre gelecek diye bir şey yok. Daha doğrusu, bana göre şimdi diye bir şey yok. Şimdi, geleceğin geçmişi. Siz kapıdan girdiğinizde şimdi gibi gözüken şey çoktan geçmiş oldu, gitti. Bu o zaman meşgul olduğunuz şeyi ve dünya ile kurduğunuz ilişkiyi daha kıymetli hale getiriyor. Bir şeyi yazmak, çizmek, oynamak veya yönetmek eylemlerinde çok önemli bu. Çünkü anın kıymetini bildiğinizde, o an sıradanmış gibi gözüken şeyin mucize gibi bir şey olduğunu ve onun sinema olmaya, yazılmaya değer olduğunu düşünüyorsunuz. 'Bir Zamanlar Anadolu'da' filminin konusuna baktığınızda bir grup bürokrat gece sabaha kadar Anadolu'nun ortasında ceset arar. Bu niye evrensel olsun ki? Bu bir İtalyan'ı, Fransız'ı, İngiliz'i niye ilgilendirsin. Demek ki insanlığın evrensel bir takım dertleri var. Bu Anadolu'nun ortasında bir yer de olabilir, 1890'da Moskova'nın uzak bir köyünde Çehov'un anlattığı bir hikayede de karşınıza çıkabilir.
Anılar ya da yaşadığımız şeyler niye bu kadar kıymetli? Bellek dediğimiz şeyin bence beyinle bir ilgisi yok. Belleğin evi, insanın kalbidir. Ben bir hekimim. Nöroloji okudum, teknik anlamda neyin neye dönüştüğünü, neye yol açtığını üç aşağı beş yukarı anlayabiliyorum. Ama belleğin kendine ait bir iradesinin olduğunu bana tıp fakültesinde öğretmediler. Belleğin kendisine ait bir iradesi varmış meğer ve biz onu çoğu zaman fark etmiyormuşuz. Meşhur bir anlatım vardır; bellek, evinizdeki köpek gibidir, bazen gider, siz hiç istemeden salonun köşesindeki terliği alır getirir önünüze bırakır. 'Nereden geldi bu aklıma?' lafını söyleten eylem bu aslında. Ya bu benim aklıma nereden geldi? Nereden geldi sizin aklınıza o? Demek ki o sizin kalbinizde bir yerde duruyor. Bu yüzden belleksizlik, anısızlık, unutmak, geçmek çabucak bir şeyleri artık hayatınızdan çıkartmaya çalışmak vicdansızlık gibi geliyor bana. Bence onlara sahip çıkarak, onların sizi büyütmesine, belki bir parça acıtarak, yaralayarak olgunlaştırmasına müsaade etmelisiniz. Başka türlü nasıl bir ilişki kurarsınız ki bu dünyayla?
Biraz modern dünyanın meseleleri de bizi zehirliyor diye düşünüyorum. Çabucak unutmak, vazgeçmek, acı çekmekten korkmak, yaralanmaktan çekinmek, bunun panzehiri tam tersi hatırlamak ve o acıyı içselleştirmektir. Bir acı birinin başından geçmemişse, o, başkasının acısını nasıl anlayabilir? Elini sobada yakmamış birisi bir başkasının yanık acısını anlayamaz kolay kolay. Tıp fakültesinde bize en çok söylenen şeylerden birisi de yanık hastaları geldiği zaman hiç bir şey yapmayın önce acısını dindirmeye çalışın idi. Önce acısını bir dindirin sonra yanığın tedavisine geçersiniz.
Sinema da böyle değil midir biraz? Senaryolar da böyle yazılmaz mı? Kendi hikayesini bilmeyen başkasının hikayesini anlatamaz çünkü. Bu yüzden bellek, anı meselesi dönüp dönüp her seferinde altını çizdiğim kavramlar ve o hep devam edecek. Sorunun tam olarak da cevabı galiba 'çocukluk'. Yani bu her ne kadar bir cennet değildi desem de daha sonrasıyla karşılaştırdığımda en saf, en umutlu, en kirlenmemiş, en coşkulu altın çağ."
"Hasta size inanmazsa reçeteniz bir işe yaramaz, edebiyat da böyledir" Hem toplumun bu kadar içerisinde hem de ondan soyutlanıp üst bir bakış geliştirebiliyorsunuz. Sosyal bilimlerde önemli bir problem olan teori ve pratik arasındaki bu gerilimi aşmayı nasıl başardınız? Bir başka deyişle Türk toplumunu nasıl bu kadar iyi tanıyorsunuz? Başarabiliyor muyum, bilmiyorum? Bu çabayı biraz da farkında olmadan belki de gerçekleştiriyorum. Yani bana iyi geldiği için böyle davranıyorum açıkçası. Başka türlü davranmayı bilmiyorum ben. Bunu manipülatif bir şey gibi yaptığımı fark edersem de kendimden utanır, hicap duyarım çünkü samimiyetsizliktir bu. Yaptığım işlerle ilgili hekimlik dahil, teknik bir mevzu gibi gözükse de hasta hekim ilişkisi, baştan sona, güven ve samimiyet üzerine kurulu bir ilişkidir. Hasta size inanmazsa reçeteniz bir işe yaramaz. Yani onun sizinle iş birliğine razı olması gerekir. Edebiyat da böyle. Okurla aranıza mesafe koyarak, başka bir yerden bakarak, edebiyatın size bahşettiği bir iktidar varsa eğer ona da güzelce yerleşerek yazınca, yazdıklarınızın ne karşılığı olabilir ki Allah aşkına. İyi bir edebiyatçının, ressamın ya da yönetmenin işini çok iyi yapan bir öğretmenden ya da bir ayakkabı tamircisinden ne farkı olabilir ki? Sahip olduğumuz şeyler, eğer varsa yeteneklerimiz bize imtiyaz tanımamalı, ayrıcalık bahşetmemeli. Yükümlülük koymalı önümüze. Yani biz o yükten ağırlaşmalıyız diye düşünüyorum. Yoksa onu bir iktidar aracı haline getirdiğinizde zaten muhatabınız sizi hızla fark eder. Okur ya da seyirci sizin aslında bu konudaki samimiyetsizliğinizi çabucak anlar ve sizden vazgeçer. Bu ilişkiyi sürdürmek istiyorsanız ona karşı dürüst olmalısınız."
Milletlerin kendilerine has huyları, kültürleri vardır? Sizce Türk toplumunun öne çıkan belirleyici özelliği nedir? Bir kelimeyle tarif edecek olsanız hangisi olurdu?
"Toplumların kendilerine ait özelliklerini, o coğrafyada öne çıkan bir takım farklılıklarını doğal karşılıyorum ve bunların zenginlik olduğuna inanıyorum. Coğrafyaya iman eden birisiyim. Yani bir toprağın insanı olmak hakikaten birçok kimlikten önce gelir. Bizdeki 'Memleket nere hemşehrim'in lafının aslında çok güçlü bir alt yapısı olduğunu düşünüyorum. Uçlarda yaşayan ve ergen bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. Babayla ilişkisi gibi toplumun devletle, yöneticilerle ya da dünyayla ilişkisinde hem nefret ediyoruz hem kızıyoruz hem aslında onsuz yapamıyoruz. Hem sevilmek istiyoruz onun tarafından, övülmek, zafer duygusu yaşamak istiyoruz, ama bir yandan da onunla yapamıyoruz."
Türk Sinemasının temel sorununu hikaye olarak tanımlıyorsunuz. Sizce bir hikayeyi başarılı kılan konusu mudur, yoksa onun işlenişi mi?
"Sinemada sorunun hikaye olduğunu değil de senaryo olduğunu söylemişimdir. Senaryoda da asıl meselenin duygu olduğunu düşünürüm hep. Hikaye diye ilk başta algılanan şey entrikadır. Yani onun karmaşıklığı, çatışmanın çokluğu ya da bir çeşit roman örgüsü gibi bir şey... Pek onun peşinde olmadım yazdığım senaryolarda. Bir fikrin, duygunun peşinde oldum hep. Küçük bir mevzuda bile çok derin bir fikri işleyebilirsiniz. Yine konuşurken sözünü ettiğim farklılıklar, ortaya tuhaflıklar çıkartıyor. Biz de onları anlatıyoruz sanki. 'Bir Zamanlar Anadolu'da' filmi mesela, oradaki her karakterin bir gecede kendini açık eden kendi geçmişlerinden oluşan hikayeleri var. Ama hepsi orada yol boyunca yanlarında taşıyorlar o hikayeyi. Hepimiz öyle varoluyoruz. O yüzden kişinin kendi duygusu, dünyayla ilişkisi daha kıymetli."
Sinema deneyiminize Nuri Bilge Ceylan filmleriyle başladınız. Nasıl bir araya geldiniz? Böyle bir başlangıcın avantaj ve dezavantajı olarak nelerden bahsedebilirsiniz?
"Çok şanslı bir yerden başlamama vesile oldu. O yüzden avantaj olduğunu düşünüyorum hep. Çünkü işini iyi bilen, işinde belli bir birikimi sağlamış bir isimle, kendi yolculuğunu sağlam adımlarla sürdüren bir isimle yol arkadaşlığı yaptım bu iki filmde. 'Üç Maymun' benim ilk senaristlik, kamera önünde ilk oyunculuk deneyimim. Bu yüzden çok önemli. Ama bunun hakkını verecek bir çalışkanlığı da gerçekleştirmeliydim. Bu yüzden kendimi çok sorumlu hissettim. Bir Zamanlar Anadolu'nun güncesi olan kitabım 'Evvel Zaman'da bazen kendi yazdıklarımı okurken bile takip etmekte zorlandığım günler oluyor. '6.00'da set bitti, çıktım kafamı suyla yıkadım. Uyumak için eve geldim, 9.00'da antropoloji dersine katıldım. Eve döndüm, akşama tekrar yola çıktım. Poyraz'ı sevdim. Yolda şuraya uğradım...' gibi. Yani onun hakkını vermek zorundaydım. 'Üç Maymun' ve 'Bir Zamanlar Anadolu'da senaryo yazım süreçleri yine benim en çok kitap okuduğum dönemlerdir. Film izleyip kitap okuyacaksınız ki yeni bir şey var mı, nereye yoğunlaşmışsanız oraya dair acaba yeni ilham kapıları açılır mı? sorularına hazır olacaksınız. Bunlar çok önemliydi. Buna uygun birisiydi Nuri Bilge Ceylan da işini hakkıyla yapan ve çok sıkı çalışan bir adamdı. Bu yüzden iyi bir beraberlik olduğunu düşünüyorum."
'Bir Zamanlar Anadolu'da filminin hikayesi hekimliğiniz sırasında yaşadığınız bir olaydan esinlenerek yazıldı ve siz de senaryo ekibindeydiniz. Film bittiğinde yaşadığınız o geceye ne kadar benzemişti, yeterince aktarabildiğinizi düşünüyor musunuz?
"Üç Maymun'da defterime aldığım notlarıma baktığımda, şöyle bir şeye karar vermiştim; 'Bir daha birileriyle böyle bir çalışma yaparsak eğer ya da yalnız bir senaryo çalışmasına girersem, bu süreci her gün yazayım.' O günlerde yaptığım antropoloji doktora eğitimi de bana ilham veren bir şey oldu. Çünkü antropolog sahada sürekli not alır. Katılarak, gözlem metoduyla sürdürür çalışmasını. Bu yüzden 'Üç Maymun'dur, 'Bir Zamanlar Anadolu'da'yı günce olarak yazma sebebim. 'Bir Zamanlar Anadolu'nun hikayesini yazmaya başladığımızda devam edip etmeyeceğimiz belli değildi. Yani bu günce hiçbir zaman ortaya çıkmamış da olabilirdi. Bu yüzden günce, kayıt çok önemli ve keşke daha çok yapılsa. Keşke her yönetmen buna cevaz verse."
Son filminizde de yaptınız mı?
"Yaptım, nasipse günce diye yazdım. Öğretici, ders verici, öğrenciler ve profesyoneller için de bir kaynak aynı zamanda. Nuri Bilge ile 'Üç Maymun'dan sonra tekrar çalışacağımızı düşünüyordum, fakat onun aklında başka bir film varmış. Ben de biraz ısrar ediyordum 'Bir Zamanlar Anadolu'da' filmi üzerine çalışmak için. Ardından bana bunu niye çekmemiz gerektiğini sordu. Ben de dedim ki, o gece ben başka bir adam oldum. Yani basit bir hikaye gibi gözüken katiller ve bürokratlarla sabaha kadar bir yolculuk yaptım. Sabahleyin başka birisiydim ben.
Senaryoların yüzde 30'unu çekebilirseniz o yüzde yüzlük bir başarıdır diye bir laf vardır. Filmler, kurguda, masada, sette sürekli değişebilir. Bu yüzden film baştan sona yönetmenin rüyası ve dünyasıdır. Elbette bu hikayeyi bir başka yönetmen de çekebilirdi ama Nuri Bilge'nin çekmiş olması filmi bu kadar güçlü hale getirdi kuşkusuz. İyi bir beraberlik olduğunu söyleyebilirim. Film çekerken Allah'ım inşallah iyi bir şey yaparız ve utanılacak bir şeyin içerisinde olmam diye düşünüyordum. Güzel bir sonuç aldığımızı düşünüyorum. Bir Zamanlar Anadolu'da benim de Nuri Bilge Ceylan'ın en sevdiğim filmidir."