Kerem Akça yazdı
Oluşturulma Tarihi: Mart 04, 2019 16:24
7-17 Şubat 2019 tarihleri arasında düzenlenen 69. Berlin Film Festivali, “Synonymes”in zaferi ile noktalandı.
Peki ya 16 ana yarışma filmi arasında en öne çıkanları ve hayal kırıklığı yaratanları hangileriydi?
Berlin
Film Festivali, dünyanın en önemli üç film festivali arasında sayılıyor. Ama özellikle son dönemde ‘yarışma’ açısından iz bırakamıyor. Seçkisine bakınca da yan bölümlerin
Altın Ayı yarışmasından iyi olduğu, genelde Sundance’e paralel filmlerin iz bıraktığı bir şekilde noktalanıyor. Bu sene de benzer bir durum yaşandı. “Büyük Budapeşte Oteli” (“The Grand Budapest Hotel”, 2014) , “Çocukluk” (“Boyhood”, 2014), “Köpek Adası” (“Isle of Dogs”, 2018) gibi ağırlığını hissettiren bir Amerikan filmi de yoktu bu kez…
Yarışmaya ‘Alman sinemasının değerleri’ damga vurdu. Fatih Akın’ın “The Golden Glove”un (“Der Goldene Handschuh”, 2019), yönetmenin buradan zaferle ayrılan “Duvara Karşı”sından (“Gegen Die Wand”, 2004) bu yana en iyi ve zinde yapıtıydı. Yarışmaya girmesi şaşırtmadı. Düzgün çekilmiş, Scorsese-Franco etkisi taşıyan ve olgun seri katil filmi, ülke tarihine de Jonas Dassler eşliğinde gerçek bir karakteri ‘Fritz Honka’yı miras bırakacak.
Nora Fingscheidt’in ilk filmi “System Crasher” (“Systemsprenger”, 2019), Almanya’daki devlet kurumunun arızası olarak beliren ‘hastalıklı bir kız çocuk’un izini sürüyor. Helena Zengel’in müthiş performansından güç alan film, “Koş Lola Koş”tan (“Lola Rennt”, 1998) bu yana ülkeden gördüğümüz en iddialı ve yaratıcı kurguyu barındırıyor. Her türlü dayatmaya karşı gelebilen, Almanya’nın bürokratik çürümüşlüğünü topa tutan özel bir eser. Önemli ve genç bir yeteneği duyurmasıyla da anılacaktır. Alfred Bauer Ödülü’nü sonuna kadar hak etti.
Angela Schanelec, 25 senedir yönetmenlik yapan ama anca bu filmiyle ana yarışmaya girebilen bir isim oldu. “I Was At Home But” (“Ich War Zuhause, Aber”, 2019), ‘kaybolan çocuk’ meselesinin üzerine gitse de bunu ‘genel plan’ ve ‘sabit kamera’ üzerine kurulu uzun planlardan destek alan bir mesafe ile yansıttı. Arjantinli Matías Piñeiro’nun Bresson etkili Alman kardeşi gibi gözüktü. Açıkçası reji açısından bakarsak Schanelec, matematiksel başarısıyla ödül almayı hak ediyordu.
Yine ‘çocuk kaybı’nı ele alan Wang Xiaoshuai ise dönemlere yayılarak Çin’in 80’lerinden bugününe uzanan bir aile tablosunu gözlemlememizi sağladı. Aynı kuşaktan Jia Zhangke’de gördüğümüz denemelerin üzerine geçmeyen “So Long, My Son” (“Di Jiu Tian Chang”, 2019) aslında çok da ‘heyecan verici’ bir şekilde noktalanmadı. Açıkçası 180 dakikalık süresi için de ‘niye?’ dedirtti. Ama Xiaoshuai’nin ‘sosyal gerçekçi’ arka planlı minimalist tarzı yakalamak isteyenler için ince detaylara sahipti. Ülke sinemasında onunla birlikte Altıncı Kuşak’a girdiği bilinen Wang Quan’an ise 2006’da egzotik “Tuya’nın Evliliği” (“Tuya De Hun Shi”) ile niye ödül aldığı çözülemedikten sonra burada olumlu açıdan ters köşe yaptı. “Öndög”, Moğol usulü bir ‘minimalist noir’ olarak “Bir Zamanlar Anadolu’da” (2011) ile akrabalık kurarken, sinematografisiyle de büyüleyen bir film. Ama söylemini dinozorlar tarihi üzerinden egzotik bir efsaneye bağlaması ve yörenin sarhoşluğuyla yakın plana geçmesiyle kontrolden çıkabiliyor.
Deneyci Kanadalı yönetmen Denis Côté’nin 16mm çekilmiş, anti-hayalet filmi “Ghost Town Anthology” (“Répertoire Des Villes Disparues”, 2019), açıkçası alt türün unutulup gitmiş değerlerinden destek alan ilginç bir deneme. Quebec’te 215 kişinin yaşadığı ıssız bir kasabada griye bulanmış karakterlerin üzerine giderken, Carpenter’ın “Sis”i (“The Fog”, 1980) gibi 35mm ile çekilmiş alt tür örneklerini akla getiriyor. ‘Lanetli kasaba’ fonlu ‘eski usul’ hayalet filmi, ‘kesişen hayatlar filmi’ formülüyle de iç içe geçen kendi içinde tutarlı bir çalışma. Hans Petter Molland ve Agniezska Holland, roman uyarlaması ve gerçek hikayenin peşine düşseler de ‘popüler sinema’ açısından izlenir işlere imza attılar. Çıtayı yüksek koymayıp ‘ortalama’ dursalar da, ikisinin de yaratıcı kurguları takip etmeye açıktı. Özellikle Holland’ın “Mr. Jones”u (2019) aralara monte edilmiş Vertov efektleriyle görülmeye değer bir tarihi gazeteci biyografisi servis etti.
Nadav Lapid’in “
Synonymes”i ve Marie Kreutzer’in “The Ground Beneath My Feet”i (“Der Boden Unter Den Füßen”, 2019) sadece başrol oyuncularıyla anılacak filmlerdi. İlkinde Tom Mercier’nin ‘Paris’te bir İsrailli’ olarak kavranış şekli hiç de yaratıcı değildi. Onun özgürlükçü bir Fransa’ya girerek, cinsel kimlik arayışını dağınık bir şekilde servis etmesi bir yana, kendi ülkesinin politikasıyla da haşır neşir olması iz bırakmadı. Açıkçası film boyunca koşturan Mercier’nin cinsellikle ilişkisi de boş bir Fransız Yeni Dalgası romantizminden ibaret. Lapid ise ikinci filminde sinemasını ‘entelektüel görünümlü boyutsuz bir kültür farkları komedisi’ ile geriye götürmüş. “The Ground Beneath My Feet”te Marie Kreutzer’in ‘lezbiyen erotik gerilimi’, De Palma’ya ihtiyaç duyan bir havada kalmışlıkla sarılıp Valerie Pauchner’in performansına bel bağladı. Açıkçası LGBT sineması anlamında Isabel Coixet’nin “Elisa y Marcela”sı esas iz bırakan oldu. İki başrol oyuncusu bir yana 20. yüzyılın başında yaşanan ilk lezbiyen evlilik, Medem’in “Ateşli Oda”sındaki (“Habitacicon En Roma”, 2010) kadar yatak hayatındaki tutkuyu yansıtmakta becerikli ve cesurdu. Yönetmenin beklenen başarısı, Yabancı Film Oscarı'nda da bir şeyler yapabilir.
“Ben Titov Veles’denim” (“Jas Sum Od Titov Veles”, 2007) gibi yeni milenyumun en etkili ikinci filmlerinden birini çeken Makedon Teona Strugar Mitevska (“Petrunya”), “Tepenin Ardı” ile “Abluka”yla kendi dilini oluşturan Emin Alper (“Kız Kardeşler”) ve ‘vahşi çocuklar için Gomorrah’ yaratma hedefiyle kontrolden çıkan Claudio Giovannesi (“Piranhas”) hayal kırıklığı yarattı. Yaşlandıkta duygusallaşan Ozon ise bütün geleneklerinin dışına çıkarak hem yarışmanın hem de kendisinin en zayıf filmine imza attı: “By the Grace of God” (“Grace a Dieu”). ”The Golden Glove”, “System Crasher” ve “Elisa y Marcela” en iyi filmlerdi. Bu sene Berlin’den hak edilen bir ‘kadın zaferi’ çıkabilirdi.