Oluşturulma Tarihi: Aralık 16, 2014 15:34
Yine doğdu Tanyıldızı’nda yeni bir anlatıcılığı deneyen, üzerine pek gidilmemiş olan ortaçağdaki eşcinsel din adamlarını anlatan ve trajik bir aşk öyküsüyle boy gösteren Gürsel Korat, Tuğba Çelik’e konuştu.
Romanlarınız hep Kapadokya çevresindeydi. Bundan bir önceki romanınız Rüya Körü ise İstanbul’da geçiyordu. Yine Doğdu Tanyıldızı ile 1300’lerin Niğde’sindesiniz. Bu ani iklim değişikliği neden kaynaklanıyor? Anadolu’ya geri mi döndünüz?
Benim romancılığımda İstanbul istisnadır, Anadolu değil. Bir ara İstanbul’a Rüya Körü “gezmesine” gittim, geldim. Amacım bütün Orta Anadolu’yu romanlarıma yerleştirmenin bir yolunu bulmaktır: İster mekan olarak, ister coğrafi betimlemede estetik bir unsur olarak, isterse de bir dil olanağı olarak. Çünkü yazı anlatıcılığa ve dil işçiliğine dayanır. Anadolu’nun görkemli coğrafyasıyla, sözlü geleneğinden gelen dilsel olanaklarının zenginliği istesem bile uzak duramayacağım bir durumdur.
Zembilli İshak ile Şeyh Nizamüddin arasında geçenlerle Mevlana ile Şems arasındaki tartışmalı aşk ilişkisi bire bir örtüşüyor. Yani geleneksel algıda Mevlana ile Şems Allah aşkı için yan yana gelmiştir. Oysa siz bu ilişkiyi Zembilli İshak ve Şeyh Nizamüddin karakterleri üzerinden basbayağı eşcinsel bir ilişki olarak tanımlıyorsunuz. Bu yorumunuzun getireceği tartışmalara hazır mısınız? Bilindiği gibi ben tanınmış, üzerlerinde çok sayıda fikir belirmiş tarihi kişilikleri yazmayı yanlış buluyorum. Bu hem onların tanınmışlığından yararlanmak gibi bir ahlaki sorun yaratır, hem de asıl olarak kendini bir şekilde ifade etmiş bu kişiler karşısında yazarı istediği gibi davranmaktan alıkoyar. Ben kıyıda köşede kalanları, yoksulları, ünü olmayanları severim. Bu romandaki kimse gerçek bir tarihi kişi değil. Bu nedenle sırtımda yumurta küfesi yok. Ortaçağ’da da ben söyleyinceye kadar yüzlerce kişi eşcinsel ilişkilerin yaygınlığını yazmıştır. Ben yalnızca kral çıplak dedim, o kadar. Hiç kimseyle tartışacak değilim, bunlar roman karakteri, cinsiyetçi bakışlarıyla ulvi dokunulmazlıklar yaratıp, “ama bunlar birer mecaz, eşcinsel ilişki değil” diyenlere “hadi başka kapıya” demekten başka yapacağım bir şey yok. Bal gibi de cinsel ilişki. Bal gibi de bir yazılı iz bırakmış. Ben eşcinselliği yargılamaktan uzak durmanın yolunu ararken, eşcinselliği suçmuş gibi tartışanlarla konuşmam. Ortaçağda homoseksüel, eşcinsel gibi kavramlar olmadığı için, üzerinde hiçbir yargı birikmemiş olan erseven kavramını kurmak benim için defalarca girişilmiş bilgi tartışmalarından kıymetlidir. Yazar tarihi açıklamaz, yazar tarihe bakar ve insanı görür.
Bu roman bir aşk romanı. Bir yazar için zor bir seçim? Neden zor bir
seçim olsun?
Aşk odaklı bir şeyler yazarken insan bildik şeyleri söylemekten ya da aşırı romantik olmaktan, popülist söylem tuzağına düşmekten korkar da ondan...Mı? Anladım. Doğrusu burada aşkı bulanları ve aşksızları görmek birinci sorundu. İkincisi aşık olanların cinsiyetiyle ilgili durumlardı. Bu çetrefil sorun şöyle belirdi, insanlar kadın seven kadınlar, erkek seven kadınlar, erkek seven erkekler ve kadın seven erkekler olarak bölünüyordu. Öte yandan bunların iki yanlı (yani hem erkeğe hem kadına ilgi duyanları, biseksüel olanları) ile aseksüel insanları da işin içine koyunca yalnızca adlandırma konusunda bile uzun bir kriz yaşadım. Sizin sorduğunuz şeyi, söylenmişi yineleme korkusunu ise hiç yaşamadım. Çünkü popülist söylem konuyla ilgili bir sorun değildir, söyleyiş tarzıyla ilgilidir. Ben bu kitapta zaten söyleyişle ilgili başka bir tarz oluşturdum.
Onu sonra soracağım. Önce Zembilli İshak-Şeyh Nizamüddin ikilisinden doğan kötücül aşkın tersine saflık ve mutluluk dağıtan aşk ikilisini kurcalamak istiyorum. Yani Fazıla ile Nurettin’e bir bakalım. Mevlana’nın üvey kızı Kimya ile oğlu Alaaddin gibi değiller mi bunlar? Fazıla o dönemde az görülecek bir kadın tipi. Astronomiden, matematikten, felsefeden anlayan bir kız. Nurettin ise dericiler ocağından. Davul bile dengi dengine denir; ama aralarında bir aşk doğuyor. Sizce bu aşk gerçek mi yoksa Fazıla’nın ve Nurettin’in acı dolu hayattan kaçış formülü mü? Her aşk dengesiz arzuların çarpışmasından çıkar. Fazıla kendine denk birini bulsa ona aşık olabilirdi fakat ortada öyle biri görünmüyor. Oysa Nureddin erkeğin gözüyle gördüğü için kadının güzelliği ona yetiyor, aklıyla ilgilendiği bile yok. Akılla dolu bir baş, hayvan vücudunda yaşıyor; dolayısıyla insanın aşkıyla aklı birbirini tanımlamayabilir. Denklik özellikle aşkta pek görülen bir şey değildir. Her Sokrates’in bir Ksantipesi vardır derler, bu eril yargıya şunu da ekleyebiliriz: Her Hırçın Kız Kate’in yarısı bile etmeyecek zekada bir Petruchio da vardır.
Nureddin’le Fazıla’nın kavuşmaktan başka bir şey düşünmedikleri bir çağda, Romeo ve Julyet gibi, Ferhat ile Şirin gibi bir gençlik evresinde birbirlerinden koparılması asıl acıyı yaratan en derin gerçekliktir.
Bir de aşka uzaktan bakanlar var. Mesela Mihri. Mesela Şeyh Nizamüddin’in karıları. Aşksız hayatı biraz kederli biraz kin dolu tanımlamışsınız. Şunu mu diyorsunuz eşcinsel ya da değil insan aşksız yaşarsa iyi kalamaz mı? N’olcak şimdi aşksız kalanlar ölsün mü? Aşktan ölenler de vardır, unutmayalım. Çözüm şu: Aşk yalnızca aşk olarak yaşanmıyorsa kötüdür. Aşksızlık zaten kötüdür ama aşksız kaldığı için iyiliğe eğilimli olanları da görmeli: Mesud tam da o kişidir.
Zembilli İshak, Fazıla’ya tutuluyor. Böylece bir aşkın karakedisi oluyor. Tek taraflı aşk her zaman zarar mı verir? İnsanın Tanrı’ya, liderlere, annesine ve babasına duyduğu aşk da çoğunlukla tek taraflıdır. Tek taraflı aşk yüceltmeyi de sağlar. Sorun o aşkı yaşayanın iyilik dolu duygularla yaşayıp yaşamadığıdır. Aşk acısında bile iyi insanlar için mucizeler saklıdır.
Zembilli İshak Şems ise Şeyh Nizamüddin Mevlana ise hani şiir nerede? Kaçtınız mı? Hayır yalnızca Celaleddin’le Şems’e benzerliği kabul edebilirim ama benim anlattığım kişilerin onlar olduğunu kabul etmeyeceğim. Şiirden niye kaçayım? Daha önceki romanlarımda kullandım. Bu romanda Nizamüddin ve İshak’ı anlattım, o kadar. Benim kahramanlarım şiir yazmıyor ya da o alanda beceriksizler.
Bu romanda diğer romanlarınıza göre doğa betimlemeleri daha az. Daha çok gökyüzü ve dağlar var. Bu betimsel durgunluk Niğde’nin çorak coğrafyasından mı yoksa karakterlere daha fazla odaklanma arzusundan mı kaynaklanıyor? İkincisi daha doğru. Ben karakterden karaktere zıplayan, tay gibi seken bir anlatımı kovalamak istedim. Niğde’yi hiç betimlemediğim söylenemez fakat izlenim yaratarak değil de sezdirerek ilerledim. Dağları, tozu ve rüzgârı ile Niğde hep beni düşündürmüştür; bir de o güzelim Alaüddin Tepesi,
burçlar, hisar.. Hıristiyanlara bile ilişmedim, çünkü ben ev, han ve emirin konağı arasındaki küçük bir üçgende yaşadım bu romanda.
Yine Doğdu Tanyıldızı biçemsel yenilikleriyle de ilginç bir roman olmuş. Bu romanda daha önce bilmediğimiz bir anlatıcı tipini kullanıyorsunuz. Tarif etmesi de güç. Bir anlatıcı ötekine yaz diyor; ama bunlardan hiçbiri kendi başına anlatıcı değil, beraber yazıyorlar. O zaman siz bu romanı üç kişi mi yazdınız?
Şöyle düşünelim: Eski çağlarda anlatan kişi başka, yazan kişi başkaydı. Üstelik yazanlar başkasının yazdığı şeyi nakleder, bu da çoğunlukla kurmaca olmazdı. Yani öykü yalnızca anlatılır belli bir zaman sonra, ezberlenince yazıya geçerdi. Rönesans’tan itibaren yazanla anlatan kişi aynılaştı, zamanla güçlendi. Ben işte bu romanda bunları ayırdım ve sonra birleşince yazar olarak başka bir kişi olarak yazdığımı hissedip başkalarına da hissettirmiş oldum. Romanı üç kişiyle yazmadım ama üçe bölünüp yazdığım doğrudur.
Anlaşılşan o ki Yine Doğdu Tanyıldızı bir romancının anlatıcıyı teknik açıdan yeniden düşündüğü bir roman. Bu, Türk romancılığına yeni bir katkı. Teşekkür ederim ama bunu başkaları söylesin, ben evet ya da hayır demeyeyim.