Güncelleme Tarihi:
Alper’in tek kişilik gösterilerinin ortak özelliği (ki izlediğim üç gösterisinde de bunu yaşadım) gösteri boyunca güldürüyor, kahkahalar attırıyor ve sonunda hayata dair bir gerçekle vuruyor. Prens olarak, uyuyan bizleri yaşama uyandırıyor hayat öpücüğüyle. Bu zalimliği bize niye yapıyorsun Alper?
(Kahkahalar)
Aut, Barselo, Babamın Oğlu ve Yine Hamileyim oyunlarını yazan, Olur Olur filminde de imzası olan Alper Kul, bu kez yazdığı romanla karşımızda.
Günümüzde gündelik ilişkiler ve sosyal etiketler üzerinden yaşamaya itildiğimiz bu düzende; plazalar, rekabet, hep bir şeylere yetişme telaşı ve kaosunda, tüketim odaklı bir hayattan, sadece insani ihtiyaçların giderildiği bambaşka bir dünyada günlük telaşları ve hesapları sorgulayarak, kendi sesini duyarak, özünü hatırlamak isteyenler, okuduğum ‘Dışarıdakiler’ romanında bunu yaşayacaklar.
İNSANIN, KENDİNİ TASARRUFA SAHİP BİR EFENDİ OLARAK KONUMLANDIRMASI BENİ HEP SİNİRLENDİRMİŞTİR!
Sürpriz yaptınız. Bu kez ekranda, sinemada, sahnede değil yazdığınız kitapla karşımızdasınız. Sahnede mizah, kaleminizden roman çıktı. Oyun yazarlığınızı ve senaristliğinizi biliyoruz. Düşündüren, mesaj veren yazılar bekliyordum kitapta. Bunun yerine roman projesi nasıl gelişti? Bununla başlayalım mı?
İnsanın kendini doğa üzerinde her türlü tasarrufa sahip bir efendi olarak konumlandırması oldum olası beni sinirlendirmiştir. Bu hadsiz duruşla ilgili bir şeyler yazarken buldum kendimi. Tiyatro oyunu mu olur, film senaryosu mu olur bilmeden aldığım notlar vardı başta. Hikayenin roman olarak kendini daha iyi anlatabileceğine kanaat getirdim ve çalışmaya başladım.
Akabindeki süreç nasıl gelişti peki?
Zor bir süreç oldu açıkçası. Karakter analizleri, mekan seçimleri... Bunlar benim bir işi kurgularken en keyif aldığım başlangıçlar. Önce yeri seçip, fotoğraflıyorum. Karakterlere yakın insanlar bulup kaydediyorum. Ortam ses kayıtları alıyorum. Yazım sürecine başlamadan aklımda soru işareti bırakmamaya gayret ediyorum. Olay hangi tarihte geçiyorsa meteoroloji.gov.tr’den o bölgenin iklim değerlerini dahi öğreniyorum. Gece açık havada konuşturacağım insanların kıyafetlerine kadar hakim olmak beni rahatlatıyor. İşin en güzel ve eğlenceli kısmı buralar benim için. Ön hazırlık için Trabzon’a gittim. Olayın geçtiği bölgeyi seçtim. Kayıtlar aldım, hayaller kurdum, kendi kendime eğlendim, geldim.
KAPİTALİST SİSTEMİN ZEHİRLEMEDİĞİ, ORGANİK İNSANLAR VAR!
‘Dışarıdakiler’ kitabı, daha ilk sayfalarda okuru avcuna yani içeriye alıyor. İçeride neler bulacak okurlar?
Kapitalist sistemin zehirlemediği, organik, tertemiz insanlarla tanışacak okurlarımız. 100 yıl öncesinde yaşanan bir heyelanla dış dünyayla tüm bağlantısı kesilmiş bir köye, 100 yıl sona ilk defa dışarıdan birisinin gelmesi ile başlıyor olaylar. Her iki taraf için de çok şaşırtıcı bir karşılaşma bu. Bir kaza sonucu kendini bu vadide bulan bir maden mühendisinin karşılaştığı kültürden etkilenmesi konu ediliyor.
Çocukluğunuza gidelim şimdi. Psikolog gözlemiyle değil, bu kitabın tohumları ta o zaman atılmış ya, o yüzden… Çocukluğunuzdaki o vadiye gidersek; herkesin giremediği o kozada örülenler ve neler hangi durumlardan ve hangi yollardan, hangi rollerden geçti ve bugün elimizde tuttuğumuz kitap olarak karşımıza çıktı?
İnsan yaş aldıkça kendi çocukluk dönemine sevgisi, özlemi artıyor. Yıllar içerisinde biriktirdiği iyi kötü anılar, ilişkiler, hayaller, hayal kırıklıkları bir süre sonra yoruyor insanı sanırım. En korunaklı hissettiğin yıllar çocukluk yılların. Doğalı, temizi en yoğun orada bulabiliyorsun. Haliyle özlem duyuyorsun. Bu hikayenin temelinin atıldığı anlar da sanırım oralara kadar uzanıyor. Anneannemin bahçesindeki ceviz ağacına tırmanmışım, sırtımı kalın bir dala yaslamış, beni bir koza gibi saran açıklı koyulu yeşil yaprakların arasında duruyorum. Tam olarak duruyorum. Yerin en diplerindeki köklerinden, tanrı katına kadar uzanan dallarına, nefes alan yapraklarının kokusuna kadar her şeyi hatırlıyorum. O ağacın beni saran dalları, hikayemizin çocuk saflığındaki insanlarını sarıp koruyan vadinin sert, aşılmaz duvarlarına çok benziyor.
Kötülüğe rastlanmıyor bu vadide.
Vadi, doğaya hükmeden değil onun nimetlerinden faydalanabildiği için şükreden bir grup insanın mutlu, huzurlu, barış içerisinde, alçakgönüllülükle yaşadıkları bir köy. Kendini evrenin ufak bir parçası gibi görüp, tabiatı oluşturan her canlıya ve cansıza saygıyla yaklaşılan, çocukların, kadınların, hayvan haklarının tüm toplumca korunup gözetildiği, yalanın bilinmediği, kimsenin ötekileştirilmediği, paranın değil imece sisteminin kullanıldığı izole bir yaşam alanı. Ama en küçüğünden vadi insanın kendi özünü temiz tutabilmesi hali.
AĞAÇ DALI KESERKEN DAHİ RIZALIK İSTEYENLER YÜREĞİMİ ISITIYOR!
Peki, asıl çıkış noktası?
Ütopik bir köy vardı zihnimde. Başka topluluklarla ilişkisi olmayan, dışarıya kapalı bir toplum. Harici bir etkileşim olmadığı için tamamen kendi kültürünü oluşturabilmiş bir köy. Çıkış noktam bu oldu. 100 yıldır kendilerinden başka kimseyle bir etkileşim yaşamamış mülkiyet kavramı bilmeyen bir köye günün birinde dışarıdan bir adam geliyor. Adamımız da kapitalist sistemin tüm nimetlerinden faydalanmış başarılı bir maden mühendisi. İki tarafın hayat görüşlerinin çatışması, mühendisimizi kendi dünya görüşüyle ilgili bir muhakemeye sürüklüyor.
ŞİRKET İSMİ GEREKİYORDU, İNGİLİZCE HOCAMIN ADINI KOYDUM!
Romandaki karakterlerin tamamı akrabalarınız; babaanneniz, dedeniz, halanız, enişteniz, öğretmeniniz, ilkokul arkadaşlarınız… Kendi kendini yazdıran bu romanla ilgili geri dönüşler nasıl? Neler diyorlar, okuyanlar nasıl yorumluyorlar romanınızı?
Ailemde nev-i şahsına münhasır çok insan var. Yazmasam olmaz diyeceğim insanlar. Halam çok hassas bir kadın. Herhangi bir sebebe üzülüp günde 6-7 kere bayılabiliyor mesela. Rahmetli eniştem de ağları çekerken yakaladığı balıkların ölümüne sebebiyet verdiği için ağlayan bir balıkçı. Gel de yazma. Muhacirlik olarak adı geçen Rus Harbi’nde babaannem Rahime, Trabzon’dan Amasya’ya yürüyerek göç etmiş. Yolda açlıktan ve hastalıktan neredeyse tüm akrabalarını kaybetmiş. Öksüz, yetim kalmış. O dönemleri çok anlattı bana. Ferhat ve Serdar romanda isimlerinin olmasını istedi. Anthony Reithmaier ise İngilizce bir şirket ismi uydurmam gerekiyordu, çok uzağa gitmedim, İngilizce hocamın adını koydum. Onları hikayeye eklemek işi daha sıcak ve gerçeğe yakın kıldı sanırım. Yaşayan bir köy çıktı ortaya. Okurların geri dönüşleri de çok olumlu, şükürler olsun.
“Özümü temiz tutabildiğim bir sığınak” dediğiniz vadiye gidişinizde neler karşınıza çıkıyor her defasında?
Köy halkı, insan ve tabiat ilişkisine Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’nin baktığı yerden bakıyor. 4 kapı 40 makamı kendine yaşam felsefesi edinmiş bir insan tüm yaşamı boyunca iyi ve faydalı bir birey olabilmek için uğraşır. Çevresine dünyayı cennet eder. Ağaç dalı keserken dahi rızalık isteyen bu kültürü düşünmek yüreğimi ısıtıyor.
GÜNÜMÜZ İYİYE GİTMİYOR Kİ, ÖVGÜLER DİZEYİM!
Eskiye özlem, her insana cazip gelen bir güzellik. Sürekli özlenendir eskiler…
E öyle. İyiye gitmiyor ki günümüze övgüler düzeyim. Milyonlarca yıldır var olmuş bir gezegeni birkaç on yıla kalmadan yok etmek üzereyiz. ‘Virüs gibiyiz. Üzerinde tutunduğumuz organizmayı yok edene kadar üreyip, tüketiyoruz. Ta ki tüketecek bir şey kalmayıncaya kadar. O zaman onunla birlikte biz de yok olacağız.
BENİM KURGUMDA İYİ İNSANLAR KAZANIYOR!
‘Derdi olan, sözü olan yazar’ diye bilinir.
E tabii. Bana dert olmuş şeyleri yazıyorum. Benim kurgumda iyi insanlar kazanıyor ama. Yazmak terapi oluyor gerçekten. Derdini bir karaktere yükleyip dile getirebiliyorsun. O karakteri türlü muhakemelere sokup seni yoran konuları havale edebiliyorsun.
BEYNİNİZE HARİCİ DİSK TAKIP KOPYALAMIŞLAR, İNSANLARIN EVLERİNE YOLLAMIŞLAR!
Oyun yazarlığı, senaristliğinizin yanı sıra romanınızda da kalemini çok iyi konuşturan, olumlu çok geri dönüşler aldığınız için de, roman yazmaya devam edersiniz sanırım?
Kanırtmayayım şimdi. Başka konular kafamda dönüyor sürekli. Olgunlaşınca yazarım. Tiyatro oyunu mu olur, roman mı, senaryo mu bilmiyorum. Kendi bilir. Devamı gelsin istiyorum. Çok güzel bir serüven. Kendinize bir dünya kurup onu kitap olarak basmak enteresan bir duygu. Sanki beyninize harici disk takıp kopyalamışlar, insanların evlerine yollamışlar. Kitap şeklinde birilerinin masasında, kitaplığında duruyorsunuz. İstediği zaman açıp sana bağlanabiliyorlar.
SERT GEÇİŞLER BANA ÇOK TATLI GELİYOR!
Mülkiyet kavramı olmayan ütopik bir köyle kapitalist bir maden mühendisinin karşılaşıp kendi dünya görüşüyle ilgili muhakeme yaptıran bu romanınızla finaldeki ters köşenin yanı sıra insanı kendi içine döndürüyorsunuz bir anlamda. Yıllar önce Babamın Oğlu adlı oyununuzda, izleyen bizleri iki saat boyunca kahkahalarla güldürüp, sonunda dan diye vurdunuz, ‘Ne yaparsanız yapın, mutluluk kendi içimizde!’ diyerek. Yani yine içerde bıraktınız, dışardakileri.
Finalde ters köşeye yatıran kurguları seviyorum evet. Yaşanılan duyguları izleyiciye, okura aktarabilmek tüm gaye. Sert geçişler bana çok tatlı geliyor.
ESNEMEZSEN KIRILIRSIN!
Gelelim oyunculuğa… “Tedavi amaçlı bir işimiz var” derken?
Gülmeyi, güldürmeyi seviyorum. Ruh sağlığı açısından çok da önemli olduğunu düşünüyorum. Pandemi kapanmaları sürecinde hepimiz ne olacağını hayal dahi edemediğimiz için çok korktuk. Bendeki kaygı bozukluğu tavan yaptı. Eşim Aylin bir psikolog gibi ince ince çalıştı, yardım etti, yol gösterdi. ‘Esnemezsen kırılırsın. Doğa bizden güçlü olmamızı değil, adapte olmamızı istiyor.’ çerçevesinde konuşmalar yaptı vs, beni rahatlattı.
Geçen yıl pandemi başladığında çektiğiniz komik ve düşündüren videolar dikkat çekti.
O videoları insanları biraz güldürebilmek için çektik. Bize çok iyi geldi. Seferberlik gibiydi o dönem. Biz de bildiğimiz alanda bir katkı sağlamaya çalıştık. Birilerine iyi geldiysek ne ala.
YOK OLANA DEK SÖMÜREN TALAN KÜLTÜRÜNE ÇOK GICIK OLUYORUM!
Güldür Güldür ekranlarda tüm hızıyla devam ediyor. Hayatın gerçeklerini komediyle mizahla harmanlarken, sizi neler acıtıyor en çok?
Doğal kaynakları yok oluncaya dek sömüren talan kültürüne çok gıcık oluyorum. Saygısızlık ayrı bir başlık. Toplum normlarına uymayan bireylerin, toplulukların linç edilmesi, yaşam haklarının ellerinden alınması, kültürlerinin yok sayılması, tek tip toplum mühendisliği, kadına şiddet gösterme acizliği, hiç yol alamadığımız hayvan hakları, din sömürüsü, milliyetçilik üzerinden ayrı bir sömürü, baskı, yasak, sansür, doymak bilmeyen açgözlülük... Var da var. Hepimizin rahatsızlıkları aşağı yukarı aynı.
Oyunculuğun tatmin eden yönünü sorsam…
Güldür Güldür özelinde cevap verecek olursam; insanları güldürmek, mutlu etmek. Bilmediğim, tanımadığım insanlara moral olmak. Hep beraber gülmek, eğlenmek.
ELEŞTİRİLER, YARATTIĞINIZ KARAKTERE DEĞİL SİZE GELİYOR!
Oyuncu olmanın en zor yanı ne peki?
Ürün sizsiniz. Eleştiriler, yarattığınız karaktere değil size geliyor. Çoğu zaman çok sert eleştirilere göğüs germek zorundasınız. Psikolojinizi yönetmeniz her zaman kolay olmuyor.
Birkaç yıl önce izlediğim ‘Yine Hamileyim’ esprilere ve güldürürken düşündürmeye gebe gösterinize de değinelim. Neler dürttü sizi ki, hamilelik ve lohusa dönemini anlatan bu gösteri çıktı ortaya?
Aylin’in (Kontente) hamilelik ve lohusalık süreci çok renkliydi. İznimi alıp yazdım. Yeni baba olmuş bir erkeğin bu müesseseyle tanışma ve alışma faslını anlattım kendimce.
BABAM HAKLIYMIŞ!
Yıllar önce Caveman’da kadın erkek ilişkilerini, birkaç yıl önce ‘Babamın Oğlu’nda babanızla olan ilişkinizi, ‘Yine Hamileyim’ oyunuyla da oğlunuzla aranızdaki durumu ve doğmadan önceki hamilelik sürecini mizahi olarak ele almıştınız. Hayatta ve bu oyun vesilesiyle babalığa dair öğrendiğiniz en önemli konu ne oldu?
Babam haklıymış.
ÇOCUKLARIM İÇİN 45 YAŞIMDA SPORA BAŞLADIM!
“Çocuk doğduğunda kucağına getirip ‘Baba oldunuz’ diyorlar. Annelik donanımlı ama baba olmak öğreniliyor” diyorsunuz. İki çocuk babası olarak, hayatta neler öncelikli oldu, neler önemsiz kaldı?
Sağlık açık ara öne geçti. Eskiden hiç önemsemezdim. Büyük çocuğum 8, küçüğü 2.5 yaşında. Onları yetiştirebilmek, destek olabilmek için öncelikle sağlıklı olmam lazım. 45 yaşımda spora başladım.
DELİLİK SINIRLARINDA GEZİYORUZ!
Yakın zamanda ‘Mahalleden Arkadaşlar’ filminde rol aldınız. Hayatın hangi sayfasından…
Selçuk Aydemir’in yazıp yönettiği çok tatlı bir sinema filmimiz var. 1980’ler İstanbul’unda geçiyor. Selçuk’un kendi çocukluğu konu ediliyor. Ben babasını oynuyorum. Vizyon tarihi ne olur bilmiyorum. Umarım bir an önce bu sıkıntılı süreci atlatırız, sinema salonları, tiyatrolar yeniden dolar taşar. Toplum olarak normalleşmeye çok ihtiyacımız var. Delilik sınırlarında geziyoruz.