Pia, heyecan içinde, elindeki, artık yıpranmış Almanca kitabın sayfalarını çevirerek, tavanında fresklerin olduğu bir kilise fotoğrafı gösterdi ve şiveli İngilizcesiyle anlatmaya başladı.
Zürih yakınlarında bir köyde yaşayan, 50 yaşlarındaki bu dinç kadın, iki haftadır Bafa Gölü civarındaydı. Ses ve kelimelerle tedaviye dayalı, bir tür yoga eğitmeniydi. Latmos hakkındaki kitabı arkadaşında görmüş, yıllık iznini kullanarak, Türkiye’ye gelmeye karar vermişti. Her gün trekking yapıyor, bazen rehberli bazen tek başına, saatlerce dağlarda yürüyerek, kitapta fotoğraflarını gördüğü manastır kalıntılarını bulmaya çalışıyordu. Gözleri parlayarak, ‘hiç böylesine sakin ve gizemli bir yer hayal etmemiştim’ dedi.
Antik Latmos... Herakleia... Bugünkü, Bafa Gölü kıyısındaki, Kapıkırı Köyü... El değmemiş, büyülü bir yer... Sanki, gökten taş yağmışçasına, garip şekilli, volkanik kayaların kapladığı Beşparmak Dağları’nın altında, uçsuz bucaksız bir göle bakan, horozları, inekleri ve ekilmiş tarlalarıyla, kolay kolay değişmeyecek bir köy. Daha yukarılarda ise bambaşka uygarlıkların bıraktığı izler; mağara insanları ve yükseklerdeki çilehanelerde inzivaya çekilen keşişler... Mağaraların karanlığını görmek ve keşişler gibi Bafa Gölü’nün sessizliğini yükseklerden dinleyebilmek istiyorum. Selene’s Pansiyon’a uğruyorum. Kubilay ve Tamer’in pansiyonunda kalıp, ertesi gün Tamer ile dağa çıkacağım.
ENDYMION’UN KAVALI Sabah erkenden, Kapıkırı Köyü, en doğal halini yaşıyor. Burada, kadınların su götürmez bir hakimiyeti var. Günün her saati koşuşturuyorlar. Çoktandır terkedilmiş, ahşap kokan sıraları yerli yerinde duran ilkokulun bahçesinde, süt dolu bidonlarla Söke’ye gidecek kamyonu bekliyor, hayvanları güdüyor, turist görünce, tığ işlerini kapı önüne çıkarıp, satış yapmaya çalışıyorlar... Yapmacıksız, hálá turistikleşmemiş olmanın verdiği bir sıcaklığı var köyün. Gölün balıklarının eskisi kadar bol olmadığı göz önüne alınırsa, Kapıkırı’nın turizme fazlasıyla bel bağlamış olması şaşırtıcı değil. Ancak turizmi öyle naif bir şekilde yapıyorlar ki çoğunlukla buradan geçip Bodrum’a devam edenler, bu doğallıktan etkileniyorlar. Yine de burayı Bodrum kadar merak eden çok yok. Oysa, neredeyse hepsi, aile fertleri tarafından işletilen, mutfaklarında evlerindeki kadar özenle
yemek pişirilen, odalarında temizliğin her şeyden üstün tutulduğu, fiyakalı olmasa da iyi niyetle yapılmış tabelaların yolunu gösterdiği bu sade pansiyonlar, içtenlikle müşterilerini ağırlıyorlar.
Çocukluğumda, Bafa Gölü’nde sadece göl balığı yemek için durulurdu. Oysa, antik kentin harabeleriyle içiçe olan bu köyün, esrarengiz bir yanı var. Beşparmak Dağları’na sis basınca, Bafa Gölü değişir, adaların üzerindeki manastırlar ve mezarlıklar ürpertici bir renge bürünür. Bunu daha önce hissedememişim.
O akşamüstü, odamın önündeki, bir tarafı göle bir tarafı da köye bakan küçük terasta otururken, uzaktan garip bir müzik sesi duydum. Sese doğru yürüyünce, evinin bahçesinde, su borusunu üfleyerek müzik yapmaya çalışan, 9 yaşındaki Nuri’yle karşılaştım. Okuldan yeni dönmüştü. Annesiyle babası, kıyıdaki
balık restoranını işletiyorlarmış. Ben yoluma devam ederken, Nuri, evinin karşısındaki tepenin üzerinde, dimdik ayakta duran Athena Tapınağı’na doğru, bir deneme daha yaptı. O anda, gümüş rengindeki Bafa’nın kıyısındaki Kapıkırı’da, Nuri’nin borusundan çıkan bu melodiden başka hiçbir ses yoktu.
Gecenin zifiri karanlığında, Endymion’un kavalı geliyor aklıma... Yunan mitolojisinin, duyduğum en güzel efsanelerinden birinin kahramanı o ve hikayesi burada, Herakleia’da geçiyor. Endymion, Latmos Dağları’nda yakışıklı bir çobandır. En büyük varlığı kavalıdır. Gündüz, keçilerini otlatırken, kavalını yanık yanık çalar. Bir gece, Bafa Gölü sahilinde uyurken, Ay Tanrıçası Selene, onu görüp aşık olur ve her gece onu ziyaret ederek, ışıktan gövdesiyle sevgilisini sarıp öper. Endymion, her akşam uykuya daldığında, Selene’nin gelmesini bekler. Ayın gökyüzünde olmadığı geceler, Endymion için zor geçer.
Bu aşkı uzaktan izleyen Zeus, Endymion’a kendisinden bir dilekte bulunmasını söyler. Endymion da, ayın gökyüzünde olduğu bir gece, sonsuz ve ölümsüz bir uykuya dalmayı diler. Böylece, Selene ve Endymion sonsuza dek beraber olurlar. Selene, Endymion’dan 50 kız doğurur.
Bir dolunay diliyorum şimdi. Bafa Gölü aydınlansın ve Selene köyün üzerine eğilip, gövdesinin ışınlarıyla bizi sarıp sarmalasın diye... Oysa gecenin sakinliği, sabaha karşı bir fırtınayla altüst oluyor ve köyün üzerine şimdi bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor.
SIRLARLA DOLU LATMOS
Toprak kokusuyla uyanıyorum... Tamer’le, Gölyaka Köyü’nden dağlara tırmanmaya başlıyoruz. Yeşilin daha derin bir rengi var şimdi, topraksa ıslak. Kayaların üzeri yosunla kaplı. Bir buçuk saat sonra, vardığımız yerdeki birkaç büyük kayanın üzerinden, kayarak geçip, mağaraya ulaşmak kolay olmuyor. Mağaranın ince açıklığından içeri giriyorum. Tamer, içinden su akan mağara duvarındaki resimleri gösteriyor. Pia’nın da kitabında gördüğüm kaya resimleri bunlar. İlk, 1994’te keşfedilmiş. Batı Anadolu’nun tarih öncesi kaya tasvirlerinin ilk örnekleri. M.Ö. 10- 8 bin yıllarına ait oldukları tahmin ediliyor. Resimleri yapanların yerleşimlerinin nerede olduğu bilinmiyor. En çok, kırmızı aşı boyası, bazen de sarı ve beyaz renk kullanmışlar. Mağaranın içinde oturup, resimleri çözmeye çalışıyorum. Kitaba göre, burada ve bu yamaçlarda bulunan diğer kaya resimlerinde, çoğunlukla günlük hayatla ilgili sahneler, kadın ve erkek figürleri var. Erkekler cepheden, kadınlarsa profilden çizilmiş. Dikkatle bakınca, erkeklerin çıplak olduğu, kadınlarınsa etek ya da önlük giydikleri, anlaşılıyor. Ayrıca, geometrik şekillere, çiçek, el ve bir çift ayak resimlerine, bir de taş el baltasına rastlanmış.
Prehistorik zamandan çıkıp, Yediler Manastırı’na doğru yürümeye başlıyoruz. Öyle vahşi ve bozulmamış bir doğa var ki burada, adeta ilk defa ben keşfetmişim gibi hissediyorum. Yediler Manastırı, sabah ışığında, uzaktan tüm haşmetiyle görünüyor. Yuvarlak bir kayanın içi oyularak kovuk haline getirilen, fresklerle kaplı çilehane, bana nerede ve hangi zamanda olduğumu unutturuyor... Keşişlerin, bu zor ulaşılan, ücra yerdeki manastırdan Herakleia’ya baktığı gibi, ben de manastır yıkıntılarının içinden Bafa Gölü’nü seyrediyorum.
Çocukluğumda, Bafa Gölü ve balık vardı... Şimdi, ayışığıyla aydınlanan bir köy ve sırlarla dolu Latmos var...
BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIMn Dolunayda, Bafa Gölü kıyısında olmak
n Sabah erkenden, harabelerle içiçe olan Kapıkırı Köyü’nü dolaşmak
n Fırtınalı bir günde, Beşparmak Dağları’ndan, sisin köye inişini seyretmek
n Kubilay ve Tamer’le trekking yapmak
n Herakleia nekropolünün tuhaf mezarları arasında dolaşmak
n Pansiyonunuzun terasından, köyün seslerini dinlemek
n Selene’s Pansiyon’da, Gülsüm Hanım’ın zeytinyağlılarını tatmak