Güncelleme Tarihi:
Ukalalıkla alakası yok, tam tersi ve hayatı olduğu gibi en sade haliyle yaşayan, kendiyle dalga geçebilen ve içindeki sorgulamalara - bocalamalara kadar yaşadıklarını tüm samimiyetiyle paylaşan bir Armağan vardı karşımda desem inanmayacağınızı biliyorum ama…
Rol aldığı ‘Büyük İkramiye’ oyununu geçen ay izledim. Röportaja direk ‘İnsanları eleştiren Armağan Çağlayan… Ne alaka tiyatro’ diye başladım. Düşünün, karşımda sözünü esirgemeyen ve gördüğünü ‘dan dan dan’ diye söyleyen biri var ve benim ilk cümlem…
Sizli – bizli başlayan röportajın sonuna geldiğimizde senli – benli bir sohbete dönüştüğünü ve hayata dair çok şeyler konuştuğumuzu gördük. Hatta sohbet bittiğinde ‘Evet bekliyorum’ dedim. ‘Neyi’ dedi. ‘Nasıl gazetecisin sen, böyle sorular sorulur mu, dersini çalışmışsın!’ demeni dedim. Kahkahalarla güldük.
İşte ekranlardan ukala olarak tanıdığımız Armağan’ın, en sade haliyle yaşadıklarının sohbetimize yansıyan samimiyetiyle anlattıkları…
Popstarda jüri üyeliği, kendi televizyon programlarınız şimdi de tiyatro… Dahil olmanız nasıl gerçekleşti Jean Marie Chevret’in yazdığı ‘Büyük İkramiye’ adlı oyuna? Teklif kimden ve ne şekilde geldi?
İlk telefon Nevra Serezli’den geldi. Nedim (Saban) ve Nevra Hanım’lar yurt dışında izlemişler ‘Büyük İkramiye’yi. 10 yıl sonra Türkiye’de oynanıyor. Yani Fransa’da 10 yıl önce oynanmış bir oyun. Bunu yapmaya karar vermişler. Fransa’daki oyunda bir televizyon ünlüsü varmış ama aslında orda bir televizyon muhabiri canlandırmış benim canlandırdığım rolü. İsimler düşünmüşler ve ilk akıllarına Ayşenur Yazıcı gelmiş. Sonra Nevra Hanım, Nedim’e ‘Niye Armağan Çağlayan olmasın?’ demiş. Nedim ‘Oynar mı’ diye sorunca Nevra Hanım ‘Soralım’ diyerek… İlk arayan Nevra Hanım oldu yani. Konuştuk ‘Yapabilir miyim, bilmiyorum’ dedim. Teksti okudum. Kendimi oynayacaktım. Sonra Nedim’le (Saban) konuştuk ve…
Peki teklifi kabul etme sürecine kadar yaşadığınız kaygılar, kendi içinizde sorgulamalar…
Ya en önemlisi ‘Yapabilir miyim’ duygusu…
TELEVİZYON DA ER MEYDANI, DİZİ OYUNCULUĞU DA…
Haklı olarak… Çünkü sahne er meydanı.
Öyle diyorlar ama emin değilim biliyor musun? Ona bakarsan televizyon da er meydanı, dizi oyunculuğu da… Televizyonda birçok diziye ve bir sürü oyuncuya bakıyoruz. ‘A, bu kötü’ diyoruz. Ve kötü oynuyorsa, oynadığı o dizi raiting alamıyorsa o oyuncuya bir daha iş çıkmıyor.
Şu anlamda yani dizilerde çekimler yapılıyor, olmadı ‘Sil baştan’ şansı var ama tiyatroda çıplaksınız. Orda her şey anlık, anında… Dil sürçmesi olur, replik atlanır, başka şeyler yaşanır vs…
Tiyatroda hiç de çıplak değilsiniz aslında. Oynarken o anda oyuncular hata yapabiliyor, ki gayet de normal…
Popüler kültürün kaçınılmaz sonu mu bu? Yani ne alaka tiyatro ve Armağan Çağlayan?
Teklif geldi, sonra ‘Başarabilir miyim’ duygusu… Sonra ‘Ya, bunu da mı yaptın’ diyeceklerdi. İlk kaygım oydu. Şimdi ‘Bunu da mı yaptın? Yapmasaydın bari.’ diyecekler. ‘Acaba yapmasam mı’ diye düşündüm. Sonra dedim ki ‘İstiyorsam yapayım, ne derlerse desinler.’ Çünkü yapsam da diyecekler, yapmasam da diyecekler.
TÄ°YATRODA KARÄ°YER MÄ°? NE KARÄ°YERÄ° YA!
Hazırlık süreci…
Çok uzun bir süreçti. Metin abi (Serezli) hastalandı. Oyuncu değişiklikleri oldu. Celal (Kadri Kınoğlu) geldi. Provalar… Çok sıkıcı bir süreç aslına bakarsan, uzun yani. Bir de nasıl söyleyeyim, çok büyük bir emek veriyorsunuz, o dört – beş ayda. Allah’ın her günü provalar, ezberler. Ve sahneye çıktığınızda para kazanmıyorsunuz.
Para kazanılmıyor ama kariyer…
Ne kariyeri ya, ne kariyeri… Tiyatroda dikkat çeken bir rolü canlandırırsın, yer yerinden oynar, oradan başrolle bir diziye transfer olursun, o başka. Ama kaç yapımcı tiyatro izleyip de oradan oyuncu seçiyor. Hiç… Onun için ne kariyeri ya. Ben tiyatro yapınca, sahneye çıkınca ünüme ün mü kattım? Tabii ki, belli bir noktadan sonra her şey para değil ama yaptığın bir işte, tiyatroda seni tatmin eden bir şey olmalı.
HER ALKIÅž KUTSALDIR!
Alkışlar mı mesela?
Bana diyorlar ki; oraya çıktığında alkışlanmak değil mi? Yooo, ben televizyona çıktığımda da alkışlanıyordum. Alkışın niteliği yok bana göre. Şu amaçla söylüyorum; tiyatro seyircisinin alkışı kutsal… Hayır, bence alkış her yerde alkış! Tiyatrodaki de alkış, bardaki şarkıcıya tutulan da alkış, televizyondaki de alkış aynı. Tiyatro seyircisinin alkışı ötekilerden daha kutsal değil! Ama niyeyse tiyatrocularda böyle bir mantık var. Onlar kendi yaptıkları işi öteki sanat dallarından farklı bir yere koyuyorlar.
O, farklı yere koyma durumunu, tiyatroya gelenlerin azınlıkta olduğunu düşünerek farklı görüyor olabilirler. Televizyon daha popüler ya.
Tiyatro da popüler... Ben Shakespeare’i ya da Godot’yu Beklerken’i oynamıyorum ki. Benim yaptığım bu iş iki – üç sene oynayacak. İki, üç sene sonra oynadığım bu rolü kim hatırlayacak? Tiyatro da popüler kültürün bir parçası sonuçta.
O zaman nedir tiyatroda sizi tatmin eden? Kariyer değil, alkış değil. Ne peki?
Aslında ne biliyor musun Melike. Tiyatro, insanın kendi kendini terbiye ettiÄŸi bir yer. O disiplin, o prova süreci, hiçbir ÅŸey beklemeden her Allah’ın günü git, uÄŸraÅŸ, emek ver, oyun oyna, turne yap. Ä°ÅŸte o zaman hakikaten ‘İki kalas heves’in ne demek olduÄŸunu anlıyorsun.Â
‘Vahşet Tanrısı’ oyunundaki yönetmenliğine hayran kaldığım Celal Kadri Kınoğlu ve Suzan Aksoy gibi tiyatronun önemli oyuncularıyla çalışmak önceden oyunculuk ve sahne deneyimi olmayan birinin yani sizin sergileyeceğiniz performansa nasıl yansıdı? Bu iki usta isimle oynamak…
Celal, beni çok şaşırttı açıkçası.
OYUNCUNUN ALGISI AÇIK OLMALI, ZEKİ OLMALI!
Neden?
Oyunun başlamasına 10 gün kala provalara dahil oldu. Ve 10 günde çıktı, oynadı. Hani ben çok korktum. Çünkü ben 4 aydır provalara gidiyorum, Celal 10 gün kala dahil oldu ve çıktı, takır takır oynadı. Dolayısıyla işte o zaman şunu anlıyorsun, hakikaten oyuncunun algısı açık olmalı, zeki olmalı, pratik düşünceli olmalı. Ezberle, tek satır atlamadan… Hakikaten oyunculuk başka bir şey. Celal’in de Suzan’ın da bana çok yardımları oldu. İlk oyunda böyle iyi oyuncularla oynamak mutluluk veriyor tabii.
Oyunda kendinizi oynuyorsunuz. En zor rollerden olsa gerek sahnede kendini oynamak. Sizin bu oyundaki oyunculuğunuz nerede başlıyor?
Bana çok dizi teklifi geldi ama hiç birinde kendimi göremedim. Ama bu oyunun senaryosunu okuduğumda ‘Ha bu olur’ dedim. Çünkü ne olursa olsun kendi kimliğinizle, kendi adınızla oynadığınızda o karakter insanların kafasında yer ediyor.
Eğer kendinizden başka bir kimlik ve karakterle çıksaydınız, batardı, sırıtırdı.
Aynen… Eğer orda ben üç çocuk babası birini oynasaydım batardı. Olmazdı.
Yapılan göndermeler çok yerinde. Oyundan yola çıkarak… İkoncan olayı… Kızına canı veren aile, sizden de ikon yapmalarını istiyorlar. Mesleğiniz dolayısıyla sektördeki insanlardan size böyle talepler geldiğinde onlara cevabınız neler oluyor?
İkoncan… (Gülüyor) Bana bir ara Popstar’lardan sonra onlara kaset yapanlardan geldi bu tür talepler. Ama hiçbirini yapmak istemedim. Çünkü ticari bir işti. Hiçbir zaman da yapmak istemedim. Doğru da bulmuyorum.
Dışardan görüldüğü gibi olmadığı halde şöhret, pırıltılı dünya, birçok insanı neden bu kadar cezbediyor?
Çünkü şöhret çok kolay yoldan para kazanmak gibi geliyor insanlara. İki şarkı söylüyor, alıyor parayı cebine koyuyor gidiyor. Bir de şöyle bir algı var ya; akşam 5’lere kadar uyuyor. Uyanıyor, lüks mekanlara gidiyor, güzel yemekler yiyor. Ondan sonra iki şarkı daha söylüyor, parayı cebine koyuyor. Toplum böyle algılıyor şöhreti.
KEÅžKE BÄ°R BANKADA VEZNEDAR OLSAYDIM!
Bu algı ne zaman değişecek? Gerçek hayatın, magazin dergileri ve televizyondaki sunulan renkli dünya gibi olmadığını ne zaman ve nasıl anlayacak insanlar?
Bu hiçbir zaman değişmez ki. Çünkü bu dünya da kendini öyle gösteriyor. İnsanlar hep farklı bir yere koyuluyor. Çoğu insanın düşüncesi böyle maalesef. O yüzden bu algının değişmesi çok zor. İçi seni, dışı beni yakar misali. Bazen kendim için de diyorum, ‘Keşke bir bankada sabah 9 - akşam 5 veznedar olsaydım’ diye.
Niye ki?
E, çünkü akşam 5 olunca çıkıp evine gidiyorsun!
Ama bence bu size göre değil. Yani kurallar size gelmez.
(Kahkahalarla gülüyor) DoÄŸru gözlem… DoÄŸru söylüyorsun. Ama bilmiyorum ki, o ÅŸekilde de çalıştım yani sabah 9 – akÅŸam 5, avukatlık yaptığım beÅŸ yıllık süreçte.Â
Oyunla ve sizin sahnedeki performansınızla ilgili izleyicilerden gelen tepkiler ne doğrultuda?
İzleyenlerin tepkisi güzel. Ece Saruhan, Yaşam Kaya yazmışlar ‘Beklemediğimiz kadar iyiydi’ diye. İnsan bunları duyunca da mutlu oluyor tabii. Tabii ki beğenmeyenler de oluyordur. Olmaması da imkansız yani. Mesela bu oyuna iki kez gala yapıldı. Ben ikinci galada çok gerildim. Elimi, ayağımı nereye koyacağımı şaşırdım, çok gerildim. Çünkü o galaya tiyatro dünyasından isimler geliyor. Biliyorum ki, onlar hep bir önyargıyla geldiler, o yüzden çok gerildim. Önyargılar kolay kırılan şeyler değil. Ben orda ağzımla kuş tutsaydım bile yine de önyargı olacaktı. Buna yapacak bir şey yoktu.
Tabii ki televizyon mu – tiyatro mu karşılaştırması yapın demeyeceğim. Biri parlatılarak ekrandan diğeri de gerçekleriyle hayatı sahneden insanlara sunmak… İki dünyanın size öğrettiği – fark ettirdiği şeyler neler?
Tiyatroda oyunu oynarken raitingi anında öğreniyorsunuz, televizyondan farkı o. Televizyonda bir gün sonra öğreniyorsunuz, tiyatroda anında… Çıkıyorsunuz, beş dakika sonra seyirci gülüyor, reaksiyon alıyorsak tamam raitingimiz iyi, kurtardık. Ama yok, beş dakika sonra seyirci tepki vermiyor, gülmüyor, of – puf ediyorsa geçmiş olsun.
‘POPSTAR’ SAHNEDEN DAHA TEHLİKELİ!
Televizyon ve kamera önü tecrübenizin, sahne deneyiminize yansımaları nasıl…
Eğer ben kamera önünde, ekranlarda olmasaydım, televizyon işi yapmasaydım, sahnede bu kadar rahat olamazdım. İlk sahneye çıktığımda heyecanlandım mı, yooo heyecanlanmadım. Çünkü televizyonda da merdivenlerden iniyordum vs… Aynı şey… Üstelik Popstar buradan daha tehlikeli.
Niye?
Çünkü orada yarışmacıların ne yapacağını bilmiyorsunuz. Her ÅŸey anlık geliÅŸiyor. Ama sahnede öyle deÄŸil, elinde metin var belli. O oynayacak, sen bir ÅŸey söyleyeceksin, oynayacaksın. Ekranda 70 milyon insanın önündesin, daha riskli, daha heyecanlı. Çünkü canlı yayın.Â
Kamera önünde olmak, sahnede rahatlıktan başka…
Pratik düşünmeyi öğreniyorsun. O çok önemli bir şey. Ama televizyondan gelmenin dezavantajları da var.
Mesela?
Â
Benim için televizyonda raiting önemliyse burada da raiting çok önemli. Ben her gün arıyorum, kaç bilet satılı, kaç kişi geldi? Ama tiyatrocular buna alışkın değil. Bezdiriyorum insanları. Niye böyle, niye şöyle diye… E doğal olarak Nedim’i de bezdiriyorum bu tür sorularımla. Ama elimde değil, televizyondan geldiğim için.
Oyunun ana fikri ‘Paranın mutluluk için yeterli olamayacağı, mutluluğun ve asıl zenginliğin içte ve özde olduğu’ üzerine kurulu… Siz yaşamınızda mutluluğu ve dengeyi nasıl yorumlar ya da yaşarsınız?
Bu soruya verecek cevabı çok düşündüm. Mutluluk… Bu soruya verilecek net bir cevabım yok. Mutlu muyum? Direk evet ya da direk hayır diyemem sana.
Her şeyi yaşamış, her şeye doymuş olmaktan mı kaynaklanıyor bu?
Belki de hayatın aynılaşmasından… Gittikçe hayatınız o kadar aynılaşıyor ki… Yani sabah kalk, spora git, ordan Medyapım’a git, ordan buraya gel, buradan oyuna git. Oyun yoksa eve git. Film seyret, müzik dinle, duş al, kitap oku, yat. Çok aynılaşıyor hayat.
E, ne yapmak lazım peki?
Bilmiyorum ki… Herkes kendine göre nefes alış noktaları bulmak zorunda. Bu noktalar da…
PARANIN, ŞÖHRETİN MUTLULUKLA ALAKASI YOK!
Bu noktalarda anlık mutluluklar da mı devreye girmiyor?
Düşünüyorum bunu günlerdir, ne yapmalıyım diye. Hani ne zamandır bir Avrupa tatili yapasım var. Ama gidesim yok, çünkü oraya gitsem orda da, iki gün kal, orda da aynı.
Bu hallerimizin suçlusu; hayatın kaosuyla boğuşarak yaşadığımız metropol şehir kaosu mu?
Ben de böyle hissediyorum, benim doğduğum kasabada yaşayanlar da böyle hissediyor. Bunun şöhretle, parayla alakası yok. Bunların hiçbir önemi yok ki.
O zaman mutluluğumuzu, duygularımızı alıp götüren, her gün hızla ilerleyen teknoloji diyebilir miyiz?
Olabilir. Geçenlerde düşündüm. Ben çocukken cep telefonu, bilgisayar yoktu, teknoloji bu kadar yaygın değildi. Zaman, teknoloji değiştikçe beklentiler de değişiyor, farklılaşıyor.
TAKSİM’E GİTMEYELİ YILLAR VAR. REİNA’YA HİÇ GİTMEDİM!
Ne bekleyeceÄŸiz o zaman hayattan?
Valla benim beklediğim bir şey yok. Şimdi bundan sonra başka bir şehre geçip, bir yer seçip, oradan ev almak istiyorum. Ayvalık olabilir ama Bodrum değil onu biliyorum. Bir süre idare ederim. Sonra tekrar gelirim. Burada yaşıyoruz ama sanki her gece Laila’ya, Reina’ya gidip deli gibi eğleniyor muyuz? Hayır. Sadece bu tür şeylerin orda olduğunu, aynı şehirde olduğumuzu bilmek bize iyi geliyor, hepsi bu. Yoksa ben Taksim’e gitmeyeli yıllar var. Reina’ya hiç gitmedim. Ya da Bodrum’a ben hayatımda ilk defa geçen sene gittim.
Hadi canım… Şaka yapıyorsunuz.
Â
Yok valla… Ve ne olduğunu da anlamadım Bodrum’a gidince. Dolayısıyla orda da, İstanbul’da da yaşamak, diğer yerlerde yaşayanlardan %50 daha pahalı yaşamaktan başka bir şey vermiyor insana, aslına bakarsan. Yeri geliyor ben 10 gün sadece çevre yolundan karayoluna, evden işe, işten eve geldiğimi biliyorum. Diyorlar ki başka şehre gidince yapabilecek misin? E, burada ne yapıyorum ki?
ESKİDEN ÇOK İÇİNDE OLDUĞUM HAYATIN, ŞİMDİ DIŞINA ÇIKTIM!
Popstar’da insanları azarlayan, yanlışları söyleyen bir Armağan Çağlayan... Ama mutsuzluğunu da, sorgulamalarını da, hayatı kendi içinde sade haliyle yaşayan bir Armağan var karşımda. Peki Popstar’da hayata dair gördükleriniz…
Bence hayatın kendisini görüyorum. Yeri geliyor, fasulyesini yapmış evinden çıkıp gelen bir kadın da var. Yeri geliyor bu yolda yıllardır emek vermiş, dirsek çürütmüş insanlar da var. Bu yolda umutlarını tüketmiş insanlar da var. Bir yandan çok acıklı, bir yandan çok düşündürücü. Mesela Popstar seçmelerini yaparken şunu da anlıyorsun; Türkiye’de insanlar artık neyle ilgileniyor, onlara neler cazip geliyor. İnsanların nelerle ilgilendiklerini ortaya çıkarıyor Türkiye profili olarak. Bunları görünce de belli bir yerden sonra hayattan kopuyorsunuz. Benim için öyle oldu. Eskiden çok içinde olduğum hayatın, şimdi dışına çıktım.
Nasıl?
Eskiden hangi oyun çıksa tiyatrolarda, anında gider izlerdim, sinemaya giderdim. Çok hayatın içinde yaşardım. Sokak kültürünü bilirdim vs…
GEÇENLERDE BİR POLİS ‘SEN YAŞLANDIN GERİZEKALI’ DEDİ!
Şimdi de yaparsınız bunları, isteseniz.
Yapamıyorsunuz belli bir noktadan sonra. Bir, popüler ya da ünlü olduğunuz için yapamıyorsunuz. İki yaşlanıyorsunuz. Geçenlerde bir polise ‘Polisler ne kadar genç, çabuk mu okul bitiriyorlar?’ dedim. ‘Sen yaşlandın gerizekalı’ dedi. Ya da şunun gibi, eskiden turuncu t-shirt giyerdim, şimdi bakıyorum, almıyorum. ‘Olmuyor be’ diyorum.
Benim bildiğim Armağan Çağlayan onu bunu takmaz, isterse turuncu t-shirt’ini giyer.
Öyle ama komik oluyor belli bir yaştan sonra. O yüzden…
BEN GÖRDÜĞÜMÜ DÜRÜSTÇE SÖYLÜYORUM!
Her zaman, birçok konuda dobra oldunuz. Bu dobralığınızın başınızı ağrıttığı durumlar…
Hayır, bu dobralık değil. İnsanlar bunu hep yanlış anladı. Dobralık değil, benimki gördüğünü dürüstçe söylemek. Doğrusu da benim yaptığım. Öteki türlü ‘Çalışırsan olur’ Hayır, olmaz. 3 – 5 sene daha çalışsın, zaman kaybeder, olmaz. Ötekilerin yaptığı yanlış. ‘Bir daha okusan daha iyi olur’ diyorlar. Okuyamaz, çünkü yeteneği o kadar.
Kocaeli’nde avukatlık yaparken, Medyapım’da hazırlık elemanlığından başlayıp genel müdür yardımcılığına kadar gelmeniz…
Ben şanslı bir insanım. Medyapım yeni kurulmuş ve bir arkadaşım vasıtasıyla… Fatih (Aksoy) beni güvenip işe aldı.
Ama iÅŸte bu da bir ÅŸans.
Evet çok şanslı bir insanım. Öyle doğru bir yere girmişim ki Medyapım çok büyüdü. Hani ben öyle ilerledim. Ama tam tersi de olabilirdi.
ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ POPÜLER KÜLTÜRE ÇOK MERAKLIYDIM!
Sizin vasıflarınız yani pratik zekalı olmanız, gördüğünüzü söylemeniz, çok çalışmanız sizi bu noktaya getirmiş olmalı.
Sanırım. Benim televizyonda başarılı olmamın en büyük nedeni, ben çocukluğumdan beri popüler kültüre çok meraklıydım. Hep çok meraklıydım. O zaman işte kasetler vardı, teyplere takıp, önünü arkasını çevirip dinlemeye, şarkıları ezberlemeye çok meraklıydım. TRT’deki dizileri izleyip, izleyemediklerimi de videoya çekip izleme merakım vardı. Acayip bir görsel hafızam vardı. Dolayısıyla hem şansım yaver gitti hem de popüler kültüre ilgim ve merakımdan dolayı bu noktaya geldim. Geçende bir arkadaşım ‘Çok şanslısın, hobini işe çevirdin’ dedi.
Yetişip gelirken tüm dizileri izleyen Armağan’ın, şimdi dizilerle arası nasıl? Gerek işiniz gereği, gerek izleyici olarak…
Seçiyorum artık. Eskiden her gece bir dizim vardı. Pazartesiden pazara kadar… Ama artık değil, seçiyorum. ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’ yi mutlaka izliyorum. Hiç kaçırmıyorum. ‘Muhteşem Yüzyıl’a mutlaka bakıyorum, ne oluyor ne bitiyor diye.
‘Muhteşem Yüzyıl’la ilgili tartışmalar abartıldığı kadar var mı?
O konuda neyin tartışıldığını anlamıyorum. Zaten orada başında yazıyor ‘esinlenilerek’ çekiliyor diye, o kadar. Ben tarihi yeniden çekiyorum demiyor ki.
İşin mutfağında olmak mı yoksa kamera önünde olmak mı daha keyifli? İkisinin arasındaki artılar - eksiler neler size göre?
İşin mutfağında olmak da keyifli, kamera önünde olmak da keyifli. İkisinin de başka başka hazları var. Şu var, şimdi şu an televizyona bir şey yapmadığım için tiyatro yapmak o anlamda iyi geldi.
İŞİM SAYESİNDE, İNSANLARLA ARAMA MESAFE KOYMAYI ÖĞRENDİM!
İşiniz, bulunduğunuz ışıltılı dünya, gördükleriniz, yaşadıklarınız doğrultusunda yaşam yolunda yürürken hayatın size öğrettiği en önemli tecrübeler neler?
Bu işin bana öğrettiği en önemli neyi öğrendim biliyor musun Melike. İnsanlarla arama mesafe koymayı öğrendim. Çünkü ilk başlarda sanıyorsun ki herkes arkadaş, herkes dost. Bakıyorsun, hayır değil. Kasabadan geldiğim ve sen de Adana’dan geldiğin için anlarsın bunu. Artık çok mesafeliyim. Bana öğrettiği en önemli şey bu oldu. Tecrübe çok önemli. İnsanlara kolay güvenmemeyi öğreniyorsun. Mesela, biri bana şunu demiş, derse desin. Bana şunu yapmış, yaparsa yapsın deyip geçiyorum.
Bunu yapabilmek, böyle düşünebilmek kolay mı peki?
Mesafeyi koyup, hayatınıza sokmazsanız çok kolay. Ama hayatınızın içine yerleştirirseniz çok zor. Ben mesafe koyduğum için…
Arkadaşlarınızla aranızdaki durum ne ölçüde?
İlişkilerimde de, arkadaşlıklarımda da hiç meraklı bir insan değilim. Bunu Deniz (Akkaya) ve Ebru Hanım (Gündeş) iyi bilir. Ben özel hayatlarıyla ilgili hiç kimseye soru sormam, ne oluyor demem, sorgulamam. Çünkü herkes kendi hayatından sorumludur.
KENDÄ°NÄ° PAZARLAYANLARA TAHAMMÃœLÃœM YOK!
Sizi çileden çıkarmaya yeten şeyler?
Beni çileden çıkarmaya yeten şey, aptal insanlar… Hiç tahammülüm yok. Anlattığını anlamayan, algılayamayan, boş boş konuşan insanlara tahammülüm yok. Bir de bilmeden bir şeyi biliyormuş gibi yapanlar var ya… Yani kendini pazarlayanlara tahammülüm yok!
EKMEĞİN FİYATINI BİLMİYORUM!
Geçtiğimiz günlerde asgari bir konu gündeme düştü.
Ha, asgari ücret olayı… Şunu söyleyeyim, ben de ekmeğin fiyatını bilmiyorum! Valla bak. Ama niye. Çünkü ben gidip de bakkaldan, marketten ekmek almıyorum. Yardımcılar alıyor. Ben de hiçbir zaman bir ekmek kaç liradır diye sormadım. O yüzden de ekmeğin fiyatını bilmiyorum. Bu, yaşamla kurduğunuz ilişkiyle alakalı.
YAÅžAMI MADDÄ°YAT ÃœZERÄ°NE KURARSANIZ EÄžER, O ZAMAN HER ÅžEYÄ°N FÄ°YATINI BÄ°LÄ°RSÄ°NÄ°Z!
Yaşamla kurduğunuz ilişkiyle alakalı derken…
Yaşamı maddiyat üzerine kurarsanız eğer, o zaman her şeyin fiyatını bilirsiniz! E, ben de yaşamı maddiyat üzerine kurmadığımdan… Ama bazen de yaşamı maddiyat üzerine kurmalısınız. Bu da asgari ücreti bilemeyen o kişi için ayrıntı. Ha ama asgari ücret ne kadar onu biliyorum. Nerden biliyorum; haberlerden, ekibimden… Siz çıkın şimdi sokaktaki insanlara Dolce & Gabanna bir gömlek ya da ayakkabının fiyatını sor bilirler. Bu hayatı nasıl yaşadığınız, hayatınızı neyle doldurduğunuzla alakalı.
Hukuk eğitimi almanızın mesleğinize ve yaşamınıza olan yansımaları neler?
Hukuk eğitimi almamış olsaydım hayatta bu kadar başarılı olamazdım. Neden? Çünkü hukuk, insana neden – sonuç ilişkisini öğretiyor. Kanunlardan, kitaplardan okuduğunuz öğrendiklerinizi bir olaya, olaylara uyarlama yetkisi kazandırıyor. Olayları gözlemleyebiliyor ve sonucun nereye gideceğini kestirebiliyorsunuz. Bu anlamda iyi ki hukuk okumuşum.
TOPLUM ESKİYE GÖRE DAHA TUTUCU BİR NOKTAYA DOĞRU GİDİYOR!
Günümüz popüler kültür ve televizyon sistemindeki gelişmeleri değerlendirmeniz gerekirse…
Günümüz popüler kültür ve televizyon sistemindeki gelişmeler, daha tutucu bir noktaya doğru gidiyor. Sosyolojik anlamda tutucu noktaya doğru gidiyor. Eskiden sakınca görmediğimiz televizyonda yapmakta olduğunuz programları – konuşmaları şimdi konuşursak – yaparsak insanlar ne der diye düşünüyoruz.
Tam tersi olması gerekmiyor mu? Zaman, teknoloji, medeniyet bu kadar ilerlemişken bu tezat…
Evet öyle ama Türkiye’de bu şekilde olmadı bu. Yani zaman, teknoloji ilerledikçe insanlar daha tutucu oldu insanlar maalesef. Ama umarım bir gün, bir yerde kırılacaktır bu nokta. Mesela ben eskiden Seyfi Dursunoğlu’yla 150 bölüm şov yaptım Huysuz Virjin’le prime – time’da. Ama şimdi Seyfi Bey’e diyorlar ki ancak gece 23:00’ten sonra… Bu bile ne kadar tutucu bir hale geldiğimizin göstergesi değil mi?
Siz bir dönem özel bir üniversitede iletişim öğrencilerine dersler veriyordunuz. Öğrencilerin popüler kültüre yaklaşımları…
Üniversitelerde çocuklara popüler kültür çok kötü bir şey diye öğretiliyor. Sanki bütün üniversite öğrencilerinden bir Nuri Bilge Ceylan çıkaracaklarını zannediyorlar. Ve o üniversitelerden mezun olan çocuklar popüler kültürün kucağına düşüyorlar. E, n’oluyor, hocaları ‘Popüler kültür kötüdür’ diye öğrettikleri için karşılaştıkları bu ikilem nedeniyle başarısız oluyorlar. Oysa ki popüler kültür de verilmeli, öğretilmeli ki, neyin ne olduğunu görebilsinler diye. ‘Ben televizyon izlemiyorum, belgesel kanalları izliyorum.’ diyorlar ya… Afedersin ama iyi b.k yiyorlar. Bu marifet değil ki. Çünkü sen iletişim öğrencisin, bu işi yapacaksın. Ne oluyor, ne bitiyor, bakmak, takip etmek, kafa yormak zorundasın. Şunu da derler ya, ‘Hülya Avşar’ı tanımıyorum’ Yok ya!