OluÅŸturulma Tarihi: AÄŸustos 01, 2004 00:00
22 yıllık gazetecilik hayatımın ilk ama gerçekten ilk röportajını, daha üniversite birinci sınıftayken, Gırgır dergisinin ‘Hükümdarı’ olarak onunla yapma ödevini hangi hocam bana vermişti hatırlamıyorum. Ama Aral tarafından, (sorduğum tüm sorular daha cevaplanmadan ‘Peki sen ne düşünüyorsun?’ diye bana çevrilerek) feci şekilde ‘dövüldüğümü’ ve aylarca röportaj macerasının benim için başlamadan bittiğini düşündüğümü hiç unutmuyorum.O zamanlar Gırgır’a tapmama rağmen Oğuz Aral’dan nefret etmiştim. Aradan çok yıllar geçti; Hürriyet’te onun son yıllarına tanık oldum ve birlikte iş yapma, içki ve bol bol sigara içme şansına eriştim. Hakikaten huysuzdu, ukalaydı, tepeden bir bakar tüm bedeninizi titretirdi, aniden bir soru sorar, zekanızı sınardı, kapris yapar, ne düşünüyorsa ‘pat’ diye söylerdi. Ama tüm sevenleri, onu bu yanlarıyla severdi, ben de öyle yaptım. Seve seve ‘muhabiri’ oldum, karşılığında anılarını, kadınlara, gazeteciliğe, hayata dair anlattıklarını dinledim. Felsefeci yanından, sosyolojik gözlemlerinden, Türkçe bilgisinden, hayata bakışından bol bol yararlandım. Hatta 22 yıl önceki küçük kızdan çok farklı olarak zaman zaman onu eleştirdiğim, görüşlerine itiraz ettiğim bile oldu. Benim için kárlı bir alışverişti. Şimdi, bulunduğu yerden ‘Sana mı düştü benim hayatımı yazmak?’ diye gözlüklerinin üzerinden baktığını görür gibiyim. İtiraf etmeliyim ki hálá dizlerim titriyor... Bu yüzden ‘uyanıklık’ diyeceği bir şey yapıyorum ve onun kendi hayatına bile yukarıdan baktığı 11 Nisan 2004 tarihli yazısının arkasına saklanıyorum. Bu Albüm’deki koyu renkli bölümler o yazıdan alıntıdır...3-4 yaşlarında sevimli bir çocuktu. ‘Bir adamın eli kafasından büyük olamaz’ dedim. ‘Bu adam değil ki, bu kovboy.’ ‘Kovboy da olsa, eli kafasından küçük olmalı.’ ‘Sen anlamazsın, bu yumrukçu bir kovboy!.. Eli küçük olursa bir vuruşta haydutları nasıl yere yıkabilir?’ ‘Kafalarına odunla vurabilir!..’ Ayıplayan gözlerle yüzüme bakıp kovboyun elini silgiyle sildi, sonra da kovboya daha büyük bir el resmi çizdi. 1936 yılında Silivri’de Mediha-İsmail Aral çiftinin üç çocuğundan en büyüğü olarak doğar; diğer kardeşleri, yıllarca birlikte mizah yapacağı Tekin Aral ile (Yazar İnci Aral değil) Güzin Hanım’dır. Babası dönemin, ‘Hukuk mezunu olmadan avukatlık yapan’ bir meslek erbabı, dava vekilidir. Aslında avukatlık sadece hobisidir İsmail Bey’in; kafadan satranç oynayan, radyodan duyduğu bir şarkıyı notaya alabilen, sonra içip içip gecenin ikisinde karlar içinde ava giden, o ‘tuhaf, özgür kuşaktan’ biridir. Bu genleri aynen Oğuz Aral’a geçmiştir belli ki...Nebil Özgentürk’ün Bir Yudum İnsan’ına anlattığı üzre, yoksul savaş yıllarına rastlar çocukluğu; arkadaşlarının dörtte üçünün çıplak ayak gezdiği mahallede, sokağa çıkarken pabuçlarını merdiven altına koyar, çünkü pabucu var diye, top oynarken eşitsizlik oluyor diye, utanır.Ama onun futboldan başka ilgi alanları da vardır; müziğe yeteneklidir, daha küçücükken dağarcığında 300’e yakın şarkı biriktirmiştir. Yıllar sonra ‘Adam olacak çocuk tiyatro sevmesinden bellidir’ diyecektir ya, sahneye ilk sekiz yaşında çıkar, ‘Adalı’ adlı oyunda, kısa pantolonlu bir adliye müfettişi olarak... Kısa pantolonludur, çünkü sıska bedenine uyan ödünç bir uzun pantolon bulmak annesine dert olmuştur. Sonra bulunan pantolon da çok uzun olduğundan, paçalarına basıp sahnede birkaç kez düşme tehlikesi atlatmıştır. Bir de günde üç kere dövüşmesine, hatta iki kere oldu mu hasta mısın demelerine rağmen çocukluğunun büyük kısmı kendi odasında yazıp çizerek geçer. BEN SUBAY OLURSAM KARİKATÜRLERİ KİM ÇİZECEKYıllar sonra onu gördüğümde bir ağacın gövdesine sarılmış ağlıyordu. 10 yaşına gelmişti. Yüzüme aldatılmış insanların küskün bakışlarıyla baktı: ‘Bugün babam öldü. Artık çizdiğim resimleri kim beğenecek, kim bana aferin oğlum diyecek?’ ‘Korkma, eğer resimlerin gerçekten güzelse bir gün çok kişi aferin der... Hatta arada babanın aferin diyen sesini bile duyarsın.’ Babasını çok erken bir yaşta kaybeder. Annesi ve üç kardeşiyle birlikte anneannesinin İstanbul Üsküdar’daki evine yerleşirler. Hayatı boyunca 41’inden sonra yaşayacağına inanmaz; yaşadıkça da hayret eder.Resimleri giderek komik çizgilere, karikatüre dönüşür; çünkü tüm öğretmenleri ve çevresinin hep ciddi, asık suratlı olmasını istemesine rağmen, hayat komik gelir ona. Çizgiden ilk parasını kazandığında ve babasının ‘aferin’ini duyduğunda, yıl 1951, o 15 yaşındadır. Hafta dergisinin kapısından girdiğinde boyu 1.60’tır, karikatürünü verip, cebinde Rakım Çalapala’nın verdiği beş lirayla çıktığında sanki iki metre olmuştur!Heybeliada Askeri Deniz Lisesi’nde giriş sınavları yapılıyordu. Onu pencereden görünen deniz manzarasına gözlerini dikmiş kara kara düşünürken buldum. ‘Annem, babam öldükten sonra deniz subayı olursam geleceğim kurtulur diye düşünüyor. Olmayacağım. Ben subay olursam, karikatürleri kim çizecek?’ dedi ve matematik sınav káğıdına askerlikle ilgili tuhaf karikatürler çizip sınıf subayına verdi. Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer. Ama zamanının daha büyük bölümünü Akademi’den çok Babıáli’de geçirir, döneme damgasını vurmuş Akbaba, Marko Paşa gibi mizah dergilerine kapağı atan yeni yeteneklerden biri olur. Gerçi sandığı gibi davul zurnayla karşılanmaz, epey uğraşır ve ancak ilk beş lira telifinin neredeyse tamamını vergi olarak verip cebinde 415 kuruş kalınca karikatürcü olduğuna inanır. Birçok gazetede, Tef, Akbaba, Dolmuş gibi mizah dergilerinde çizer. Dolmuş’ta çok ilgi gören ilk tiplemesi, o zamanlar çok sevilen Mike Hammer’a nazire olsun diye çizdiği, paspal hafiye bozuntusu Hike Mammer’dir. Niyedir bu nazire? Yaşar Kemal’in zar zor 5 bin sattığı ülkemizde Mike Hammer diye kadın katillerini göbeğinden kurşunlayan barbar ve zampara bir Amerikan hafiyesi ortalığı kırıp geçirdiği için!PANDOMİM YAPARKEN ‘SES!’ DİYE BAĞIRDILARPerspektif dersinden kaçarken, ona akademinin kapısında rastladım. ‘Yine mi okulu kırıyorsun?’ ‘Ne halt edeyim, gazeteye geç kaldım. Zaten dün Anatomi dersi yüzünden karikatürümü yetiştirememiştim. Bugün de karikatür çizmezsem beni gazeteden atarlar.’ ‘Bu gidişle akademiden de atacaklar ama...’ ‘Artık çok geç, para kazanmam gerek. Çünkü haftaya evleniyorum.’ ‘Sen çıldırdın mı be... Gel vazgeç...’Kimseyi dinlemez 18 yaşına bastığı gün ilk evliliğini yapar. Ama asıl -41 yıl sürecek- evliliğini, kendisi akademide okurken konservatuvarda bale öğrencisi olan Tolga Tiğin’le yapacaktır sonra... O yıllarda Türkiye’ye gelen ünlü bir Fransız pandomimciden çok etkilenip sözsüz oyun grupları kurar, Türkiye’nin hapisanelerini, hastanelerini dolaşarak, eşi ve ekibiyle birlikte pandomim yapar. Türk milletine pandomimi anlatmak kolay olmaz tabii; Ordu Hastanesi’nde hastalar ‘Ses!’ diye bağırırlar mesela. Yine de onun yazdığı 25 oyun yıllarca oynanır.Sonra, binlerce metre çizgi
film yapar. Film öyküleri ve senaryolar yazar. Hatta ‘zıpırlık zamanlarında’ 5-6 filmde oynar. O zıpırlık zamanları der ama Tolga TiÄŸin’in anlattığına göre ‘yoksulluk’ zamanlarıdır. ‘Canlı Karikatür’ ofisinin altında bir film stüdyosu vardır; bir oyuncu kapris yapsa ya da gelmese rejisör arkadaşı hemen ‘OÄŸuuuuuz’ diye seslenir aÅŸağıdan. Aral iner, birkaç sahne oynar ve o zamanlar onlar için çok iyi olan paralarla gelir eve... Tolga TiÄŸin’in tiyatro yaptığı yıllarda da aynı nedenle sahneye çıkar; Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı oyununda Vakvak Rıza ve müzik öğretmenini oynar ama daha çok yönetmeyi sever; önce kuliste, sahnede ukalalıklar yaparak Tolga Hanım’ı yönetir, sonra kendi oyunlarını... 12 yıl da konservatuvarda hocalık yapacaktır. Artık çizdiklerini gazete ve dergilerde görüyordum. Fena çizmiyordu. Hatta, bir hayli ünlenmiÅŸti. Ama birkaç yıl sonra yazıp-çizdikleri sayfalardan yok oldu. Çizgilerine yıllarca rastlayamadım. Bir gün BeyoÄŸlu’nda yürürken yanımda Opel Kapitan bir araba durdu. Åžoför fırlayıp beni arabaya buyur etti. O, arka koltukta oturuyordu. ‘Ooo... MaÅŸallah, lüks arabalar, ÅŸoförler... Anlaşılan köşeyi dönmüşsün’ dedim. ‘Evet döndüm. Ama köşeyi tekrar geri dönmek niyetindeyim.’ ‘Rahat para kazandığın bu iÅŸini bırakma. Karikatürü arada bir keyif için çiz.’ ‘Denedim, ama karikatür keyif için çizilmiyor. Bu iÅŸler ancak çaresizlikten ve can havliyle yapılıyor.’ ‘Birkaç yüz’ reklam filmi çekmiÅŸ, çok para kazanmıştır ama bir sabah aÄŸlayarak uyanır. Çünkü yapmak istediÄŸi iÅŸ o deÄŸildir. Kadın donu reklamı yapmakla zerre kadar ilgilenmiyordur. Kalkar, ÅŸirketi ortağına bedelsiz bırakarak, yine sıfırdan, Babıáli’ye gelir. Günaydın’ın çıkardığı Gün’de, Tekin Aral, OÄŸuz Alplaçin, Ferit Öngören, Mim Uykusuz’la birlikte Gırgır adlı bir sayfa hazırlamaya baÅŸlar. 1972 AÄŸustos’unda o sayfa 60 kuruÅŸa satılan bağımsız bir dergiye dönüşecektir. Bir odada üç kiÅŸi olarak baÅŸlayan Gırgır, bir süre sonra belediye otobüsü gibi olur. Çünkü Aral, Türkiye’nin her yerinden ‘en ihtiyarı 18’inde’ yüzlerce gence kapıları açar, Gırgır’ı bir dergiden çok karikatür atölyesine, bir mizah okuluna çevirir. O da okulun Kel Mahmut’u, çocukların tatlı sert babasıdır; çoÄŸu varoÅŸlardan, taÅŸradan gelen ve rahatlıkla ‘kaybedilebilecek’ durumda olan çocukları yetiÅŸtirir, yazar-çizer, insan, ‘adam’ yapar. Onlar Gani Müjde, Latif Demirci, Hasan Kaçan, Atilla Atalay, Metin ÃœstündaÄŸ, Nuri Kurtcebe, Suat Özkan ve niceleri olur. Sadece adam yapmaz tabii, o erkek mi erkek topluluk içinde birkaç ‘kız çocuÄŸu’ da nasılsa barınabilir; Özden Öğrük, Ramize Erer, Gülay Batur olurlar... Hepsi de ansiklopedilere girmiÅŸ ‘gereksiz taramalardan kaçının’ azarından baÅŸlayarak bol bol Ovuz Abi sopası yemiÅŸtir.Ä°STANBUL’UN VAPURLARI GIRGIR SARISINA BOYANIRDIYıllar sonra bir gece, meyhane dönüşü çıkardığı dergiye uÄŸradım. Bir sürü tüyü yeni bitmiÅŸ delikanlıyla kapak karikatürü için tartışıyorlardı. Kapaktaki resme baktım. ‘Sen aranıyorsun, bunu basarsan yarın seni ince kıyım doÄŸrarlar. Bak, genç arkadaÅŸların bile basılmasını istemiyorlar!’ ‘EÄŸer bu kapağı basmazsak, bugüne dek onca karikatürü niye çizdik? Bu delikanlılar bundan sonra çiklet resmi mi çizecekler?’ dedi. Kapağın yayınlandığı gün o zamanki askeri cunta dergiyi kapattı. 16 sayfalık efsane Gırgır’ın patronu Haldun Simavi gibi görünür ama deÄŸildir iÅŸte. Ä°lan almamaktan kendi sözünü istediÄŸi gibi söylemeye, ‘bağımsız mı bağımsız’ bir dergidir Gırgır. Cihan Demirci’nin özet bir Gırgır incelemesine göre, baÅŸlangıçta cinsel içerikli, avantür, sabun köpüğü tadında esprileri ağırlıkta olan dergi, ‘ÇiçeÄŸi burnunda’ çizerlerin dergiyi yavaÅŸ yavaÅŸ sardığı 75’ten itibaren politik tavrını ortaya koyar. 12 Eylül sonrasında herkesin sustuÄŸu dönemde ise ‘en sıkı’ politik eleÅŸtirilerin yapıldığı ender yayınlardan biridir. Biraz da bu yüzden, çıktığı cuma günleri Ä°stanbul’un tüm vapurlarını Gırgır sarısına boyayacak kadar çok satar; dünyanın en çok satan üçüncü dergisi olur. 1989’da Haldun Simavi onu ErtuÄŸrul Akbay’a satıp tüm ekibi ayrılana kadar...Pijamasıyla bahçesini sulayan yaÅŸlı adamın yüzü bana pek yabancı gelmedi. O da kırpıştırdığı miyop gözlerini yüzüme dikti. ‘Gözün aydın, nihayet kazasız belasız güllerini sulayan bir emekli olmayı becermiÅŸsin’ dedim. ‘Beceremedim, yarın ünlü bir gazetede yazıp çizmeye baÅŸlıyorum.’Bir süre Avni’yi çıkaran Aral, sonraki yıllarını Hürriyet’in, tiyatronun, kısaca Türkiye’nin Huysuz Ä°htiyar’ı olarak geçirir. Evinde resimler, ebrular yapar, en hasta zamanlarında bile üretmekten vazgeçmez. Yıllar sonra Gırgır’daki çocukları için, ‘Onlarla ne kadar övündüğümü çocuklara hiç belli edemedim’ diyecektir.Gözlerinin altındaki mor halkalarla bana bakıyordu. ‘Bu hafta bulamadım’ dedi. ‘Neyi bulamadın?’ ‘Bu hafta gazeteye yazacağım pazar yazısının konusunu.’ ÇocukluÄŸundan beri tanıdığım herife, yani kendime, ‘Nah bu olacak!..’ dedim ve önüme bir káğıt çekip kocaman elli bir kovboy resmi çizdim. Sonra yanımdaki 4 yaşındaki küçük çocuk, kovboyun elini silgiyle silip daha büyük bir el çizdi.Â
button