Trafoda yağ akıtan bölümü işaret etmek üzere parmağını kaldırdığı anda şimşek çaktı. Kolundaki metal saat çekmiş olmalıydı. Elektrik, yakıp kavuran bir akım halinde parmağından girip vücudunu dolaştı; sol topuğundan ayakkabısını delerek yere aktı. Kapkara bir duman bulutunun ortasında kaldı çiftlik müdürü Muhsin Özşahin.
Hemen arkasında duran iki elektrik mühendisi ve bir teknisyen korkuyla kendilerini dışarı attılar. Birkaç dakika sonra olayın şokunu atlatan elektrik teknisyeni Muhsin’i hatırladı. Ölmüş müydü acaba? Cesaretini toplayarak trafoya döndü. Vücudundan hálá dumanlar çıkan Muhsin, acı içinde inliyordu.
Kötü haberi duyan eşi Serpil hastaneye geldiğinde, doktorlar Muhsin’in başucundaydı. Vücuduna yapışan iç çamaşırlarını cımbızla temizliyorlardı. Kocasını o halde görünce olduğu yere yığıldı. Doktorlardan birinin attığı tokatla kendine gelebildi. ‘Sevinmen lazım, eşinin yaşaması mucize’ diye teselli etti doktor onu.
Dokuz uzun gün boyunca acılar içinde kıvrandı Muhsin. Eşi de her dakikayı onunla paylaştı. Gece gündüz başucundaydı. Acısını azaltmak için krem sürüyor, kolonyalı pamukla su toplayan yaraları temizliyordu.
Muhsin, Bandırma Merinos Yetiştirme Çiftliği Müdürü olduğu için ziyaretçi de eksik olmuyordu. Çiftlik çalışanları ve dostları ziyarete geliyor, Serpil bir yandan da onlarla ilgileniyordu.
BOŞ BİR KASETEKAYIT YAPAR GİBİ
Onuncu gün kendini iyi hisseden Muhsin ayağa kalkmak istedi. Doktorlar da izin verince, tuvalete kadar yürüdü. Dönüşte zorlandı, başı dönüyordu. Yatağa girerken kendini kaybetti. Ayıldığında konuşamaz olmuştu. Dili dönmüyor, sesi çıkmıyordu.
Doktor, sağ tarafına kısmi felç geldiğini, tamamen bitkisel yaşama da girebileceğini söyledi üzülerek.
Durumun giderek ciddileştiğini gören Serpil, eşini Ankara’ya, Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’ne götürmeye karar verdi. Kardeşinin yardımıyla askeri bir uçak bulundu. Muhsin, pamuk ve gazlı bezlere sarılarak sağ salim Ankara’ya taşındı.
Serpil de karadan yetişti ona. Hacettepe’de kısa sürede komadan çıktı Muhsin. İki kere ameliyat olmuş, kolu bacağından alınan deriyle kaplanıp askıya alınmıştı. Acıyla kıvranıyordu.
Yaraları iyileşme sürecine girmişti. Ancak hálá konuşamıyordu. Başını şiddetle yere çarptığı için beynin, konuşma merkezi hasar görmüştü. Yaşadıklarını hatırlamakta güçlük çekiyor, okuyup yazamıyordu. Ünlü nörolog Prof.Dr. Orhan Kalabay, Serpil’i uyardı:
‘Eşinin beyni boş bir kaset gibi. Bu kaseti tekrar doldurmak için bir kelimeyi belki yüz defa tekrar edeceksin.’
Muhsin’in yeniden hayata dönmesi için Serpil’e büyük iş düşüyordu. Sabırla, inatla, bir an bile yorgunluk belirtisi göstermeden, en önemlisi ona üzüntüsünü fark ettirmeden emek harcaması gerekecekti.
Başardı da. Titizlikle baktı eşine. Eliyle besledi, iyileşmesi için elinden geleni esirgemedi. Dayanamadığı tek şey, eşinin pansuman sırasındaki feryatlarıydı. Pansuman sırasında odadan kaçıyordu.
Serpil, bölümdeki tek refakatçiydi. Sürekli olarak maske ve steril önlük ile dolaşıyor, öbür hastalara da yardımcı oluyordu.
Yüzü ağır derecede yanmış olan bir genç, her gün ayna istiyordu ondan. Serpil de ‘Ah, yine unuttum getirmeyi’ deyip geçiştirmeye çalışıyordu. Oysa çantasında küçük bir ayna taşıyordu her zaman. Yüzünü o halde görmesini istemediği için vermiyordu aynayı. Delikanlı, kız arkadaşı için merak ediyordu kendi yüzünün ne halde olduğunu.
Yandaki odada ise sekiz ve on yaşlarında iki kız çocuğu yatıyordu. Anneleri, yüksekteki vanayı açmak için üzerine basınca sıcak su musluğu kırılmış; iki çocuk kaynar suyla haşlanmışlardı. Çektikleri acı dayanılmaz haldeydi; sürekli ağlıyorlardı.
Kısa bir süre sonra da birkaç gün arayla yaşamlarını yitirdiler. Kendini suçlayan anne de yaşayan bir ölüye dönüştü.
SENİ BEKLERİMÖPTÜĞÜM YERDE
Muhsin de etkileniyordu etrafında olup bitenlerden. 25 günü geçmişti hastanede. Kolu iyileşme yoluna girmiş olsa da konuşma ve okuma-yazma konusunda bir ilerleme sağlanamamıştı. Rehabilitasyon merkezindeki eğitim çalışmaları sonuçsuz kalıyordu. İşaretle anlaşıyorlardı hálá.
Çok sıkılmış, bunalmıştı Muhsin. Veteriner hekim olarak mesleki kariyerinde ilerleme planları yaptığı bir noktada talihsiz bir kazayla yatağa bağlanmış olmayı kabullenemiyordu. Bırakın gelecek hayalini, günü bile yaşayamıyordu artık.
Hastaneden çıkmak istedi. ‘Ne olursa olsun’ diyordu! Serpil, eşinin çırpınışlarına daha fazla tahammül edemedi. Sorumluluğu aldığını söyleyip doktorları ikna etti.
Bandırma’ya döndükten sonra da hastaneden kurtulamadılar. Her gün pansuman için hastaneye gidiyor, oradan fizik tedavi bölümüne geçiyor, günü rehabilitasyon merkezinde noktalıyorlardı.
Muhsin’in kolundaki yara kapanmaya başladı. Fakat çok sinirliydi. Karı koca arasında gereksiz bir gerginlik yaşanıyordu. Hayli bunalmış olan Serpil, bu günlerin de geçeceği düşüncesiyle teselli ediyordu kendini.
Konuşma ve okuma-yazmayı öğretmek için ‘boş kasete kayıt’ yöntemini uyguluyordu. Her sözcüğü bıkmadan usanmadan defalarca tekrarlıyordu. Unutunca bir daha başlıyordu aynı sözcüğü yinelemeye. Evlendiği günü anımsıyordu böyle anlarda. 1967 sonbaharındaki düğünün üzerinden 11 yıl geçmiş, Serpil 31 yaşına gelmişti.
O gün dansettikleri ‘Seni beklerim öptüğün yerde’ şarkısı takılmış bir plak gibi beyninin içinde çalıp duruyordu. O mutluluğun yinelenmesini umutla bekliyordu.
En büyük desteği iki kızıydı. Üçünün de tek hedefi haline gelmişti, Muhsin’in sağlığına kavuşup yaşama dönmesi.
KARŞIYA GEÇERKEN BİR ARAÇ ÇARPMIŞ
Aradan koca bir yıl geçti. Eşi ve iki kızının çabası sadece meramını anlatmasına yetecek kadar konuşabilmesini sağlayabilmişti Muhsin’in.
Raporlu olmasına rağmen hemen hergün işe gidip geliyordu. Koltuk değnekleriyle yürürken buzda kaymasın diye lojman ile daire arasındaki yola gizlice kül döküyordu Serpil.
Bir gün okulda ders verirken yanına çağırdı Serpil öğretmeni müdür... ‘Eşin
trafik kazası geçirmiş. Korkma önemli bir şeyi yokmuş’ dedi. Serpil, koşa koşa hastaneye gitti. Ayağı alçıya alınmış yatıyordu Muhsin. Hastaneye gitmek için çiftlikten çıkmış, karşıdan karşıya geçerken bir araç çarpmıştı. Ucuz atlatmıştı kazayı.
Birkaç gün sonra da taburcu oldu ama başdönmeleri geçmiyordu bir türlü. Sonra krizler başladı. Giderek de sıklaştı.
Serpil, her krizde dişlerinin kilitlenmemesi için bulduğu bir şeyi, kocasının dişlerinin arasına sokuyordu. O gün yakında uygun bir şey bulamayınca, parmağını soktu. Muhsin’in dişleri parmağını kesmiş kanatıyor, canı yanıyor ama bir türlü elini kurtaramıyordu.
Çok korkan büyük kızı, yardım etmek yerine çığlık çığlığa dışarı koştu. Az sonra dışarda bulduğu birisiyle geri döndü. Ancak Serpil’i öyle kanlar içinde görünce beti benzi attı adamın. Onun da bayılmasından korkan Serpil, bağırdı:
- Mutfaktan bir kaşık alıp parmağımı kurtar.
Adam, denileni yaptı. Serpil’in parmağı kurtuldu. Muhsin’i hastaneye götürdüler. Teşhis konulamayınca yine Ankara yolu gözüktü.
BELLEĞİ YİNE BOŞBİR KASEDE DÖNDÜ
Bu kez Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne yatırdılar Muhsin’i. Doktorlar kızdılar, ‘Neden geciktiniz’ diye. Kaza sırasında beyinde ödem oluşmuştu. Hemen ameliyata aldılar. Muhsin, bir kez daha uçurumun kıyısından dönmüştü.
Serpil tanrıya şükretti: ‘O bize Allahın bir lütfu. O bir Kayra!’ Konuşma ve okuma-yazma derslerinin tümünün boşa gitmesi, Muhsin’in belleğinin yine boş bir kasete dönmesi onu yıldırmadı. Derslere aynı azimle yeniden başladı.
Bir yıl kadar sonra, 1980’de raporu bittiğinde Muhsin, yardımsız yürüyebilir, az çok sorununu anlatır duruma gelmişti. Yine daireye gidip geliyordu.
Serpil, Hacettepe Üniversitesi’nde doktorlara yalvardı neredeyse:
- O çalışamazsa ölür. Raporluyken bile işe gidip geliyor.
Doktorlar, anlayış gösterip ‘Çalışabilir’ raporu vermeselerdi, Muhsin’in hayata sarılması için neden kalmayacaktı.
Veteriner hekim olarak Ankara Lalahan’daki Zooteknoloji Araştırma Enstitüsü’ne atandı. Çalışmaktan çok, dairedeki masasına gidip gelmekten ibaretti aslında iş yaşamı.
Beş yıl önce emekli olana kadar da böyle sürdü hayatı. Alışverişini kendi başına yapabilecek, kendi başına dolaşabilecek kadar iyileşmişti. Hatta büyük kızının 27 Ocak’taki doğum günlerini yeniden kutlamaya başlamışlardı. Oysa 27 Ocak, aynı zamanda trafodaki o kazanın da yıldönümüydü.
Özşahin ailesinin başına gelen son felaket, trafoda ya da yolda değil bankada oldu. Muhsin, ailenin küçük birikimini İmarbank’tan aldığı hazine bonosuna yatırmıştı. Tam da devletin bankaya el koymasından 20 gün önce. Serpil’den habersiz almıştı bu kararı.
Ve uçup gitti onca emekle biriken paralar. Kazalardan açılmıştı ailenin şansı bir kere...
Yaşam öykünüzü bekliyoruzFax: 0 (212) 677 0 888
e-mail: fbildirici@hurriyet.com.tr
Mektup adresi: Anlatsam Roman Olur Hürriyet Medya Towers Güneşli/İstanbul.
Web sayfası: www.hurriyet.com.tr/anlatsam
OKURA PUSULA
Katya’ya ne oldu‘Bedeni benimle ruhu çantasıylaydı’ başlığıyla yayınlanan öykü, Katya’nın doktor Hüsnü’nün başına şişe geçirmesiyle noktalanmıştı. Öyküyü okuyan çok sayıda okurdan ‘Katya’ya ne oldu?’ sorusu geldi.
Aktarayım, Katya yaşamına aynı şekilde devam ediyor. Tiflis ile fahişelik yaptığı Trabzon arasında mekik dokuyor. Doktor Hüsnü ile ilişkisi de devam ediyor. Katya söz verdiği gibi Hüsnü ile birlikte olduğu zaman ücret almıyor. Hüsnü ise başka kadınlarla birlikte olmaya devam ederek Katya’yı kızdırıyor. İlişkileri böylesine çalkantılı biçimde sürüp gidiyor.
Bugün yayınlanan öyküye gelince; zorluklara, acılara dayanma gücünü kendi içindeki enerji kaynağından alan Serpil Özşahin’in mektubuna dayanarak kaleme aldım. Serpil öğretmen ile defalarca konuşup boşlukları doldurduk. Fotoğraflar, gazete kupürleri ile hastane raporlarını inceledik. Serpil öğretmen bitmek tükenmek bilmeyen sorularımı yanıtlarken de sabırlıydı. Tıpkı yaşam öyküsünde olduğu gibi...
PAZARTESİ: BİR EVE KAPATIP OĞLUMU ELİMDEN ALDILAR