Güncelleme Tarihi:
Cumbalı taş binaların arasında çamaşır iplerinin gerili olduğu eski İstanbul semtlerinden birindeyim. Eski ‘boyası dökük’lerden, henüz ‘mutenalaştıramadıklarımızdan’... Trabzon’daki hayatlarını heyelana kaptırdıktan sonra göç etmek zorunda kalmış Toptaş ailesini arıyorum. Evde yoklar; köşedeki kahveye kadar gitmişler. Önceki gün dört bölüm üst üste, altı saat Kayıp Şehir izlemiş durumdayım. Oyuncuları kostümleri içinde bir masanın etrafına dizilmiş görünce, bir an dizinin yeni bölümü sandım; seyrediyorum. İşte İsmail Dede (Ahmet Mekin), Meryem (Nazan Kesal), Seher (Elifcan Ongurlar), İsmail (Tugay Mercan), İrfan (İlker Kaleli), Sadık (Taner Ölmez) ve Hakan (İhsan Berk Aydın). Çocuklardan bir tek Kadir (Nik Xhelilaj) yok ortada. Hepsi bana bakıyor. Komşu kızıymış gibi mi yapsam? “Annem aşure gönderdi de...”
Ahmet Bey, ‘cool’ olanı sevecen bir şeye dönüştüren gözleriyle gözlerimin içine bakarak elimi sıktığı anda, Tanrı misafiriyim. “Gazeteci geldi” gerginliği bitti. Mikrofonları sinek duyargalarını anımsatan, battal boy ses kayıt cihazım bile, ortama entegre olabilir artık. Önce aile meselesini açıyorum. Toptaşlar, yeni taşındıkları mahallede kendilerini marjinal kesimlerin arasında bulan, geleneksel bir aile. Şu hayatta ‘polislik’ bir işinin olmayacağını düşünecek türde insanlar. Ama “Noluyo lan!” seslerinin polis sirenine karıştığı bir sokakta oturuyorlar. Üst komşuları Aysel (Gökçe Bahadır), ‘kötü yolun yolcusu’ galiba...
Onunla ilk karşılaşmalarında, içlerinden birinin elinde ekmek bıçağı, maaile siper almış olmaları son derece manidar. Burada yaşamak, ıssız bir otoban kenarına konuşlanmış varoşlarda hemşehrilerle baş başa kalmaya benzemiyor. Çekim mekanı Tophane olsa bile Tarlabaşı’nı hatırlatan bu yerde, herkes mecburen, ‘mutlu bir aile’: Anadolu’nun çeşitli yerlerinden göç etmiş yoksul aileler, kaçak yabancı göçmenler, seks işçileri, polis, çoluk, çocuk... Bir yüzü tutucuyken bir yüzü tabu deviren, acayip bir karma. Bu sert tuhaflığın içinde, kalabalık bir aile olarak birbirlerini hem destekleyip hem de ister istemez köstek olacaklar bana kalırsa. Tabii işin şu yönü de var; Ahmet Mekin anlatıyor:
“Bu tür göç durumlarında, başlangıçta mutlaka bir aile büyüğü oluyor orada. Birbirlerine tutunuyorlar. Sonra, zenginleştikçe çözülüyor aile.”
Bir de çözülecek sırlar var; İsmail Dede’nin ceketindeki leke gibi. Tabii Ahmet Bey’e bu konudaki tahminini soracak değilim. Yine de bahsini açıyorum. Ona göre “Dedenin sırrı yok. Memleketinden kopup geldi diye küsmüş işte, o kadar.”
ALTI ÇOCUK, ALTI PROBLEM
Dede ‘sessiz güç’ gibi evde. Oğlunun yerini almaya da çalışmıyor, onu Meryem’e bırakmış.
Nazan Kesal; “Meryem ise kendisine ait sıkıntılarını ertelemekte. Altı çocuğun her birinin farklı problemleri var” diyor.
Hepsinin dertlerini teker teker, tam da bir annenin yapacağı gibi anlatmaya başlıyor : “En büyük oğlum desen”... Sahiden de bir aile olmuşlar. Kesal ‘dizideki çocukları’nın yoğurt yiyip yemediğini bile takipte. “Bu sette egosu şişkin kimse yok, o yüzden rahatız” diyorlar. Kısmen Tarlabaşı’nda geçen ‘Saç’ filminde, Kesal yine Meryem isimli bir karakteri canlandırmıştı. T esadüfmüş
Meryem’in kocası Mustafa hayatta olsa, Toptaş ailesinin İstanbul macerasında neler değişirdi acaba? Nazan Kesal, ‘biraz da oğlan konuşsun’ der gibi, kayıt cihazını İlker Kaleli’ye uzatıyor: “Babanın karakterini bilmeden bunu bilemeyiz. Ama bu, role hazırlanırken hep aklımda tuttuğum bir şeydi: Biz babasını kaybetmiş bir aileyiz.”
Peki İrfan, o çok istediği güce kavuşsa nasıl bir adama dönüşürdü? “Bozulma potansiyeli var... Ama aile bireylerinin her biri de çok önemli onun için. Aileyi kutsal görüp, bir yandan da hayatın cazibesinin peşinden gitmek isteyen bir çocuk.”
Ethem’den (Uğur Polat’ın canlandırdığı ve İrfan’ın habire meydan okuduğu ‘mafioso’ karakter) ne zaman dayak yiyecek sizce?
“Belli olmaz. Belki de o Ethem’i döver.”
Aysel’e aşık mı gerçekten? Yoksa sadece şehvet mi?
“Bunun ayırdına varabilecek yaşta değil. İkisi de olabilir. Onu niye elde etmek istediğini bildiğini bile sanmıyorum.”
Bir futbol kariyeri hayal eden, güçlü adamları kıskanan ve hiçbir kadınla flört şansını kaçırmayan İrfan, ilerleyen bölümlerde seyirciye saç yoldurtacağını tahmin ettiğim pervasızlıkta bir karakter. Onu şaşaalı saçmalıklar, büyük zaferler ve ‘dev’ kaybedişler bekliyor olmalı. Evin tek kızı Seher ise, yere bakıp yürek yakacak gibi görünüyor. Hayırlı evlat olmanın yükünü taşımaya hazır ama... Elifcan Ongurlar anlatıyor: “Bir taraftan da özgürlük isteyen bir kız. Hayatı tanımaya yeni başlıyor. Üniversiteye de başlamış; yeniden doğuyor gibi bir şey.”
Seher’in mahalledeki Afrika kökenli seyyar satıcı / müzisyen oğlanla ilişkisi ilerleyecek gibi. “Bu durumda, ‘siyahi’ biriyle aşk yaşayan ilk dizi kahramanımız siz olacaksınız sanırım” diyorum. “Galiba... Bakalım... İnşallah” deyip gülüyor.
İLK ÇOCUKLARIN ŞIMARMAYA FIRSATI OLMAZ
Kardeşlerin arasında İstanbul’daki yerini bulmaya en yakın olan, şehre iki yıl önce tek başına gelmiş büyük abi İsmail. “İstanbul’da yaşıyor ama aslında onun dünyası sadece sevdiği kadından, Zeynep’ten (Şebnem Hassanisoughi) ibaret” diyor, Tugay Mercan. Karakteri yaratırken en çok kendi abisini düşünmüş: “İlk çocukların fazla şımarmaya fırsatı olmaz. Benim abim de yaptıklarıma bakarken ‘Oğlum ne biçim adamsın’ diyerek güler hep.”
Dizideki büyük kardeşler de, yeniyetme Sadık’ın apaçi modeli kestirdiği saçları annesi tarafından kazınınca güldüler. Taner Ölmez’e bakılırsa, canlandırdığı karakter anne baskısından şikayet eder ama karşı çıkmaz.
Artık çekim vakti... Eve geçiyoruz. Herkes çiçek desenli battaniyeleri içinde uyurken İrfan’ın duvara çivi çaktığı bir sahne çekiliyor. Yalnız bir çivi sorunu var. Ahşap değil, beton çivisi lazım. Bu ufak sorun halledilene kadar, yönetmen Cevdet Mercan’la kısa bir çay sohbeti yapma fırsatımız oluyor. Sektörde deneyimli bir isim olarak, televizyonun şöyle bir işlevi olduğunu düşünüyor: “Sonuçta olanı gösteriyoruz. Diziler, toplumda var olabilmiş değişimleri yansıtıyor sadece. Ama şöyle bir söz de vardır: ‘Alenileşen meşrulaşır’. Göstermeye başladığınız anda, tabular aşınmaya başlamış oluyor.”
Toptaş ailesi artık kahvaltıya geçmek üzere. Masa kuruldu; zeytin-yumurta vs. dizildi. (Bence yumurtalar fazla pişmiş ama kendileri bilir tabii.) Son bir ricam var: Bir aile fotoğrafı. Şuradaki kanepe uygun gibi. Fotoğrafçıyla bir olmak suretiyle, bütün aileyi üzerine yerleştirdik. Evet çok güzeeel... Derken, “Çatank!!!” Kanepe birkaç santim aşağı çöküverdi. İçimde, sanki benim yüzümden olmuş gibi tuhaf bir his... Şey, ben ufaktan kaçayım. “Annem bekliyor da...”