Güncelleme Tarihi:
İşin güzel tarafı, gözlük taksanız da arkadaşlarınız arasında en az sevilen kişi olsanız da adanın en güzel kızı sizi seviyor. Siz izcilik kampından, kız arkadaşınız da evinden kaçıyor. Yıl 1965, Amerika’nın doğu kıyısında hayali bir adadayız. Zaman aşk zamanı...
1969 yılında Texas’ta dünyaya gelen yetenekli yönetmen Wes Anderson’ın yedinci filmi ‘Moonrise Kingdom’ı izliyoruz. Geçen hafta Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterilen film aynı akşam Fransız sinemalarında vizyona gidi. Fransa’da ilk haftasonu 173 bin izleyiciyle buluşan film, bu haftasonu da ülkemizde gösterime girdi.
GENÇLİKTE AŞK
Her filminde hayatından bir kesiti ekrana taşıdığını söyleyen Amerikalı sinemacı, yeni filminde genç aşkı anlatıyor. Anderson 11 yaşında platonik de olsa sırılsıklam âşık olduğunu, aşkının ciddi olduğunu ve bu filminde genç yaşta âşık olunca nasıl davranıldığını, yaşanılan ve tam anlamıyla anlaşılamayan duygularla nasıl başa çıkıldığını sorguluyor. Film 60’lı yıllarda geçtiği için yüksek çözünürlük kullanılmamış, ekranda sarı ve kırmızı renkler ön plana çıkartılmış.
Âşık polis rolünde Bruce Willis, elindeki megafonla ailesini yemeğe çağıran anne rolünde Frances McDormand, sigarasıyla 60’lı yılların ‘örnek’ izci lideri rolündeki mahsun bakışlarıyla Edward Norton, kendi ismi yerine ‘Sosyal Hizmetler’ adıyla tanınan Tilda Swinton ve bir elinde tüfeği, bir elinde de viski şişesiyle evinde asayişi sağlamaya çalışan Bill Murray filmde dikkat çekseler de seyirciler filmin küçük başrol oyuncuları Kara Hayward’la Jared Gilman’dan gözlerini alamıyor...
TRUFFAUT’YA SAYGI DURUŞU
Filmin en önemli sahnesi aynı zamanda yönetmenin filmi yapmaya karar vermesini sağlayan plaj sahnesi. ‘Moonrise Kingdom’ adındaki koyda Suzy’le Sam ilk kez öpüşüyorlar. Fonda ise Françoise Hardy’nin şarkısı ‘Le Temps de l’Amour’(Aşk Zamanı’) çalıyor...
İlk aşkın coşkusunun, büyüklüğünün, o tarif edilemez duygusunun anlatıldığı ‘Moonrise Kingdom’ Wes Anderson’ın büyük yönetmen François Truffaut’ya bir saygı duruşu olarak kabul edilebilir. Amerikalı yönetmen filmin senaryosunu önümüzdeki günlerde yeni filmi ‘Twixt’ten bahsedeceğim Francis Ford Coppola’nın oğlu, Sophia Coppola’nın de ağabeyi olan Roman Coppola’yla birlikte Roma’da ‘Dal Bolognese’ restoranında yazmışlar. Burası Roma’da bardaktan boşanırcasına yağmur da yağsa, şimşekler de çaksa kapılarını hiçbir surette akşam saat 20.15’ten önce açmayan restorant...
Cannes’da ayakta alkışlanan film bir anlamda bizleri eski günlere götürüyor. Hani çocukların oyun oynamak için sokağa çıktıkları, rahatlıkla hareket edebildikleri, aralarında maceralar yaşadıkları, sonra da rahatlıkla evlerine dönebildikleri zamanlara gidiyoruz bu filmle. Etrafta kötülüğün olmadığı o 60’lı, 70’li yıllar... Hayat nedense bugün daha güvenli değil. Wes Anderson’ın güzel filmini seyrederken başka bir zamana gideceksiniz. Teknolojinin çocukları doğadan kopartmadan önceki, daha insancıl, daha iyi yaşadığımız, daha mutlu olduğumuz zamanları anlatıyor ‘Moonrise Kingdom’. Bu filmi seyrederken aşkın bile eskiden daha saf duygularla yaşandığını hatırlayacaksınız ...
MUTLULUK MÜZİKTE
Pop müziğini seviyorsanız Keane grubunu ve 2004 yılının unutulmaz şarkılarından ‘Everybody’s Changing’ ve ‘Somewhere Only We Know’u biliyorsunuzdur. Bu şarkılarla Keane, dünyanın en sevilen grupları arasına girmiş ve 10 milyonun üzerinde albüm satmıştı. Grubun üç albümü ve bir EP’si İngiltere listelerine her seferinde 1 numaradan girmişti.
Vokalde Tom Chaplin, piyanoda (grubun şarkılarını da yazan) Tim Rice-Oxley ve bateride Richard Hughes’dan oluşan Keane’e en son 2011’de bas gitarist Jesse Quin katılmıştı. Grup dört yıllık bir aradan sonra, 7 Mayıs’ta yeni albümleri ‘Strangeland’ı piyasaya sürdü. 23 Mayıs’ta başlayan İngiltere konser turnesi için tek bir bilet kalmadığı gibi ‘Strangeland’ albümü çıktığı andan beri İngiltere’de 1 numarada... Keane yeni albümleri ‘Strangeland’in ilk konseriniyse Parisli hayranları için 15 Mayıs akşamı Casino de Paris’te verdiler. Konserle ilgili izlenimlerimden önce ‘Strangeland’ albümünden bahsetmek istiyorum...
Keane’in ‘Strangeland’ albümünün süper deluxe edisyonu 16 şarkının yer aldığı bir CD, beş şarkının akustik konser kayıtlarının da bulunduğu bir DVD ve çok güzel ciltli bir kitaptan oluşuyor. Kaliteli bir kağıda basılan kitapta grubun yüksek çözünürlüklü fotoğraflarına, albümdeki şarkıların sözlerine ve ileride kendisinden bahsetmek istediğim ünlü yazar William Boyd’un şubat ayında yazdığı ‘The Sovereign Light Cafe’ adlı bir yazıya yer verilmiş. Müzik dünyasında CD satışları düştükçe plak şirketleri ‘Strangeland’ albümü örneğinde gördüğümüz gibi gösterişli CD/DVD/kitap kombinasyonlarından oluşan CD’leri satışa sunmayı sürdürecekler...
Peki ya müzik? Casino de Paris konserine gelince... Üç yıldır Fransa’da konser vermeyen Keane bir saat kırk beş dakika sürecek konser için sahneye çıkıyor ve yeni albümünden şarkılarla aralarında ‘Spiralling’, ‘Is It Any Wonder’ ve ‘Crystal Ball’ gibi klasikleşmiş şarkıları seslendiriyor. Yeni albümden ‘Black Rain’i seslendirmeden önce Tom Chaplin bu şarkının ‘atmosferik’ bir şarkı olduğunu, bunun da söylenmesi ve çalınması zor bir şarkı olduğu anlamına geldiğini söylüyor. Tom, ‘Perfect Symmetry’ şarkısı için “Yazdığımız en güzel şarkı” diyor ama, grubun hemen bundan sonra seslendirdiği ‘Somewhere Only We Know’un ilk notalarını duymak Casino de Paris salonunu hınca hınç dolduran hayranların kendilerinden geçmeleri için yeterli oluyor. Şarkı bittiği zaman grup ayakta alkışlanıyor. ‘Everybody’s Changing’ şarkısı da gecenin en büyük alkışını alanlar arasında.
Tom yeni albümde en çok sevdiği şarkının ‘Sovereign Light Cafe’ olduğunu ve bu şarkının grubun yeni hit’i olacağını açıkladıktan sonra şarkının videosu için Bexhill-on-Sea’de deniz kenarında, 12 saat boyunca bir video çektiklerini anlatıyor. Şarkıda bahsedilen kahve aynı zamanda grup üyelerinin gençlik günlerinde sık sık gittikleri ve gelecekle ilgili hayaller kurdukları yer...
Tim Rice-Oxley’nin albümde en çok sevdiğini söylediği ‘Sea Fog’ şarkısıysa anlamlı sözleri, akıldan çıkmayan melodisi, Tim’in piyanosu ve Tom’un çok güzel yorumuyla şimdiden bir klasik olmasına kesin gözüyle baktığım ve Keane’in 2004 yılından beri yazdığı en iyi, en dokunaklı şarkı...
Bir pop müziği konserinin başarılı geçmesi için sahnedeki müzisyenlerin şarkı aralarında seyircilerle kurduğu dialoğun çok önemli olduğunu düşünürsek 15 Mayıs akşamı grubun enerjik ve karizmatik solisti Tom Chaplin’in anekdotları ve sempatik tavırlarıyla Parisli hayranlarını rahatlıkla fethettiğini söyleyebiliriz. Keane’in Paris konserinden bir hafta sonra, 22 Mayıs akşamı Nice şehrinde Nikaia stadyumunda konser veren Coldplay hayranlarına saatler 22.00’yi gösterdiğinde kendiliğinden yanan ışıklı bilezikler dağıtıldı. Bu jestle görsel açıdan Coldplay büyük bir gösteriye imza atmış olsa da, Keane sadece müziğinin gücüyle 15 Mayıs akşamı hayranlarını en az Coldplay kadar mutlu etmeyi başardı... Keane konserinde çektiğim fotoğraflara Twitter hesabımdan bakabilirsiniz...