Winsdor Oteli’ndeyim. Az önce İskenderiye Havaalanı’na indiğimde uluslararası bir kente değil ana yolların kıyısında kalmış, neredeyse unutulmuş kuytu bir taşraya geldiğimi, yoksulluk sınırında yaşayanların dünyasına adım attığımı fark etmiştim. Hamallardan başka kimseler yoktu ortalıkta. Havaalanı polislerle gümrük memurlarına, sigara tüttürüp “ha”ları çatlatarak yüksek sesle konuşan taksi şoförlerine kalmıştı. Sarı siyah, çok külüstür bir taksiye bindim ama hemen hareket etmedik. Trafikten izin almak gerekiyormuş, yollar gecenin bu saatinde bile doluymuş çünkü. Şoförün çat pat konuştuğu İngilizce’den ancak bunu anlayabildim, “ahlen ve sellen”, “şükran”, “inşallah” gibi Arapça sözcükler de geçti aklımdan ama susmayı yeğledim. Neden sonra hareket edebildik. Geceleyin sokaklar kalabalık, karanlık, bir Avrupa kentinden gelmişseniz dayanılmaz ölçüde gürültülü ve pisti. Kötü aydınlatılmış olmalarına karşın viran duvarları ilk bakışta göze çarpan, sıvası dökülmüş, yeşil, kahverengi panjurlu, yüksek tavanlı yapıların, çamaşır kurutulan, neredeyse çöktü çökecek balkonların, bahçe içindeki bir dönemin görkemli şimdininse bakımsız villalarının önü sıra ilerleyerek sahil yoluna çıktık. Şoför müthiş cambazlıklar yapıyor, yerli yersiz korna çalıyor, arada bir yavaşlayıp minübüs ve diğer taksi şoförleriyle konuşuyordu. Ancak otele vardığımızda rahat bir soluk alabildim.
UYKUMDAN GEÇEN SARI VE MAVİ TRAMVAYLAR
Winsdor Oteli’nin geçen yüzyılın başlarında, yani deyim yerindeyse İskenderiye henüz düşmeden, betona teslim olmadan, Yunanlılarla Ermenilerin, Yahudilerle Arapların, İngiliz ve Fransızların, içinden Ungaretti gibi büyük bir şair de çıkaran İtalyan cemaatinin birlikte yaşadıkları kozmopolit bir kentken, görkemli bir otel olduğu belliydi. Mısır bağımsızlığına burada imzalanan bir antlaşma sayesinde kavuşmuş, uzun süre, özellikle de yazları hükümet erkânını Kahire’den buraya taşıyan Kral Faruk döneminde yabancı konuklarla ünlü sanatçıları ağırlamıştı. O yıllardan kalma asansörle dördüncü kattaki odama çıktım. Şu ahir ömrümde Nâzım Hikmet’in deyimiyle “düşman memleketi” birçok otel odası gördüm ama, bu kadar yüksek tavanlı, böylesine eski ve güzel bir oda görmedim. Yol yorgunluğuyla yatar yatmaz uyuyacağımı sanıyordum, yanılmışım. Sabaha dek, gürültüden gözümü kırpmadım. Tam dalacak gibi olduğumda aşağıdan geçen tramvay duvarları zangır zangır titretiyordu. İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk cildi Justine’in en etkileyici cümlelerinden biri dönüp duruyordu zihnimde: Yazar Lawrence Durrell “İskenderiye’nin kasvetli kıyı boylarında, suda yarı yarıya boğulmuş bir kuş gibi sırılsıklam, dişilik organı yırtık” bulduğu Melissa’yla bu “teneke tramvay”a binip gittikleri Sidi Bishr plajını anlatıyordu. Sonradan “İskenderiye gibi karakter yoksunu bir kadın” olarak tanımlayacağı Justine’le de gitmişti o plaja ve orada, bulutsuz göğün altında ilk kez uzun uzun, doyasıya öpüşmüşlerdi. Bense iki kişilik, uçsuz bucaksız yatakta yalnız yatarken, üç yıl boyunca bu kentte Fransız Kültür Merkezi’ni yöneten Olivier Poivre d’Arvor’un “Alexandrie Bazar” kitabında buldum teselliyi. İskenderiye’yi öznel bir bakış açısıyla, yine de tüm tarihsel önemi ve yazınsal efsanesiyle birlikte anlatan bu kitabın son cümlesinde kentteki taksilerin bazılarının neden sarı siyah, bazılarınınsa portakal rengi ve siyah olduklarını sorguluyordu yazar. Ve batıdaki Ramleh İstasyonu’ndan kalkan tramvayın sarı olmasına karşın ters yönden gelenin neden maviye boyandığını merak ediyordu. Sarı ya da mavi, tramvay gece boyunca caddeden değil yatağımın içinden geçti sanki, uykumu bölmekle kalmadı, İskenderiye hakkında bildiklerimi de, sınava hazırlanan çalışkan bir öğrenci gibi gözden geçirmeme yol açtı.
BAŞKA DENİZ BULAMAZSIN
Kente geliş nedenim, Fransa Ulusal Kitaplığı’nın İskenderiye Kütüphanesi’ne bağışladığı yarım milyon kitabın teslimi vesilesiyle yapılacak törene katılmak, ama aslında Kavafis’in izini sürmeye geldim. Evet, İskenderiyeli şairin kentindeyim işte. Benim için bu kent, İskender’in, Kleopatra’nın, hatta İskenderiye Dörtlüsü’nün yazarı Lawrence Durrell’den çok şiirlerini gençlik yıllarımda İstanbul’da, Cevat Çapan’ın çevirisinden okuduğum, bir daha da elimden düşürmediğim Yunan şair Kavafis’in kenti. Yani yüzünü nereye çevirse, nereye baksa “ömrünün kara yıkıntıları”nı gördüğü, hep aynı sokaklarda dolaşıp aynı mahallede kocadığı, bir başka ülkeye, bir başka denize gidemeden öldüğü, o ünlü şiirinin başlığındaki “Polis”. Anne tarafı İstanbul kökenli Kavafis’in İskenderiyesi’ni keşfe çıkmadan önce, sabah erkenden, otelin terasına çıktım, uykusuz gözlerle gün ışığında ilk kez oradan baktım kente.
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir...” Pergelle çizilmiş gibi yuvarlak, giderek kendi içine kapanan, denizi kucaklayıp boğmak istercesine içine alan kıyı boyunca uzayıp gidiyordu İskenderiye.
Aşağıda kalabalık, yani başörtülü, çarşaflı kadınlarla entarili erkekler, tek tük genç kızlar ve dilenciler, dura kalka ilerlemeye çalışan ve ikide bir korna çalan arabalar vardı, bir de çalkantılı, kirli, Akdeniz demeye bin şahit isteyen deniz. Hamsin esiyordu, naylon torbalarla tozlu paçavralar savruluyordu havada, nemli sıcak sabahın bu erken saatinde bile bunaltıcıydı. İster istemez Durrell’in Justine’de anlattığı kent canlandı gözümde. Aradan epeyce zaman geçmiş, İngiliz yazarın yaşadığı dönemin İskenderiye’si kozmopolit kimliği, kolonyal mimarisi ve dekadan insan ilişkileriyle gerilerde kalmış, hatta neredeyse tümüyle yok olmuştu ama, kentin sesleri, bunaltıcı havası, hayvansı bir enerji saçan hareketliliği hâlâ sürdürüyordu varlığını. Yoksulluğu da. Dörtlü’yü yanımda getirmiştim. Açıp gelişigüzel okumaya başladım:
“Rıhtımdan dönen sokaklar, yıkık dökük, çürümüş evleri sırtlanmış, soluklarını birbirlerinin ağsına üfleyen, alabora olmuş sokaklar. Farelerin cirit attığı kepenkli balkonlar, saçlarının içi kene kanlarıyla dolu yaşlı kadınlar. Sıvaları dökük, ağırlık merkezlerinin doğusuna ya da batısına eğilmiş sarhoş duvarlar.”
IŞILTILI GECENİN ÇEKİCİLİĞİBütün bunlar, bu dizboyu yoksulluk, bu karmaşa ve boğunç, bir ölçüde yazarın hayalinden kaynaklanan bu sanrı, terastan bakıldığında görülmüyordu elbette, ama yine de İskenderiye’nin ayrılmaz bir parçasıydı. Kentin yazınsal efsanesinde yerini almıştı çoktan. “Bu kenti zihnimde yeni baştan kurmak için buraya gelmem gerekiyordu yaşlı adamın yaşamının kara yıkıntılanyla dolu gördüğü bu yürek karartıcı taşraya” diyordu Durrell, sözkonusu yaşlı adamın adını vermemekle birlikte, daha sonraki sayfalarda onun Kavafis’ten başkası olamayacağını ima eden şu satırları yazarak: “Lepsius Sokağı’ndaki gıcırdayan kamış iskemleli küçük odasına her gidişimde onu bir gemiciyle yatakta uyurken bulmuşumdur. Böyle zamanlarda ne özür dilemiş ne de yatak arkadaşına en küçük bir imada bulunmuştur. Kendisi giyinirken bazen dönüp yatakta uyuyan çiftin üzerine çarşafı çektiği olur. Bu doğallığı ben övgü anlamına anlatıyorum.”
Winsdor Oteli’nin altıncı kattaki terasından bakıldığında “Corniche” adı verilen kıyı boyunca Arap tarzı beyaz minarelerle beton yapılar, birkaç gökdelen ve körfezin ucunda bembeyaz, bir hayal gibi Kait Bey Kalesi görülüyordu. Sonradan “Yunan Deniz Kulübü” olduğunu öğrenip mezelerinden tadacağım büyük yapı da orada, koya sığınmış yelkenlilerle balıkçı teknelerinin tam karşısındaydı. Yüzyıllar önce bir depremde yıkılan Fener’in taşlarıyla yapılmıştı kale, antikçağın yedi harikasından birinin yerini ortaçağın surları almıştı, tarihte sanki hiçbir şey tümüyle yok olmuyor, biçim değiştiriyordu yalnızca. Bellek de öyle, üstüste biriken, içiçe geçen ve ancak kazıbilim sayesinde gün ışığına çıkarılan uygarlık katmanları gibi kentin yazınsal mitolojisini algılarken bir kitaptan ötekine, nasılsa bu kentte buluşmuş kadın düşkünü bir İngiliz yazarından yine haz düşkünü ama bu eğilimini suçluluk duygusuyla birlikte yaşayan, dizelerine kimi zaman doğrudan çoğu kez de dolaylı biçimde yansıtan bir Yunanlı şaire atlıyor, onun neredeyse tüm yaşamını geçirmesine karşın dış görüntüsüne yer vermediği İskenderiye’nin siluetini çizmeye çabalıyordu. Yalnızca siluetini mi? Meyhaneleriyle batakhanelerini de anıyordu yaşlı şairin dizelerinde: Dizginlemedim kendimi. Aldım başımı gittim / gittim ışıltılı geceye; / o yarı gerçek ve kafamda / yarı belirlenmiş zevklere. / Ve başdöndürücü şaraplar içtim / şehvetle kucaklaşmaktan / korkmayanların içtiği.
Ben de gitmeliydim, ama nereye? Kitaplıktaki törenin başlamasına çok vardı daha. Cumhurbaşkanı Mübarek’in eşinin, ruhun ve aklın gıdası kitaplara inat, dünya nimetlerinin de önemini anımsatan Bibliotheca Alexandrina’nın içindeki İtalyan lokantasında vereceği öğle yemeğine kadar sokaklarda dolaşabilir, kentin kalbinin attığı Saad Zaghloul alanındaki kahvelerden birinde mazbutumu, yani şekerli kahvemi içebilir ya da Durrell’in ayrıntılarıyla betimlediği ve anlatılanlara bakılırsa Kleopatra’nın Actium yenilgisinden sonra intihar ettiği sarayın yerinde bulunan Hotel Cecil’in barında viskimi yudumlarken İkinci Dünya Savaşı yıllarında burada cirit atan İngiliz casuslarını hayal edebilirdim. O zamanlar, çalışanlar dışında yerli halkın girmesi yasaktı bu bölgeye. Tüm kolonilerde olduğu gibi İskenderiye’de de yabancılar kendi aralarında görüşüyor, eğleniyor, çalışıyor, sevişiyorlardı. Hem de, Durrell’ın anlattığı gibi, hiçbir kural tanımadan, bu kargaşayı, bu çöl sıcağını, savaşı ve ölümü unutmak istercesine.
BÜYÜK İSKENDER ŞEHRİN PLANINI UNLA ÇİZMİŞTİİskenderiye, kente adını veren Büyük İskender tarafından MÖ 331’de kuruldu. Makedonyalı hükümdar Persleri yenip Darius’un kızıyla evlendikten sonra doğuyla batıyı, Helen uygarlığıyla bilinen dünyanın sınırındaki başka uygarlıkları birleştirme hayaline kapılmış, bu amaçla firavunların eski başkenti Memfis’i de ele geçirmişti. Dönüşte Nil deltasının doğusundaki kıyı şeridinde, Akdeniz’le Mareotis gölü arasında sıkışıp kalmış, çölün az ilersindeki bir alanı gözüne kestirdi. Plutharkos’un anlattıklarına bakılırsa akça pakça, saygın bir yaşlı adam görmüştü düşünde. Adam ona çalkantılı denizdeki Pharos Adası’na gitmesini önermişti.
Böylece İskender, adını ölümsüzleştirecek kentin planını, hocası Aristoteles’in “ideal kent” anlayışına göre, tebeşir bulunamadığı için işçilerin iaşesinden alınan unla Pharos Adası’nın karşı kıyısındaki körfeze çizdi. Mimar Dinocrates’in de katkısıyla dünya fâtihinin şanına yakışacak bir merkez olmalıydı kent. Boyutları çok geniş tasarlandı. Surlar 15 kilometre boyunca her biri 30 metre genişlikteki iki anacaddeyi çepeçevre saracak, liman yalnızca gemileri değil devasa depolarla tersaneyi de barındıracaktı. Aslında kıyıyı Pharos Adası’na bağlayacak Heptastad’ın devreye girmesiyle rüzgârdan korunmalı iki ayrı limanın yapılması söz konusuydu ve gemilere yol gösterecek, onları Silsilen Kayalığı’ndan koruyacak bir deniz fenerinin engine meydan okurcasına Pharos’a dikilmesi de öngörülmüştü. Ve öyle oldu. İskender 33 yaşında, tek taşını bile göremediği İskenderiye’den uzakta hayata veda ettiğinde, silâh arkadaşlarından Ptoleme kurduğu kente getirdi naaşını ve bir altın tabutta gömdü. Bugün hâlâ, Yusuf Şahin’in o unutulmaz filmindeki Yunanlı genç garson Stellio gibi İskender’in mezarını arayanlar var ama eski İskenderiye’den, Ptoleme hanedanından sonra Kleopatra ve Marcus Antonius’a, Aziz Marcos’a, derken Araplar’a, giderek Memluk’larla Osmanlı’ya kucak açan, 19. yüzyılda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın imar edip bugünkü görünümüne kavuşturduğu kentin antik döneminden eski mezarlarla Sallat Parkı’ndaki sur kalıntısının dışında hiçbir iz yok. Ünlü kitaplığa gelince, bir zamanlar Akdeniz’in dört bir yanından toplanan yüz binlerce elyazmasını barındıran, Eratosten’den Öklid’e, Plotin’e ve Callimak’a dek bir çok yazar, düşünür ve bilginin birlikte çalıştıkları ve kimin tarafından yakıldığı hâlâ tartışma konusu olan bu efsanevi yapının küllerinden doğduğu söylenebilir. UNESCO’nun girişimi ve Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek’in eşi Suzan Mübarek’in desteğiyle çok büyük, geniş ve ferah bir kitaplık kuruldu: Bibliotheca Alexandrina.
Kavafis’le Picasso’yu buluşturan Elite LokantasıNabi Daniel Caddesi boyunca yürüyerek Safiya-Zaghlul’a saptım, ön cephesi Yunan bayrağının renklerine boyanmış “Elite” lokantasına girdiğimde vakit henüz erkendi. Bir aperatif içebilirdim ancak. Buysa, Daniel Rondeau’nun kitabından tanıdığım Madam Christina’yla sohbet için yeterli olmayabilirdi. Dostum
Rondeau’nun İskenderiye’ye geldiğinde öğle yemeklerini Kavafis’i tanımış, onunla konuşma mutluluğuna ermiş bu hanımın işlettiği lokantada yediğini biliyor, Madam’la tanışmak için can atıyordum. Ne yazık ki Christina yoktu, epeydir de gelmiyordu. Yine de Kavafis’in uğrak yerlerinden biri olan bu lokantada, şairin kömür kalem portresinin karşısındaki masaya oturup yeşil zeytin ve ançüez eşliğinde bir uzo, sonra bir tane, bir tane daha içebildim. Üçüncü kadehten sonra portrenin yanındaki elyazması şiiri, anlamını çözemesem de, Yunanca harfleri heceleyerek okuyabildiğimi itiraf etmeliyim. “Tanrının Antonius’u Terkedişi”ydi.
Bu şiirde, yenilginin ardından canına kıyan Marcus Antonius’un dramı yoktu yalnızca, şairin yürekten bağlandığı, kendini kimi zaman bir hapisanedeymiş gibi hissetse de (Düşünmeden, acımadan, aldırmadan / yüksek duvarlar örmüşler dört yanıma) derinden sevdiği, gizlerini paylaştığı kentten ayrılışının acısı da vardı. Aslında şair terk etmiyordu İskenderiye’yi, Marcus Antonius’un gönülden sevdiği Herkül nasıl onu sessizce terkediyorsa İskenderiye de Kavafis’i öyle terkediyor ya da bana öyle geliyordu. Limandan demir aldığında uzaklaşan gemidir ama sanki kıyı gidiyormuş izlenimine kapılırsınız. İskenderiye de öyle almış başını gidiyordu işte, şairi eli böğründe bırakarak. Uzun süre duvardaki portrenin altındaki dizelere takılı kaldı bakışlarım, sonra lokantada başka resimlerin olduğunu da farkettim. Picasso’nun Minatorları Braque’ın kuşlarıyla sarmaş dolaştılar. Ve Matisse’in bir litografisi öğle yemeğine gelen müşterilere gülümsüyordu. Şairse onları değil, sağ dirseğini oturduğu sandalyeye dayamış, takım elbisesi içinde iki dirhem bir çekirdek, siyah çerçeveli gözlüklerinin ardından koyu, esmer bakışlarıyla yalnız beni süzüyordu. Kendini beğenmiş, yukardan bakan bir tavır içindeydi. Onun sıradan bir memur olarak çalıştığı Sular İdaresi’nde Mısırlı meslektaşlarına biraz tepeden baktığını, kendileriyle neredeyse hiç konuşmadığını, buna karşılık İngilizlerle ahbaplık ettiğini biliyordum. Çok genç sayılmazdı ama Durrell’in dediği gibi yaşlı da sayılmazdı. Şiirlerinin çoğunu yazdığı yaşta, yani 50’lerinde gösteriyordu. 20 yıl daha vardı önünde ve bu sürede geçmişi anımsayıp kahrolacak, yaşamını boşa harcadığı duygusuyla karamsar ama birbirinden güzel şiirler yazacaktı. İskenderiye’nin geçmişine, Helenistik ya da Bizans dönemlerine gönderme yapan dizelerinde bile, o çağın kahramanlarının, kral ve imparatorlarının ya da sıradan insanlarının ağzından kendi dramını dile getirecekti. Yüzüne taktığı, tarihin içinden çıkıp gelen maskelerdi onlar, geçmişin şimdiki zamanda sürüp gittiği hayali görüntülerdi. Onların içine girip onların diliyle konuşacak, bu diyalog, tarihin derinliklerinden gelen bu fısıltı sonunda kendi limanına, İskenderiye’ye bir daha hiç ayrılmamacasına demir atmasına yol açacaktı. Ve öldüğünde İskenderiye terkedecekti onu, o İskenderiye’yi değil.
Lokantadan çıktığımda biraz çakır keyiftim. İyi ki de öyleydim, çünkü Suzan Mübarak’ın yemeğinde, Mısır’da verilen tüm resmi yemeklerde olduğu gibi içki yoktu. Ama nefis mezeler, makarnalar, et ve
balık yemekleri, meyve suları vardı.
Genelevin üstündeki dairede 26 yıl yaşadı
Törenden sonra Kavafis’in 26 yılını geçirdiği evi aradım. Bulmakta fazla zorlanmadım. Sokağın adı değişmişti belki, “Lapsius”, “Kavafis” olmuştu. İki bodur
okaliptüsün karşısındaki eski yapı olduğu gibi duruyordu. Kavafis’in birinci katta oturduğunu, her sabah alt kattaki komşularını yani fahişeleri hasır şapkasıyla selâmladıktan sonra, sokaktan geçip Sular İdaresi’ne gittiğini düşündüm. Akşam yine yalnız, belki de tersaneden kaldırdığı bir gemiciyle döndüğünde, aynı centilmen davranışla selâmlıyordu komşularını ama onlarla tek sözcük konuşmuyordu. Kuşkusuz bu nedenle, Madame Christina’nın Daniel Rondeau’ya anlattığına bakılırsa, fahişelerin çaçası bu nezakete dayanamayarak “Ne şapkanı çıkarıp duruyorsun öyle ibne herif” diye bağırmıştı şaire. Madama Christina çocukluğunda Kavafis’le nasıl karşılaştığını da anlatıyordu Rondeau’ya: “Altı yaşındaydım onu ilk gördüğümde, öcü sandığım için çok korktum. İpek bir siyah pelerin vardı üzerinde, boynuna kırmızı eşarp sarmıştı. Çok zayıf, karga burunluydu. Biryantinli saçlarını geriye taramıştı. Elleri arkada, bir İngiliz gibi yürüyordu.”
ORHAN PAMUK DA BU EVE UĞRAMIŞ
Girişteki mermer levhada Konstinos Kavafis (1663-1933) yazılıydı. İkinci katın zilini çaldığımda müze bekçisi açtı. Güleç yüzlü, İngilizce bilen genç bir Araptı. Önce anı defterini imzalattı bana, baktım bir çok ziyaretçi bu arada Orhan Pamuk birbirine benzer, beylik şeyler yazmışlardı. Ben de bir şeyler karaladım. Derken Yunanca bir ses doldurdu apartman katını. Kavafis’in teybe
kaydedilmiş şiirleriydi duyduğum ama şairin sesi değildi. Şair susmuştu çoktan, narin gövdesi toprak olmuştu. İskenderiye’nin Ortodoks mezarlığında yatıyordu. Ama, çoğu kez sigara paketlerine, savruk kâğıtlara yazdıktan sonra yalnızca dostlarına okuttuğu dizeleri yaşıyordu. Artık onlarda soluk alıp veriyordu Kavafis. Bu yumuşak, insanı rahatlatan, alıp götüren dilin ona özgü bir dil olduğunu, klâsik Yunanca’yla limanda, çarşıda pazarda konuşulan Yunanca’nın karışımından kaynaklandığını, imbikten süzülüp ilk bakışta kuru, hatta düzyazıya yakın gibi görünse de son derece özgün bir şiirsel kalıba döküldüğünü biliyordum. Şairin bazı sözcükleri sınamak için gemicilerle, çıraklarla, bıçkın mahalle kabadayılarıyla konuştuğunu, sonra da onları buraya getirdiğini de biliyordum. Uyaklar, sessizlikler, bu sessizliklerden oluşan anlam, onun şiirini belirleyen tüm biçimsel özellikler tamamdı. Yunanca’nın edasına sinmişler, fısıltıyla konuşan ölülerin itiraflarına dönüşmüşlerdi. Seferis’in onun şiirlerindeki ölülerin gerçekte diri olduklarını, hatta onları az önce sokakta, bir kahve köşesinde ya da bir demirci dükkânında gördüklerimizden ayırdetmekte güçlük çekeceğimizi söylemesi boşuna değildi. Şairin ölümünden sonra, ama çok sonra, Melina Merkuri’nin kültür bakanlığı döneminde Yunan hükümeti satın almıştı bu katı. Ve 1970’lerde Paris’te öğrenciyken tanıştığım, Kavafis’in yakın dostu İskenderiyeli yazar Tsirkas’a da bir oda ayırma gereğini duymuştu. Bu vefa karşısında duygulandım. Tsirkas da, sonradan Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacak Seferis gibi, Kavafis’in önemini ilk anlayanlardan biriydi çünkü, üstelik bu kentteki Yunanlıların serüvenini en iyi anlatan yazarların başında geliyordu.
MAHALLESİ, SOKAKLARI TEPEDEN TIRNAĞA DUYGUYDU
Duvarları aile fotoğraflarıyla (Kavafis genç yaşta dul kalan İstanbullu bir Rum kadının dokuz çocuğundan biri, hakkında yazılanlara bakılırsa en çok sevdiğiydi) süslü odaları teker teker dolaştım, şiirlerini yazdığı masayı, iki kişilik pirinç karyolasını, başucundaki Bizans ikonasını, gece yaktığı şamdanları ve mutfağın dibindeki duvara gizlenmiş delikanlı desenlerini gördüm. İkonadaki Meryem, “Yakarış” şiirindeki gibi “sessiz ve üzgün”dü, desenlerdeki delikanlılarsa üryan. Vitrinlerdeki elyazması şiirleri, şairin yabancı dillere, bu arada Türkçe’ye de çevrilmiş kitaplarını ve İskenderiye’de yayımlanan kitaplarının ilk baskılarını da inceledim. Bir vitrinde dededen kalma çalar saati duruyordu, öyle küskün, unutulmuş. Şairin sağlığında da pek işe yaramıyordu, çünkü sabah sekizde büroda olması gerekirken hep geç kalıyordu Kavafis. Ve üstlerini tam saatinde işbaşı yaptığına inandırmak için akla hayale gelmeyecek yöntemlere başvuruyor, yalanlar uyduruyordu. Bu karanlık evde, şiir yazdığını yakınları dışında kimseye duyurmadan, kendi halinde yaşamıştı. Elinden düşürmediği tarih kitaplarına da gömüldüğü olmuştu, derin düşüncelere de. Melankoli ve geçmişte yaşanmış yasak aşkların anısı peşini bırakmıyordu. Tıpkı İskenderiye gibi: “Bu şehir arkandan gelecektir.” Salonun penceresini açtığında, çirkinlikte az ilerdeki otoparkla yarışan Ortodoks kilisesini ve son nefesini vereceği hastaneyi görüyordu. Oturduğu evden bir sokak ilerdeki bu hastanede bir nisan ikindisinde ölmüştü zaten. Doğum gününde ve yapayalnız. 70 yaşındaydı, elifi elifine, bir saat bile fazla yaşayamadan, tam 70 yaşında. İskenderiye değişmiş, şairin kenti de, İskender’in kenti gibi tarihin derinliklerine gömülmüştü çoktan. Akşama dek bu duyguyla dolaştım kalabalık sokaklarda. Sonra günbatımını Winsdor Oteli’nin terasında Akdeniz’e bakarak karşıladım, “Bir başkaya ülkeye, bir başka denize giderim” dizelerini mırıldanarak.