Güncelleme Tarihi:
Televizyonlar, gazeteler, dergiler, kitaplar, konferans salonlarının hoparlörleri “markalar yaratmak” konusunda inliyor. Onlar inliyor, biz de dinliyoruz. Çok merak ediyorum. Acaba, bugüne kadar, “marka” konusundaki okuduklarınızı kendi üzerinize aldınız mı hiç? Alınterinize ürün, kariyerinize de marka olma süreci olarak baktınız mı? Hayal ettiğiniz mevkilere ulaşamayışınızın altında kendi dalınızda yeteri kadar güçlü bir marka olamadığınız gerçeğinin yatabileceğini hiç düşündünüz mü?
Bir filozofa sormuşlar. “Şansa inanır mısınız?” diye. O da “Elbette inanırım. İnanmasaydım, sevmediğim insanların başarılarını kendime nasıl açıklardım?” demiş. Açıkçası ben, bu filozofun bir Türk olmasından şüpheleniyorum. Çünkü, bu inanç bizim toplumumuzda anonim olarak gelişmiş ve istisnasız hepimize sirayet etmiş bir reflekstir. Bazı mihraklar vardır. Bunlar iç ve dış mihraklar olarak ikiye ayrılırlar. Bize feci halde takmışlardır. Bunlar, bizim başarılı olmamamız için sürekli entrika çevirirler. Elleri sürekli tetiktedir. Bize teklif ettikleri herşeyin altında bir bit yeniği mutlaka vardır. Ve de en önemlisi, bu gizli el bize sürekli haksızlık eder. Hakkımızı bir türlü vermez. Gazetelerin spor sayfasına verilen demeçlerde de böyledir bu, uluslararası ilişkiler sayfasında da... Hatta günlüklerimizde...
Bu arada bir not. Ben, hippie değilim! Bu düşüncelere paranoya yorumu yapmam, hayata pembe gözlüklerle baktığım, Rin Tin Tin gibi herşeyi hayra yorma eğiliminde olduğum anlamına gelmiyor. Bireysel ya da toplumsal düşmanlarımız pek tabii vardır. Hepsinin elleri kırılsın! O ayrı. Benim anlattığım, hayali ya da gerçek olsun bu düşmanlarla mücadele yolunun onları beynimizde bir paranoya haline getirmek olmadığı. Tam tersine bu saplantıların onların en büyük silahı olduğudur.
Evet. Vakit eğri oturup doğru konuşma vakti. Ne kadar yetenekli olursanız olun. Ne kadar çok iş yaparsanız yapın. Siz, marka değeri sizden daha yüksek bir insanın yönetimi altındasınız. Şu anda biri, sizden daha fazla yorulmayan biri, kendini markalaştırma konusunda sizden daha başarılı olduğu için sizden daha çok para kazanıyor. Bu yüzden, sizinkinden daha güzel bir evde oturuyor. Onun arabası sizinkinden bu yüzden daha güzel. Kendinize bir iyilik yapın ve bu gerçeği kabul edin. Enerjinizi istisnalar aramak için harcamayın. Bugüne kadar, 100’e yakın şirketin içine girmiş, en az bin tane insan tanımış ve bu konuda onbinlerce gözlem yapmış birinden geliyor bu iddia. Özetle söylemek gerekirse, bana güvenin.
Kendi işinizde bir marka olup olmadığınızı denemek için size basit bir test. Hangi dalda çalışıyorsanız çalışın. İş çevrenizde, hiç tanımadığınız insanlar, sizin ürettiğiniz ama üzerinde adınız yazmayan bir eserde sizin tarzınızı algılayabiliyorsa ve kendi zihninde o işe sizin imzanızı atıyorsa, siz bir markasınız demektir.
Marka olmakla, kendi reklamını yapmak arasındaki ayrımın da farkında olduğunuza eminim. “Marka insan” olmak, söze sürekli “ben...” diye girmek değildir. Başarılarını insanların gözüne gözüne sokmak hiç değildir. Benim pek hoşlanmadığım “kokteyl tipi insanlar” vardır örneğin. Onların yaptığı gibi insanlara binlerce kartvizit dağıtarak isim de yapılmaz. Öte yanda da, başarıları Tanrı ile kul arasında kalacak bir sır olarak tutmak da insanı marka yapmaz. Unutmayın ki, başarısızlıklar hiçbir zaman sahiplenilmez. Oysa başarılar öyle değildir. Hiçbir başarı sahipsiz kalmaz. Kendi başarınıza siz sahip çıkmazsanız, ona imzasını atacak birileri mutlaka çıkacaktır!
Bilmem bilir misiniz? Kişisel gelişim aleminin bir raconu vardır. Yeni birşey öneriyorsan, insanlara eskileri çöpe atıp senin söylediğin yeniyi almalarını söylersin. Ve madem bu yazı bir kişisel gelişim yazısı, ben de bu racona uyuyorum. Diyorum ki: Kariyer planlarınızı çöpe atın! Şaşırmak yok. Atın diyorsam atın. Çöpe atın kurtulun. Yerine kendinize, en az beş yıllık bir markalaşma planı yapın. Kariyer planı, bu master planın sadece bir alt başlığı olsun. Aşağıda markalaşma planınızda yararlanabileceğiniz bireysel bir marka olmaya giden üç basamaklı merdiveni bilgi ve ilginize sunuyorum:
Basamak 1: Tarz yaratma
Basamak 2: İsim yapma
Basamak 3: Marka olma
-ma ekini olumsuzluk eki olarak da okuyabilirsiniz. Sakın, kendi tarzını yaratma, sonra isim de yapma, böylece marka da olma diyebilirsiniz.
Dilerseniz kötü esprilerle uğraşmak yerine bu üç basamağı biraz daha açalım.
Basamak 1: Kendi tarzını yaratma:
Felsefik olarak kendi tarzını yaratmak diye birşey yoktur aslına bakarsanız. Çünkü, her insan özünde bir tarzın sahibidir. “Ahmet, kültürsüz bir insandır” cümlesindeki Ahmet’in alt ya da üst, mutlaka bir kültüre mensup olduğu gibi. Burada kastedilen, kendinizi tanımak, çizginizi tanımlamak ve tarzınıza sahip çıkmaktır. Bunun da en basit yolu;
Ben
- Bu ülkeye,
- Bu iş alemine,
- Bu sektöre,
- Bu şirkete
- Bu departmana ne gibi bir fark getiriyorum? Ya da getirebilirim? Sadece bende olan ve benzerlerimde olmayan “o” özellik ne?” sorusunu sormak ve elbette cevabını almaktır.
Basamak 2: İsim yapma:
İlk adımda tarzınızı, önce kendinize kabul ettirdikten sonra sıra bunu etraftaki insanlara kabul ettirmeye geliyor. Siz kendi tarzınızın olumlu yanlarının arkasında ne kadar durursanız, insanlar da sizin çizginize o kadar değer verir. Unutmayın, yaptığınız bir espride karşı tarafı güldüren sadece kurduğunuz cümle değildir. Karşı tarafta gülme refleksini tetikleyen, kendi esprinize gülmeniz ve “Bu lafı duyunca sen de böyle yap. İşte böyle. Hahahaha” dayatmasıdır. Tarzınızla barışın, sonra onu insanlarla tanıştırın.
İsim yapmak deyince, sakın aklınıza magazinel şöhret gelmesin. Örneğin kendi stilini yaratan bir çöpçü, kendi hayat çemberi içinde diğer çöpçülerden farklı bir isim yapabilir. Herkesin kendi sokağını süpürmesini istediği, paylaşılamayan bir çöpçü olabilir. İsim yapmanın sırrı, bir yanda kendi çizginizi korumak diğer yanda ise oyunu kurallarına göre oynamaktır. Bu noktada şöhretin yolu, oyunun mevcut kurallarını doğru oynayarak yükselmekten geçer. İçinde bulunduğumuz çağ, sadece işini yapmanın yanında isim yapmayı da mecbur hale getirmiştir.
Basamak 3: Marka olma
Dediklerine göre insanlar iki kere ölürmüş. Birinci ölüm, son nefesini verdiği an. İkincisi de adı dünyada en son anıldığı anmış. Şu gerçeği gözardı etmemeliyiz. Şöhret, fanidir. Gerçek markalar ise ölümsüz. Marka olmak tırmandığınız dağın zirvesidir. Bugün, bizim bütün sanatçılarımızın bir yılda kazandığı parayı alt alta koyup topladığınızda elde ettiğiniz rakam, Elvis Presley’in “ölü”sünün bir yılda kazandırdığı paradan daha azdır. Marka olmak ya da şöhret olmak, işte bütün mesele budur. Marka olmakla şöhret olmak arasındaki en temel fark ise, oyunun kurallarını değiştirmektir. Kural koyucu olmaktır. İnsanlara hem kendi tarzını hem de yeni oyun kuralları kabul ettirmek marka olmanın ta kendisidir. “Bu oyun benim kurallarıma göre oynanacak” cümlesini henüz birinci basamakta sarfetmeye başlayanları ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, anlatmak için çok basit bir kelime yeterlidir: Loser (kaybeden)
Geliştirdiğim bu basamakları binlerce örnek üzerinde gözlemleyebilirsiniz. Ben size, show dünyasından bir-iki örnek vereceğim. Birinci örnek gerçek bir Türkiye markası Hülya Avşar’dır. Kendine özgü bir tarza sahiptir. Oyunu kurallarına göre oynayarak şöhret olmuştur. Soyunmak gerekiyorsa soyunmuştur. Ta ki Nirvana’ya ulaşana kadar (Bu arada onun için Nirvana’nın dünyanın yüz küsür ülkesinden sadece birinde marka olmak olduğunu eklemeyi unutmayalım). Bir marka haline geldiğini farkettiği günde, artık kendi kurallarını koyar hale gelmiştir. Bir zamanlar filmlerinde soyunmaktan çekinmeyen bu güzel hanımı, bugün hiçbir gücün soyunmaya ikna edememesinin altında yatan neden ne selülitleridir ne de kişisel çelişkileri. Bu tercihin altında yatan, Hülya Avşar’ın marka olma mertebesine erişmiş olduğu gerçeğidir.
Verebileceğimiz ikinci örnek ise futbolcu Sergen’dir. “Ben, fizik olarak değil teknik olarak öne çıkan bir futbolcu olacağım. Vizyonum bir yanda tribünlere görsel bir şov sunmak, diğer yanda da skor tabelasına katkıda bulunmaktır.” cümlesi, bu yeteneğin tarif-i tarz cümlesidir. Bugün baktığınız zaman Sergen, özel bir izleyici kitlesine mensup kendi kurallarının oyuncusudur. “Futbolcu dediğin sürekli antreman yapar. Deli gibi koşar” kuralını, benimkinden büyük göbeğiyle kırmış biridir kendisi. Teknik direktörlere kendi kurallarını kabul ettirmiştir. O da artık bir markadır. Bir marka olduğu için de, attığı goller, diğer futbolcuların attığı gollerden çok daha fazla sansasyon yapar. Söylememe gerek var mı? Sergen, diğer Türk futbolcularından daha fazla para kazanır. Beckham kadar olmasa da çok kazanır.
Uzun lafın kısası, Aynı miktarda kaloriyi harcayarak daha fazla para kazanma sanatına kendini markalaştırma sanatı diyebiliriz. Huzurlarınızda satırlarımı Manolya filmindeki unutulmaz replikle tamamlıyorum. Bu hayatta önemli olan ne umduğumuz ya da ne hakettiğimiz değildir. Önemli olan ne aldığımızdır...
buRAK özDEMİR kimdir?
1974’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Tanıtım Bölümü’nün ardından Beykent Üniversitesi Stratejik Pazarlama Yönetimi ve London School of Public Relations programlarını tamamladı. Halen, Mimar Sinan Üniversitesi Endüstri Tasarımı Bölümü’nde yüksek lisans öğrenimini sürdürüyor. Strategica Marka Danışmanlık’ın kurucu ortağı, Torpil.com’un yaratıcısı olan özDEMİR, aynı zamanda dünyanın önde gelen marka danışmanlık kuruluşlarından Landor’un Paris ofisi için markalara isim buluşçuluğu (namer) yapıyor. Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan Yıl 2binyüz2 adlı bir de kitabı var.