Ersin KALKAN
Oluşturulma Tarihi: Aralık 16, 2006 00:00
Video paylaşım sitesi "YouTube"da dolaşırken ilginç bir klip gördüm. Klipteki şarkının adı "Söylemeyin". Klip böyle diyor ama bir genç kadın ve erkek şarkıyı söylemekte ısrar ediyor. Kızı bir yerden tanıyorum. Aaa evet, bu Demet Tuncer. Hani Çocuklar Duymasın adlı televizyon dizisinin Amerikalı Mary’si.
Genç adamla ise ilk kez karşılaşıyorum. Bir Hollywood aktörüne benziyor. Görüntü kalitesi ve sahneleri muhteşem olan bu klibi izleyince merak ettim Mikael’i. Yazdım adını Google’a, düştü önüme bilgiler. Bir fan sitesi bile var ama hakkında bilgi az. Gazeteci arkadaşım Demirhan Hararlı’dan, Mikael’in Erzurumlu olduğunu öğrenince şaşırdım biraz. Oralardan, böyle sarı saçlı, ortalarda İngiliz İngiliz salınan bu genç adamlardan çok az çıkar aslında. Sonunda koordinatlarını buldum, aradım ve bir araya geldik. O anlattı ben dinledim; şaşkınlıkla!
YouTube’da izlediğim klipteki çocuğa hakikaten Türk mü diye dikkatle bakıyorum. Adı Mikael. Mavi-yeşil gözlü, sarışın, yakışıklı bir çocuk. Savaşa giden sevgilisini bekleyen hamile bir genç kadınla, yağmurlu bir siperde nöbet tutan bir askerin hikayesini anlatıyor klip. Yeryüzündeki tüm savaşlara karşı bir duruşu var klibin. Asker, savaşta toprağa düşüyor ve "Söylemeyin, bilmesin aşkıma / Dayanamaz böylesi bir acıya / Uzakta deyin, dönecek deyin / Öldüğümü söylemeyin, yüreğini titretmeyin" diye ölmeden önce bir şarkı söylemeye başlıyor. Sonra sözü genç kadın alıyor "Dün gece gördüm rüyamda / Kaybolup gittin karanlıklarda / Bir yangınla uyandım koynumda / Seni ardımda bırakmak var ya..." diye bitiriyor parçayı.
BİR SENE LONDRA HAYATINI DEĞİŞTİRDİGörüntü kalitesi ve sahneleri muhteşem olan bu klibi izleyince merak ettim Mikael’i. Yazdım adını Google’a, düştü önüme bilgiler. İTÜ Sözlük’te şöyle bir not vardı: "Yeni yetme şarkıcı adayıdır. ’Orda biri var mı’ adlı muhteşem şarkısıyla gönülleri fetheden klibi Kral TV’de gösterilmektedir. İşaret parmağını seyircinin gözüne sokarak yarattığı karizmatik hareketlerle klibe renk katmıştır. Çekici, sarı stilli saçları da ayrı bir hayranlık uyandırır. Geleceğin süperstarı olmasına kesin gözüyle bakılacak insan modelidir. Tutulması ve başarılı olması için on fırın ekmek yemesi farzdır..."
Baktım bir de fan club’ı var. Sitenin giriş sayfasına bir fotoğrafını yerleştiren hayranları, aralarında sevmelere almışlar sanatçıyı. Ama hakkında fazla bilgi yok. Gazeteci arkadaşım Demirhan Hararlı’dan, Mikael’in Erzurumlu olduğunu öğrenince şaşırdım biraz. Oralardan, böyle sarı saçlı, ortalarda İngiliz İngiliz salınan bu genç adamlardan çok az çıkar aslında. Sonunda koordinatlarını buldum, aradım ve bir araya geldik. O anlattı ben dinledim şaşkınlıkla.
Mikael Koçak, hakikaten Erzurumluymuş. 1978’de Aşkale’nin Gölören adlı küçücük bir köyünde doğmuş. İlkokul sonuna kadar da bu köyde büyümüş. Ortaokula geçince ailesi Erzurum merkezine taşınmış. Mehmet Akif Ersoy Lisesi’ne başladığı ilk yılın sonunda tatil için İngiltere’ye gitmiş. Londra yakınlarında yaşayan ağabeyinin yanında kalmış. Bir yıl sonra geri dönmüş. Çünkü annesini ve memleketi çok özlemiş. Ama ancak birbuçuk ay dayanabilmiş, sonra yeniden ver elini Londra. Neden peki? "Çünkü, küçük bir çocuk olarak Londra’da bulunduğum o bir yıl içinde hayallerim ve ideallerim değişmeye başlamıştı. Yeniden Erzurum’a döndüğümde hayallerimi bu şehirde gerçekleştiremeyeceğimi anlayıverdim."
Böylece rüyalarının kanatlarına binip Londra’ya ulaşmış yeniden. Okula başlamış. Liseyi bitirmiş. Üniversitede spor akademisine gitmiş. Tekvandoda İngiliz Milli Takımı’na seçilmiş. Bu arada amatör gruplarla birlikte gitar çalıp şarkı söylemiş.
Tekvando, spor akademisi ve müzik bir arada ilginç geldi bana, nasıl yani diye sordum. Şair Ece Ayhan’a gönderme yaparak başladı söze:
"Ece Ayhan, bir şiirinde beyazların sofrasında karaşın olmanın zor olduğundan bahseder ya. Benim durumum tam tersiydi Erzurum’da. Sarı bir çocuktum. Gözlerim ışığa göre maviden yeşile dönerdi. Bu görüntümden dolayı çok sıkıntı çektim çocukların dünyasında. Ayrık otu gibi davranırlardı bana. Görüntümden dolayı benim hep yumuşak huylu olmamı isterlerdi. Olmazdım tabii ki. Dayak yiyeceğimi bile bile iki katım boyundakilere kafa tutardım. Çoğu zaman eve ağzım burnum kan içinde geldiğim olurdu. Yine gider, yine diklenirdim. Artık dayak yememenin yollarını aramaya başlamıştım. İngiltere’de aradığımı buldum. Uzakdoğu savunma sporlarından tekvandoya başladım. O dönem dünya şampiyonu olan Chiris Sawyer’in yanında çalışmaya başladığım ilk günlerden itibaren göz doldurdum. Çok da başarılı oldum. Ülke içinde sayısız dereceler aldım, madalyalar kazandım. 1998’de İngiliz Milli Takımı’na girdim. Kore’ye gidip ikinci dana kadar yükseldim. Sydney Olimpiyatları için düzenlenen İngiliz Milli Takımı’nın seçmeleri sırasında diz bağlarım kopunca aktif spordan çekilmek zorunda kaldım."
BAĞLAMAYLA MODERN ZAMANI ANLATAMAZSINIZPeki ya müzik, diyorum, şöyle cevaplıyor:
"Babam balcılık yapar. Küçükken bal peteklerinin çerçevelerinin tellerinden kendime çalgı aleti yapardım. Saz gibi, gitar gibi aslında bir şeye benzemeyen bir şey... Sonra bir akrabamın evinde bir bağlama buldum. Kendi kendime tıngırdatarak, kısa bir zaman içinde melodileri yakalamaya başladım. Babam istemezdi önceleri öyle çalgılarla uğraşmamı. Ama baktı ki yeteneğim var, bana küçük bir bağlama aldı. İngiltere’ye gidince kazandığım ilk parayla bir gitar satın aldım."
O yıllarda, sabah 06.00’da evden çıkar, spor merkezine gider, üç saat sonra okulda olur, 18.00 sularında ise işe başlarmış. Gece 23.00’te eve döner, başını hemen yastığa koyarmış. Birçok iş yapmış. Ama sonunda bodyguard olmuş. Londra’nın ünlü kulüplerinin önünde bekler, hadiselere müdahale eder, olay çıkaranı etkisiz hale getirirmiş. Tabii ki artık kimse onu dövemezmiş.
Bu arada memleketle bağlarını sürdürmüş. Her sene Erzurum’a gelir ailesiyle birlikte kalır, ozanlarla, müzisyenlerle görüşür, tatilinin bir kısmını da İstanbul’da geçirir, valizler dolusu kitapla Londra’ya dönermiş. En çok da şiir kitabı alırmış. Edip Cansever, Ahmet Arif, Abdurrahim Karakoç ve Cemal Süreya favorileri. Heinrich Heine’i de çok seviyor. Ali Ekber Çiçek ve Neşet Ertaş’ı da severek dinliyor. "Neşet babanın ’Batınım sen oldun zahirim sensin / Evvelim sen oldun ahirim sensin’ türküsünü dinlerken ağladığım çok olmuştur" diyor. "Batın"ın görünmeyen, "zahir"in görünen olduğunu da biliyor üstelik.
Klasik ve modern Batı müziği yanında rock dinliyor, ama pop yapıyor. Bağlamayı çok iyi çalıyor. Ama müziğinde gitar kullanıyor. Neden diye sordum.
"Köklerimden kopmadığım için bağlamayı severek çalıyorum. Ama bağlamanın modern zamanların duygularını anlatmaya yeterli olmadığına inanıyorum. Kırların sessizliğinde yaşayan, küçük kasabaların insanının duygularını anlatabilirsiniz bağlamayla. Ama transatlantiklerin,
trafik ışıklarının, üstünden durmaksızın uçakların geçtiği şehirlerin, cep telefonlarının, garip ama gerçek ayrılıkların, makinelerin ve bilgisayarların sesini kanıksamış olan kent insanının hislerini yakalayamazsınız. Nazım’ın dediği gibi ’üç telinde üç sıska bülbül öten, üç telli saz’ böyle bir zamanda bir işe yaramaz..."
Nasıl sizce de ilginç değil mi bu genç adam? Bu cangılda kendi yolunu bulmaya çabalıyor. Gece aleminde görünüp
magazin malzemesi olmamaya çalışıyor. "Bıraktığımız Yerden..." adında bir albüm yapmış. İçinde değişik parçalar var. Bir parçanın dışındaki tüm şarkıların sözlerini ve bestesini de kendi yapmış. Bir bakın ve dinleyin derim...