Güncelleme Tarihi:
“Bunlar 40 yıllık yazarlık hayatımın her biri tek başına okunabilecek en güzel sayfalarıdır” diye seçmişsiniz kitaptaki parçaları. Farkları ne?
- Çok kriter var. Bir, yazarken bilirsiniz. Uğraşırsın, uğraşırsın. Her gün “Ne harika şey yaptım” demezsin. ‘Boğazın Suları Çekildiği Zaman’ı New York’ta yazıyordum. Hemen arkadaşlarıma telefon etmek istedim.
Boğaz’ın sularına gömülen enfes Kara Cadillac hikayesi… Kara Kitap’tan.
- Cadillac Türkiye’de zengin olmanın fetişi. Müzemizde Cadillac’lı yüksek sosyeteden bir hanım var mesela. Mafya, tehlikeli yollarla para kazananlar, voleyi vuranlar… Kadına kürk almak ve adamın kendisine Cadillac alması…
1960’larda çocuktum. Özellikle Akıntı Burnu’nda arabalar suya düşerdi. Park edemez düşer, sarhoş olduğu için düşer, dikkat etmediği için düşer… Cinayet mi, derler... Hatta galiba Hürriyet’te “Arabanız denize düşerse ne yapmalısınız” diye bir yazı çıkmıştı.
Ya kitaptaki diğer parçalar…
- Bazılarını ben çok harika bulmam ama herkes konuşur. Mesela “Ben bir ağacım” yurtdışında antolojilere girmiştir. Okurun öne çıkardığı bir metin var: “Okula gitmek istemiyorum.” Kızım evde sürekli aynı cümleleri söylüyordu. Ben yalnızca yazdım.
Peki bugün okurlarınızın ilk kez tanıştığı Mevlut…
- Üzerinde beş yıldır çalıştığım romanın adı: ‘Kafamda Bir Tuhaflık.’ Bir boza satıcısının ve yoğurtçunun İstanbul’daki 40 yıllık hayatı. Onun ve arkadaşlarının. 12 yaşında köyde ilkokulu bitiriyor. Sonra şehre geliyor. Babasıyla yoğurtçuluk yapıyor. Bu kadar anlatayım. Bugün okuduğunuz, romanın başlarından, kahramanın ortaokul yıllarını anlatan bir parça.
Önsözde “4 yıldır beraber yaşadığım sokak satıcısı kahramanım Mevlut da ilk kez okur önüne çıkıyor; ikimiz de çok heyecanlıyız” diye yazmışsınız. Karakterleri hayatınıza sokar mısınız?
- Karakter yavaş yavaş size; siz de karaktere benziyorsunuz. Sosyal gerçekçi romanlar gibi İstanbul’un alt tabakaları arasında, kayıt dışı ekonomi içerisinde geçiyor. Ama bunları bir John Steinbeck gibi değil, kendim gibi anlatıyorum. Fantezi, hayal… Kahramanımın -kitabın adında olan- kafasının tuhaflığı konulardan biri.
Nedir bu “kafa tuhaflığı”?
- Kitap çıkmadan bu konuya çok girmek istemem. Belki şunu söyleyebilirim: Belki bir yoğurtçuyu anlatıyorum ama onu satıcı, yoğurtçu gibi görmüyorum; bir birey olarak görüyorum. O kısmına önem veriyorum.
Mevlut, seyyar satıcı arkadaşı Ferhat’ın “Sokakların dilini, şehirdeki dükkânların yerini ve insanların sırlarını bilmesine hayrandı” diye yazmışsınız. Seyyar satıcılara sizin de hayranlığınız var gibi…
- Hep onlardan biri olmak istemişimdir. Bu özlemimi dile getirmeye çalıştım. Beyoğlu’nda yürüyorsunuz diyelim. Bir sokak satıcısı, bir bakışta kimin sivil polis, kimin Belediye’ye haber veren kişi olduğunu, nereye girerse ne satabileceğini bilir. Sokakları okumak, bir şehri okumaktır. Bir şehir yalnızca vitrinler, sinemalar değildir -ki onları da okumayı severim-. Sokaklardaki hareketi okumak en güzel şeydir. Bir yabancı şehre gidersiniz; sokakları okuyamadığınızı anlayabilirsiniz. Arka planını bilemezsiniz. Sokaklarda kurnaz olmak… Neyin etrafından dolanacaksınız, hangi kestirmeden geçeceksiniz, iktidar sahibi nerede… Bunlar sevdiğim konulardır.
Ne zaman karar verdiniz bir seyyar satıcıyı anlatmaya?
- Bir bozacıyı anlayacağım diye başladım. Pek çok insanla röportaj yaparak yeni bilgiler edindim.
Söyleşileri kendiniz mi yaptınız?
- Büyük bölümünü. Bana yardım eden, Boğaziçi Üniversitesi’nden asistan arkadaşlarım da var. Konuyu öğrendim. Şimdi üniversitede bir saat anlatabilirim.
Tek yumruk’ gibi İstiklal Marşı söyletmeye çalışan okul müdürü… Bir yarışma için öğrencilere Osmanlı padişahlarının doğum-ölüm tarihlerini ezberleten eğitim sistemi, Mevlut ortaokul diplomasını alınca babasının ona “Artık polis ya da bekçi olabilirsin” demesi… Bir Türkiye Cumhuriyeti parodisiyle mi karşılaşacağız?
- Mevlut’un okul yıllarında, Hababam Sınıfı gibi bir eğitim sistemi eleştirisi var. Ama romanda daha çok ele geçirmeye çalıştığım şey kültürel değişim; zihinsel durumların değişmesi… Hayal gücüne ne oluyor, kafana ne oluyor… Bir kardeşin gecekondusu, arsası çok para ediyor, köşeyi dönüyor; öbürü dönemiyor ve haset oluyor. Romanın odaklandığı yerler buralar. Ama tabii ki her zaman, eleştirel olmaya çalıştığımız bir toplumun içinde yaşıyorlar.
Kitabın adı ‘Ben bir ağacım.’ Birkaç hafta önce çıksa akıllar Gezi Parkı’na gidebilirdi.
- Yok, ne yazık ki öyle değil. İslam resmi, Rönesans sonrası resim konularına dokunuyor. Gösterdiği ağacın kendisini mi olmak istiyor; yoksa manası mı… Bunun üzerine, eğlenceli bir parça.
‘Ben bir ağacım’ başlığıyla Gezi Parkı’ndaki bir ağacı konuştursaydınız amma ses getirirdi diye aklımdan geçirdiğimi itiraf edeyim. Ama siz daha kişisel, şiirsel anlatımları tercih ediyorsunuz…
- Gezi hakkında bir yazı yazdım. Türkiye’de de, dünyada da yayımlandı. Gazeteci yazısı yazmak istemiyorum. Gençliğimde böyle şeyler yaptım ama 60’ından sonra siyasi konulara gireceksem, daha yaratıcı, masalsı, şiirsel ya da daha öfkeli, sert ama bahsettiğim şekilde yapmak isterim.
“Benim adım Kırmızı’ ve Kar’ı bir gün politik İslam’ın Türkiye’de iktidara geleceğini düşünerek yazdım” demiştiniz.
- Biliyorduk hepimiz. ‘Kar’ döneminde “Ayy efendim biz de İran gibi mi olacağız” özellikle aydınlar arasında konuşulan bir şeydi. Bir bunu demek var bir de siyasal İslamcılar ya da muhafazakarlar kim, hangi gazeteleri okuyorlar, başörtülülerin dramı nedir diye sormak var. Bunları anlamalı, anlatmalıyım diye düşünerek ‘Kar’ ı yazdım. ‘Benim Adım Kırmızı’ gene kültürel değişmeyle ilgili. Bir çeşit resim yapıyorsunuz ama o gelenek ölüyor. Çin’de Hattatlar bin yıldır belgeleri el yazısıyla kopyalıyor, kenarına resim yapıp kitap üretiyorlar. Derken birisi renkli fotokopi makinası getiriyor. Bin yıllık gelenek öldüğü gibi, o geleneğin insanları acı çeker! Aralarından biri hattatlığı bırakır “ver ben çekeyim” der. Bu insanlar neler hisseder, benim konum bu. “Fotokopi makinasını kullanmayalım” diyen insan da vardır. Onların kavgasını anlatmayı da severim. Taraf tutmayı değil, insani dramı anlatmayı. ‘Ben bir ağacım’ parçasını seçtiğimiz ‘Benim Adım Kırmızı’ İslam resminin güzelliklerini över ama bir yandan onun bittiğini söyler. Siz onun güzelliğini kitaptan görürken hafif gözyaşıyla bittiğini öğrenirsiniz- ya da ben böyle isterim.
Bu işlerle uğraştığınız için zamanında eleştirildiniz.
- 33 yaşında hayatımda ilk defa Amerikan kütüphanelerini gördüğümde; kültürün genişliğini, açıklığını görünce ‘ben kimim’ gibi şeyler düşünmeye başlamıştım. O zaman daha ciddi bir şekilde Mevlana’yı, Attar’ı, (???) Firdevsi’yi, Şehname’yi okudum. Hâlâ benden önceki kuşak hâkimdi edebiyata. Ulan, nedir bu gericileri okuyorsun! Herkes, Marksizm, devrim, böyle şeylerle meşguldü. Türkiye daha kesin çizgilerle ayrılmıştı. Ben iki taraflı o çizgiye aldırmadım.
Bu ne zaman kırıldı?
- 1970’lerde herkes sokakta birbirini öldürürken sorumlu, düşünen, yazan kişiler bunu düşündüler. Darbeden sonra bir daha düşündüler. Bugün sokakta takır takır birbirimizi öldürmüyoruz. Hâlâ kavganın üslubundan şikayetçiyim. Ama Cumhuriyet okuyorsun, Tercüman okuyorsun diye adam öldürme günleriyle kıyaslayınca, yumuşadı. Modern bir millet budur zaten; iki kanadı olur. Muhafazakâr ve geleneksel kanat her zaman çatışır. Hindistan da, Çin de, Japonya da. Ama çatışmalardan yeni bir şey çıkarıyorlar mı? Benim romanda yaptığım işin, yeni bir şey çıkarmaya yönelik olduğunu düşünüyorum. Onun için kimsenin ilgilenmediği tarihlerle ilgilendim. Partiler ya da cemaatler arasındaki diyalogdan bahsetmiyorum. Bireyler yapar bu işleri. Bireylerin öne çıktığı bir toplum oluyoruz ve buna seviniyorum.
Mısır’ı nasıl görüyorsunuz?
- Takip ediyorum ve içim kanıyor. Bir de kızgınlığım var dile getirmek istediğim. Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi, tıpkı Gabriel Garcia Marquez’in Türkçeye ‘Kırmızı Pazartesi’ olarak çevrilen, asıl adı ‘İlan Edilmiş bir Cinayet’in Hikayesi’ olan kitabındaki gibi “Ben darbe yapıyorum!” diye bütün dünyaya söyledi. Medeni Batı dünyası kafasını çevirdi. Obama ve Avrupa Birliği’nden sükut-u hayale uğradım. Şimdi öldürüyor da öldürüyor. Batı’nın sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Artık Mısır’da fazla güçleri yok ama “Yapma, darbe yapma!” diyebilirlerdi. Onu bile demediler.
AK Parti Türkiye’yi ciddi bir demokratikleşme yoluna sokmuştu. Son dönemdeki mantalite değişimini nasıl yorumluyorsunuz?
- Çok kötümser değilim. Gezi olayları, bizde baskıcı yönetimlere, siyasi olarak zor durumlara karşı sokağa çıkabilecek, kendi haklarını savunabilecek bağımsız bireyler olduğunu gösterdi. Örgütlü değil, kendiliğinden davranıyorlar. Hepimizin, Gezi olaylarını yapanların, hükümetin ders aldığını düşünüyorum. Önemli olanın ekonomik büyüme olduğunu da. Batı’nın Gezi olaylarını bahane ederek Türkiye’yi Avrupa Birliği’nden dışlamaması gerektiğini vurguluyorum. Bunun sık sık Gezi olaylarını yapanlar tarafından da söylenmesi gerektiğine inanıyorum.
Geçen hafta New Republic’e verdiğiniz söyleşide bir şeyin altını çizmişsiniz: “Ak Parti, siyasi anlamda çok kuvvetli. Fakat kültürel güç hala sekülaristlerde. Bunun bir ülkenin kaderinde etkisi nedir?
- Kültür, milli kimliğin yapılması, belirmesi ve yeni kuşakların özendiği modeller açısından çok önemlidir. Atatürk’ün modernleşme çabasının etkileri sürüyor. AK Parti bir anlamda onu takip ediyor. Batılılaşmış kültürel bir süreklilik var. Kültür yalnızca kitap değil. AK Parti var ama hepsi kravatlarını takıyor. İran’da takıyorlar mı? Dünyanın başka bir yerinde kravat takan -ne diyelim- siyasal İslamcı var mı? Kültür böyle bir şeydir.
Geçen hafta Richard Dawkins Nobel ödülleriyle ilgili bir açıklama yaptı. Cambridge’deki Trinity College’da alınan ödülün tüm İslam dünyasından çıkmadığını söyledi. Bakan Mehmet Şimşek bunun Doğu’yu geri bırakan Batı’nın Büyük Oyunu yüzünden olduğunu söyledi. Nasıl izlediniz bu tartışmayı?
- Üçüncü dünya ülkeleri, kendi sorunlarını yüzleşmekten çekinir. Bizim eksiğimiz, kusurumuz yok. Sorun yabancı düşmanlar… Bu çok bilinen bir cevaptır. Cevabın bir kısmı olabilir ama şunu bilmemiz lazım: Çinliler, Japonlardan çekti. Hindistanlılar İngilizlerden çekti. Ama biz Türkler kimseden bir şey çekmedik. Bunun altını hep çizerim: Türkiye hiçbir zaman Batı’nın kolonisi olmadı. Aşağılanmadı. Askeri olarak ezilmedi. Böyle hayali ezilme zamanları yaratmak yanlış. Böyle olduğu için Kemal Atatürk, komplekse kapılmadan Batılılaşmacı reformları yapabildi. İslam ülkelerindeki Nobel’in az alınmasıyla, İslam dininin ne kadar ilişkisi var; şüpheliyim. Sebep İslam değil; klasik eğitim sistemidir. Bilime yatırılan paradır. Fizik laboratuVarınız yok, kimya laboratuVarınız yok… Hıristiyan olsanız yine alamayacaksınız. Bu tür ödülleri aldıran üniversite laboratuvarlarıdır.
Romana dönelim… Neden bu bölümü çıkmadan paylaştınız? Romanları önce yakınlarınıza okutmayı severmişsiniz. Bu kez okuyucuya mı göstermek istediniz?
- Bunu çok istedim, evet. Bir de sabırsızlık taşıyorum artık. Mevlut sahaya çıksın, ısınma hareketleri yapsın istiyorum.
Eleştirmenlere kafayı takar mısınız?
- Yaşlandıkça takmıyorum. Biraz da belki artık (gülümseyerek) –izninizle- kendime güvenim var. Gençliğimde Fethi Naci ya da Berna Moran beni beğensin isterdim.
Beğendiler işte…
- Evet, Allah razı olsun, Allah rahmet eylesin. Şimdi, bu kuşakta Semih Gümüş var, başka eleştirmenler var. Onlar da beğensin isterim. Ama Nurullah Ataç’ın ya da Fethi Naci’nin bir iktidarı vardı. Bir alay eder, işinizi bitirirlerdi.
Acımasızlardı yani…
- Evet, onların yazılarını bu acımasızlıktan dolayı, yazarın düşmanları okuyordu. Onlardan korkardım işte.
Türkiye’de kendinize yakın bulduğunuz çağdaş yazarlar var mı?
- Bu topa girmeyeyim. Diğerlerine ayıp olmasın. Benim kahramanlarım Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’dır. Bunlara baka baka romancı oldum. Tanpınar’dan, insanın hem geçmiş kültürü sevebileceğini hem de sonuna kadar modern olabileceğini gördüm. Oğuz Atay’dan orta sınıfların, entelektüellerin hayatının yazılıp, şikâyet düzeyinden çok daha Çehovcu insanlık düzeyine girilebileceğini, Batı’daki edebi yeniliklerin kullanılıp yerli olunabilineceğini öğrendim. Oğuz Atay, çok etkilenmiştir James Joyce’tan, Nabokov’dan. Ama yerli bir yazar olarak okuruz. Yusuf Atılgan’ı da gene aynı şekilde Faulkner’dan, Batı tekniklerinden yararlanarak yerel olmayı başarabildiği için severim. Bunlardır benim kahramanlarım. Ama yeni kuşakları sormayın. O kadar da iyi takip edemiyorum deyip geçeyim.
Bir yerde Ahmet Mithat’tan bahsederken, yazan çizen ama sokakta adam döven, ilginç bir kişilik deyip, gülüyorsunuz. Kitabını yazmayı düşünüyormuşsunuz. Siz de eksantrik biri misiniz?
- Ben daha çok böyle durumlarda dayak yiyecek olan kişiyimdir! Tuhaf insanlar, yaptıklarının tuhaf bir şey olduğunu fark etmezler.
E, ben size bir tane söyleyeyim o zaman… Biraz önce sizi deniz otobüsünden aradım. “Altı dakika sonra faytonda olursunuz. 10 dakika sonra buradasınız. 16 dakika sonra sizi kapıdan alırım” dediniz!
- Farkında değildim! Romanımı yetiştirmek istiyorum. İnanın, dakikalarla yaşıyorum. Vakitle ilgili şunu söyleyebilirim övündüğüm: Sabah kalkarım, saatime bakmadan yediyi yirmi geçiyor derim ve tam yediyi yirmi geçiyordur. Bir kısmı görmekle ilgili; hani, o hayvanlarda olan şey. Arılar da saati bilirlermiş ya…
Sabahları kaçta uyanıyorsunuz?
- Yedide kalkıyorum. Yarım saat, 45 dakika yüzüyorum. Sonra 11 saat çalışıyorum.
İstanbul’da olmayı seviyorsunuz…
- Çok. Sevgimi melodramlaştırarak abartmak istemiyorum. Bir çeşit kötü sanat gibi geliyor. 60 yıldır Adalar’a geliyorum. Bu Akdeniz kültürünü, şu bakımsız bahçeyi, şu 50’lerden kalan evi, at arabalarını, buranın kalabalığını seviyorum. Buraya aidim. Bunu derinden hissediyorum. Çok kızdığınız gazeteleri bile gene gidip okursunuz… O tür sevmenin içinde biraz kızgınlık da vardır. Fark edersiniz ki; o kızgınlığın da tiryakisi olmuşsunuzdur.
YARIN:
Ergenekon Davası hakkında ne düşünüyor?
Türk edebiyatından kim için "müthiş twiteer'cı olurdu" diyor?
Fenerbahçe'nin durumunu nasıl buluyor?
Kim "Nasılsa 'Kara Kitap'tan iyisini yazamasın" diyor?
FOTOĞRAFLARLA ORHAN PAMUK RÖPORTAJI