Oluşturulma Tarihi: Şubat 12, 2005 00:00
Ne zaman kar yağsa, büyük ihtimalle içimizde bir yerde kaç yaşına gelirsek gelelim varlığını sürdüren öğrenci geni devreye giriyor ve bünyeye ‘Tatile girdik’ sinyali çakmaya başlıyor.Kar yağınca okullar tatil oluyor ya; fırsattan istifade ben de tatile girmişim gibi davranmaya başlıyorum.Tabii hayat artık böyle bir şey değil. Gazeteden arıyorlar; ‘Usta gelmiyor musun?’ diye. ‘Eeee, bişi diyeceğim... Kar yağmıyor mu orada?’ diye sıyrılmaya çalışıyorum.‘Yağıyor ama yollar boş. Zaten ana yollarda bir sıkıntı yok; biz geldik işte’ şeklinde benim hem tembelliğe, hem azmaya meyilli tatil ruhumun anlamak istemeyeceği bir cevap geliyor.‘Ana yol sevmiyoruz biz, yan yollardan ilerlemekten hoşlanıyoruz. Zaten işte bu sebepten gelemiyoruz gazeteye’ diyorum. Nasıl bir kitleyi bağladığımın farkında değilim çoğul konuşarak ama nedense ‘biz’ diye konuşursam etkiyi artıracağımı düşünüyorum.*Karı bahane ederek dış dünyayla ilişkileri askıya aldıktan sonrası gayet güzel. DVD stokları eritilecek. Bu arada arşive yönelik özel gösterimler de yapılacak. Mesela ‘Yüzüklerin Efendisi’nin üç filmini üst üste seyretmek fantezisini gerçekleştirdim. Günün sonunda evde ‘Orta Dünya buysa, kral benim’ diyerek geziyordum ama olsun, iyi geldi...Daha faydalı işler de yaptım. Örneğin kitap öbekleri içinde vicdan azabı gibi duran iki kitap bitirildi.Gazeteler yıllardır okumadığım yazarları bile okuyarak tüketildi. Kimleri okuduğumu yazsam, ‘Hakikaten kafayı gazeteyle kırmış’ dersiniz.Bu arada yeri gelmişken, sadece Eskimoların hayatta kalabileceği hava şartlarında bile gazete, ekmek vesaire sağlamayı sürdüren mahalle bakkalına ve onun cengaver çırağına teşekkürü bir borç bilirim.Kar yağdığı dönemlerde, hangi büfenin, hangi pizzacının delikanlı, hangisinin kolpacı olduğunu filan da çözebiliyorsunuz.İsim vererek ticari itibarlarını zangır zangır sarsmak istemem (Vay be!) ama ‘Süper servis, anında kapınızdayız’ diye yıllardır reklam yapan pizzacıların ‘Gelemiyoruz’ dedikleri dönemlerde aslanım Bambi büfe elemanlarının dilli kaşarlıları, kavurmalı kaşarlıları, kaşarlı döner dürümleri getirmeyi sürdürdüklerini de bu vesileyle not düşerim.Gaza geldim birden. Biraz ara vereyim, bir yüzümü yıkayıp geleyim. Öyle devam ederim...*Hah, nerede kalmıştık? Belli bir yerde kalmamışız aslında. Yani, sonrasını yazmasanız da olur ya, işte öyle bir yerdeymişiz...Ama devam edelim.Bu arada insan ortam değiştirmek de istiyor tabii.Sürekli evde oturmak da bir yere kadar. Hoş, bir gün karşıma ‘Bir ev eşyası olmanız gerekse hangisini seçerdiniz?’ gibi abuk bir soruyla çıkılsa, ‘Koltuk olayım ben öyle durayım... Yok ya, kanepe daha iyi, istersem uzanırım da... Buzdolabı mı olsam. Öyle heybetli heybetli bir kenarda dursam, kapımızı açan olursa, ihtiyacını gideririz, yoksa öyle gurul gurul dururuz işte; ooooh fişimiz de takılı’ gibi sorudan daha abuk cevaplar verebilecek kadar tembelimdir.Yine de ‘Ulan böyle sebze gibi oturup duruyorum evde, hálá hareket edebiliyor muyum acaba?’ diye merak edebiliyor ve hareketlenme ihtiyacı hissedebiliyorsunuz.Bu durumda ne yapılıyor, cep cihazından komşu aranıyor ve ‘N’apiyon usta?’ deniyor.Aslında alt kattan gelen seslerden, onun da karı bahane edip eve kurulduğundan, gitar çalıp, paso playstation takıldığından haberdarız. Ne yaptığını biraz biliyoruz.O da ‘Maç?..’ diyor sadece.Daha fazla konuşmanın manası yok. Sokağa çıkıp karda top tepecek halimiz yok.Arsenal-Manchester maçını seyretmek için bir hafta önce bana gelen Görgün kardeşimin getirdiği ve şişesinden anladığım kadarıyla gayet özel bir şarap olan Şatö Matö’yü (Bu değil tabii. Chateu bişiydi, ama adını hatırlamıyorum) kapıp alt kata iniyorum.Büyük ihtimalle özel bir güne saklanması gereken şarabı (N’apim abi, adam maç seyretmeye gelirken getirince, özel olmayan bir günde de harcanabilir şarap kategorisine koyuyorsun...) playstation eşliğinde götürüyoruz.Bu arada o kadar çok playstation oynuyoruz ki; ben bizzat Ronaldinho’ymuşum gibi hissetmeye başlıyorum.Ben Galatasaraylıyım, komşu Fenerbahçeli. Onun sırtında Anelka forması, benim sırtımda Yürüyedur poları var. Rekabet olsun ama kalp kırmayalım diye ben Barcelona’yı alıyorum, o Real Madrid’i.Komşu antrenmanlı olduğundan sürekli o kazanıyor. Bu arada iğrenç bir hakem var. Bir ara komşuya dönüp, ‘Yahu, sen ayarlardan hakemi eşcinsel mi yaptın?’ diyorum hatta...Gözler kan çanağına dönene kadar top tepiyoruz. Dördüncü veya beşinci maçı tamamladığımız sırada acıktığımıza karar veriyoruz. Birkaç gündür sürekli Bambi’ye dayandığımızdan Disney’in Bambi’si gibi olmuşuz, değişik bir şey yapmaya ve evden çıkmaya karar veriyoruz.Mahallenin Rus lokantasına gidiyoruz. ‘Öküz gibi yiyoruz’ diyeceğim ama bir öküz gelip ‘Ben öyle bir terbiyesizlik yapmazdım’ diyebilir diye vazgeçiyorum.Bu arada müziğe takılıp ‘Bu çalan şarkı nece?’ diye geyik yapmaya başlıyoruz. İkimizin de kafası hálá maçta olduğundan Rus lokantasında olduğumuzu ve çalan şarkının da Rusça olmasının çok normal olacağını fark edene kadar bayağı bir zaman geçiyor.‘Bunu biri anlatsa, herifler kesin çok aptalmış derdim’ şeklinde kalp kırıcı bir yorum getiriyor komşu.‘Ben de aptal derdim herhalde’ diyorum ve devam ediyorum: ‘Ben yazarım bunu ama...’‘Gerçek bizi özgür kılacak, yaz bence de...’ diyor.‘Ne biçim konuştun ya!’ diyorum ve hesabı istiyorum.Bak bu çizmiş, bu da çalmışKendi çapında, fena sayılmayacak bir caz dinleyicisiyim. Yıllardır dönüp dönüp dinlediğim Miles Davis’in ‘Kind Of Blue’su, Pat Metheny’nin ‘Offramp’i gibi albümler, nedense sadece kışın dinlediğim bir takım Grapelli/Reinhardt veya Bill Evans albümleri, yaz kış dinlenen Chet Baker albümleri vardır elimin altında.Biraz muhafazakar olduğum da söylenebilir. Sevdiğim klasikler dışında, caz albümü almayalı bayağı oldu. En son Bill Evans’la Tony Bennett’in beraber yaptıkları bir LP almıştım Lale Plak’tan aslında geçenlerde. Neyse ya...Bir süredir büyük müzik marketlerde ‘BD Jazz’ diye bir seri görüp duruyorum.‘Neymiş bakalım’ diye şöyle bir inceledim, güzel bir şey.Güzel dediğimiz şeyden sizin de haberiniz olsun.BD Jazz diye bir seri. Buradaki BD, Fransızca çizgi romana denk düşen ‘bande dessinee’yi temsil ediyor. Caz da caz işte.Her albüm iki CD ve 16 sayfalık bir çizgi hikayeden oluşuyor.Caz efsaneleri için yapılmış 20 albüm söz konusu.Örnek vermek gerekirse Django Reinhardt albümünün içindeki çizgi hikaye Aurel’e ait, Charlie Parker’a ait albümün çizeri Alain Garrigue...Ella Fitzgerald, Billie Holiday, Stan Getz, Art Tatum, Dizzy Gillespie, Lester Young... Gayet zengin bir seri yani.Caz dinlemek için temel eğitim ihtiyacı duyanlar varsa, bu maksada uygun bir eğitim seti olarak da görülebilir.Gidemeyeceğim diye korktuğum filmler!F İstanbul, bu sene 17-25 Şubat arasında. Geçen sene kar yüzünden gerekli ilgiyi gösterememiş olmanın vicdan azabı bayağı sürmüştü.Bu seneki program da çok başarılı. Birkaç tanesi gösterime girecektir. Fakat çoğunu bir daha sinemada seyretmek mümkün olmayacak.İşin tadı biraz da burada zaten.Programı şöylece bir taradım. Daha
film eklenecektir ama ilk etapta göze kestirilen filmler şöyle sıralandı:9 SONGS: Michael Winterbottom’ın yeni filmi. ‘24 Hour Party People’ın tadı hálá damağımızda. Aynı hisleri ‘I Want You’ ve ‘Welcome To Sarajevo’ için de beslemekteyim. Bu filmde The Dandy Warhols, Primal Scream, Franz Ferdinand gibi gruplar arz-ı endam eyliyormuş. Kaçırmak olmaz.BEFORE SUNSET: ‘Before Sunrise’ı seyredenler için boş konuşmak istemem. Gidin filan demeyeceğim yani. Koşun, bence bilet kalmaz!TARNATION: Sadece konusunu sevdim. Bilmiyorum nasıl bir şeydir ama gideceğim filmler arasında.IZO: Takashi Miike, ‘Eve lambri yaptırdım. Yaptırırken de filme çektim, seyreder misin?’ dese seyrederim. ‘Dead Or Alive’ı yapmış bir insana hayır demek ne kadar akılcı bir davranıştır, onu ayrıca tartışırız. Yeni filmi ‘Izo’ da belli ki acayip bir şey.THE WORLD ACCORDING TO BUSH: Muhakkak seyredeceğiz. Seyretmiş olanlar öve öve bitiremiyor...THREE EXTREMES: Takashi Miike, Fruit Chan ve Chan Wook-Park’tan birer film diyorum, başka bir şey demiyorum.Şimdilik bu filmleri gözüme kestirdim. Gidemeyeceğim korkusu da var ama...
button