Kanserim bile sıradışı

Güncelleme Tarihi:

Kanserim bile sıradışı
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 31, 1998 00:00

Haberin Devamı

Amerika'daki tedavi maratonuna kısa bir ara veren Hürriyet Yazarı Gülçin Telci, bir haftadır Türkiye'de. Ağır bir kemoterapi gören ve bu nedenle tüm dostlarının merak ve biraz da endişeyle beklediği Telci, bu endişeleri boşa çıkarmış durumda. Gerçekten, kendisinin de dediği gibi, bu hastalık onun değil, sanki başkasınınmış gibi duruyor üzerinde... Bu nedenle Baltalimanı Caddesi'ndeki yalı katından kahkahalar yükseliyor boğaziçine doğru. Telci herkesi gülmekten kırıp geçiriyor; ayağının tozuyla ‘‘Kuru fasulye partisi’’ düzenlediği hiç boşalmayan evinde, hiç susmayan telefonlara ‘‘Alo’’dan sonra ‘‘Bomba gibiyim’’ diyor ve ekliyor: ‘‘Yükselen değerim şekerim, kanser olmam lazımmış yükselmek için!’’ En yakın dostlarından Murat Bardakçı'nın onu nasıl teselli (!) ettiğini anlatıyor: ‘‘Üzülme, kötülere birşey olmaz. Dolayısıyla bu hastalık da sana birşey yapmaz!’’ Söz veriyor: ‘‘Kimse sevinmesin, geri geleceğim ve aynı kötülükleri saçacağım.’’

Biliyoruz ki, orada da rahat durmayacaksın ama yine de bir an önce iyileşerek geri dönmeni ve ‘‘kötülüklerini’’ saçmanı bekliyoruz Sevgili Gülçin Telci. Sen dönene kadar da Türkiye'nin kötülükleriyle sensiz başetmeye çalışacağız...

İki aydır Amerika'daydınız. Aslında tedavi için oradaydınız ama daha çok gezdiniz galiba...

- Kanser tedavisinin kemoterapi kısmındayım. İlaçlar ağır olduğu için, üç gün veriliyor, 18 gün dinleniyorsun. Çok hastayım diye düşünen insanlar, hasta yatıyor. Ben iyileşeceğim diye bakıyorum olaya, onun için de geziyorum. Kanser olduğum için çok mutluyum, dünyanın çok hoş yanlarını, çok güzel insanlar keşfettim. Meğer kendimi çok kapamışım birtakım olaylara.

Ama sizin dostlarınız da, dostluklarınız da zaten ünlüydü...

- Bu çok farklı bir dostluk. Dostum olmayan, sadece dışardan sempatisi olan insanlar, sabahın köründe gelip bana dua okudular. Bense hep politikayla, şunla bunla uğraşıp, çok dar bir çerçeve içinde bakıyordum dünyaya, yeşilin güzelliğini unutmuşum. Bu hastalığın, atlattığım takdirde beni olgunlaştıracağına inanıyorum, tam tarif edebiliyor muyum bilmiyorum, belki ilerde daha iyi tarif ederim.

Yeni bir bakış açısı mı?

- Evet. Yepyeni bir dünya! Deniz daha güzel görünüyor gözüme. Belki zamanda bir kısıtlama olduğu düşüncesiyle de olabilir ya da bir mücadelenin içinde böyle bir bakış gelişmiş olabilir.

Kimse sevinmesin

Doktorlar bu kadar gezmenize itiraz etmediler mi?

- Hayır, bilakis. Devamlı böyle ilgi odağı olmak bir kanser hastası için moral açıdan çok önemli ve ben nadir bir kanser hastasıyım ki her gece sokağa çıkarttılar beni. Ama yine nadir kanser hastasıyım ki nazara geldim! Gezerken yoruluyorum diye arkadaşlarım çok üzüldükleri için, iki bacağımda da ağrılar meydana geldi, yürüyemez oldum, bastonlarla yürüyorum.

İlk farkedildiğinde nasıl karşıladınız?

- Hiçbir şey olmamış gibi... Sanki bu hastalık benim değil bir başkasınınmış gibi duruyor bende. Hiç kafamı takmıyorum, bana bilgi vermek istiyorlar, dinlemiyorum. Ama doktor ne derse onu harfiyen tatbik ediyorum. Geldiğimde buradaki hastaların yararı için çalışmayı düşünüyorum. Kanserle ilgili yazı yazarsam, onlara moral vereceğim. Ben eskiden, eşim dostum kanser olduğunda, şöyle derdim: ‘‘Geç teşhis, erken ölüm!’’ Çok süründürmesin diye... Ama kanserde o kadar ileri adımlar atıldı ki, bu hastalık öcü olmaktan çıktı.

Siz seanslarda da sıkılıyorsunuzdur şimdi.

- Sıkılıyorum tabii ama başa gelen çekilir. Bir an önce iyileşmeye bakıyorum, iyileşip hastalığıma sevinenlerin sevinçlerini kursaklarında bırakmak için...

Amerika'da bu kadar Türk'le görüştüğünüz için Türkçenizi ilerlettiğiniz söyleniyor.

- Evet doğru ilerlettim. Çok bozuktur Türkçem. Üşenerek konuşurum çünkü. Kestirmeden gidiyorum, karşı taraf anlasın diye. Özet yapıyorum, onun için Türkçe filan kalmıyor. Karşı taraf gene anlamıyor.

Çizgimden taviz vermem

Zemzem yerine kezzap demek gibi mi?

- Evet! Başbakan Mesut Yılmaz'ın annesi Güzide Hanım Hac'dan zemzem suyu getirmiş, kızı Nilüfer'e ‘‘Annen kezzap göndermiş, teşekkürlerimi ilet’’ demişim... Üstelik bunu Murat Bardakçı'nın yanında söylemişim, önüne gelene anlatıyor.

Yeni bir bakış açısı edindim dediniz. Kültür sanat yazarlığı, gurmelik de bunların ürünü mü?

- Hayır, Doğan Hızlan'ın şıklığı. Benim yaptığım bir şaka üzerine yazı yazdı. Ne gurme olmaya niyetim var, ne kültür sanat yazmaya. Geldiğimde yine aynı kötülükleri saçacağım. Öyle bir mutluluk bekleyenler varsa diye söylüyorum, ayakta kalırsam, çizgimden hiç taviz vermeden devam edeceğim.

Başınıza geleni nasıl karşıladınız?

- Bir kere ben kansermişim gibi kabul etmiyorum. Hiç hastalık konuşmuyorum. Konuşmaktan korktuğumdan değil... Alaturkalıklar var, özellikle Türkler, devamlı amcasının oğlu kanser, onda uygulanan tedavi yöntemini anlatıyor. Oysa ben bambaşka bir türüne yakalanmışım. Akciğer kanseriyim ama çok özel, onda bile sıradan bir kanser olmayı başaramadım! O adamın bildiği şeyle benim yaşadığım aynı şey değil. O yüzden bir tek kişiyi tanımaya karar verdim, o da Amerika'daki doktorum Wincent Miller.

ABD'de Barlaslar gibi başkalarına da rastladınız mı? Ne de olsa oraya kapağı atanların sayısı giderek artıyor.

- Yok başka kimseyi görmedim. Zaten bütün düşmanlarımdan ya da şöyle söyleyeyim, aleyhine yazdığım herkesten çiçek aldım, Tansu ve Özer hariç... Bir de Yalım Erez. Bunlar dışında kayda değer herkesten çiçek, telefon aldım, hele Canan hadisesinden sonra aleyhte yazdığım bazı öyle önemli isimler arayıp yanımda olduklarını söylediler ki... İsim verirsem ayıp etmiş olurum.

Canan’ın cezası oldum

Samimi miydiler sizce? Yoksa sevinçten olmasın!

- Ses tonlarından anlarsın. Ben kolay kompliman kabul eden bir insan değilim.

Şu restoranda Canan Barlas'la karşılaşma ve ‘‘vedalaşma’’ olayını bir de sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?

- Bence ayağına dolandım. Tam da onun cezası oldum. Bana konuşması da cezasıydı, bavullarımızın karışması da. Tanrı’yla benim aramda birşeydi bence. Bana çok kızgın, haklı olabilir, haksız olabilir. Kanal 7'de bana hakaret ettiler; paparazzi, okuma yazma özürlü dediler. Ben de cevap verdim, program benim lehime kapandı. Sonra da bir yazı yazdım: ‘‘Çökmüş Bir Çiftin Anatomisi.’’ Ama yazıya, gazeteciliğe başladığımda duyup kendime temel felsefe yaptığım bir anlayışı aktararak başladım. O da şuydu: Civaoğlu ve Nazlı Ilıcak polemik yapıyordu. Nazlı işten ayrıldığında Güneri bunu kesti. ‘‘Bir yazar, yazma olanağı elinden alınmış bir yazara saldırıda bulunmamalı’’ düşüncesiyle. Ben de böyle yapmıştım. Fakat saldırı televizyondan devam edince, ben de mecburen bu yazıyı yazdım, dedim.

O gün, Barlas size ‘‘Artık sana güle güle’’ demeden önce bir konuşma, tartışma oldu mu?

- Hayır. Gelip direkt bunu söyledi. Kızsaydı, sonra da 'geçmiş olsun' deseydi, prim yapardı. Bir fazla cümleyle, haklıyken haksız yere düştü.

Uçakta yanyana olmanız da kaderin bir cilvesi mi?

- İşte bu nedenle ayağına dolandım diyorum ya... Benim bavulumu alıp kendi bavullarını bırakmaları da yine onların cezası bence.

Tansu demode oldu

Tansu Çiller'le ilgili yazmayı özlediniz mi?

- Çok demode oldu. Yaşarken eğlenceli oluyor, ama üç kere anlatınca bir anlamı kalmıyor. Ben birşeyi anında yaşamayı seviyorum. Geleceği seviyorum, geçmiş beni ilgilendirmiyor.

Çillerler hala hayatımızda ama...

- Aman Tansu hayatımızda ama ne kadar hayatımızda? Ahı gitmiş vahı kalmış. Yine de seni kırmamak için o hikayeyi anlatayım: Kissinger geldi, Çırağan'da bir davet, çok kalabalık. O sırada ben Başbakan Çiller aleyhine yazılarıma küçük küçük başlamış vaziyetteyim. Geldi ve şakır şakır beni öptü. Şimdi, o kadar aleyhine yazan beni öpmesi karşısında herkes şaşkınlıktan küçük dilini yuttu. En snob - tabii olabildiğince, kendine göre snob- haliyle, 'N'aber ne yapıyorsun, nerdesin?' dedi. 'Ayol Tansu, ben hep aynı yerdeyim, sen nerdesin?' dedim.

Eskiden beri çevreniz, işadamları, politikacılardan oluşuyor. Ama siz onlara hiç benzemiyorsunuz. Formel ilişkileri sevmiyorsunuz. Anarşist bir yanınız var. Kimseye müdanaanız yok... Bugüne kadar nasıl yürüdü bu?

- Biz böyle yetiştirildik çünkü. Benim jenerasyonumda doğrular patır kütür söylenirdi. Böyle hızlı zengin olmalar filan yoktu. Zaten herkes namuslu yoldan para kazanırdı. İnsanlar belli bir yere gelmişse, doğru dürüst iş yaptıkları için gelirlerdi. Şimdi öyle değil. Onun için de rahat rahat yazıyorum, niye üzülerek yazayım ki... Formel ilişkileri sevmiyorum, ama işim bu. İşe sevmeden gittiğin gün yok mu?

Yazmaya değer konu yok

Şu anda demode bulmadığınız, ilgilenmeye değer gördüğünüz biri var mı?

- Şu günler gazetecilik için ölü mevsim; yazmaya değer birşey pek göremiyorum.

Özer Çiller'in davaları ilgilendirmiyor mu sizi?

- Hayır. Çünkü birşey çıkmayacak. Adalete son zamanlarda güvenmiyorum. Ne kadar haksız insan varsa, kamuoyunda suçlu, hepsini aklamayı başardı Türkiye. Amerika'dayken okudum; bir yargıtay üyesi Parsadan davasıyla ilgili olarak rüşvet almış. Aynı üye trilyonluk Ovyar davasında sahte rapor düzenlemiş. Adam hala yerinde, ben atıldığını okumadım. Bunun bir karşılığı olmayacak mı? Teypler elden ele dolaşıyor, doğru dürüst yazılmıyor. Önemli isimler var, o miras kimlere kaldı, araştırılmadı. Devlete gidecek paranın kimlerin üzerine gittiği tek tek deşifre edilmeli. Kamuoyunda güç sahibi olanlar, giderek çok daha güçleniyorlar ve herşeyi satın alıyorlar. Herkes kendi çapında imparator oluyor.

O zaman sevmediğimiz, suçlu gördüğümüz insanlarla aynı ülkede birlikte yaşamaya devam mı ediyoruz?

- Demirel'le öyle yaşamadık mı peki? O mazi açısından çok mu parlaktı? Ali Şener niye bugüne kadar gündeme gelmiyor? Daha mı iyi Mehmet Yeğinmen'den? Böyle yaşayacağız, sistem böyle... Köklü reform olmadan böyle gidecek. Köklü hukuk reformu, politika reformu lazım. Politikaya gireceklerin kalitesinin arttırılması lazım. Öyle, Yalım Erez'e mi kaldı Türkiye'yi kurtarmak... Coşturuyorsun beni yine.

Şimdiye kadar dövmediğiniz işadamı ya da politikacı oldu mu?

- Çoook. (Önce bir-iki isim veriyor, sonra bazı ayrıntıları hatırlıyor vazgeçiyor ‘‘çıkaralım listeden’’ diyor, kimisine zaman bulup ‘‘çakamadığını’’ hatırlıyor). Ama isim vermeyeyim. Sinirlendim şimdi.

Bir Gülçin Telci klasiği

Takdirinizi kazanan?

- Nilüfer (Başbakan Yılmaz'ın kardeşi) burada. Gözümün içine bakıyor. Ne diyeceğim şimdi? Ağabeyi de geçenlerde arayıverdi. (Şimdi bir Gülçin Telci klasiği) Cumartesi gecesi cebim çaldı. Alo dedi, alo dedim. Nasılsın dedi. Tanıyamadım, biraz daha konuş dedim. Nasıl tanımıyorsun, dedi. Mecbur muyum tanımaya, diye sordum. Ben Mesut, dedi. Ayy başbakan mı, demişim. Ne yapayım, beni hergün bir başbakan aramıyor ki...

Bir önceki soruya bu cevabı verdiğinize göre, Mesut Bey'i takdir ettiğiniz mi çıkıyor buradan?

- Ama Mesut Bey'in her yaptığını takdir etmiyorum. Kızdığım çok şeyler var. Şu andaki en iyi politikacı bence. Ama koalisyon hükümeti yüzünden çok köşeye sıkışıp çok taviz veriyor. Mesela Bahattin Yücel'i geri aldı, Yaman Törüner'le birlikte. Birtakım tayinleri Demirel yüzünden yapıyor. Dolayısıyla hakim değil. Bir de Deniz Baykal faktörü var, o konuşmaya değmez. Tansu Çiller'i kuyudan çıkaran adam! Affetmek çok zor.

Türkiye'den uzaktayken neler ilginizi çekti, orada olsaydım peşinden giderdim diye düşündüğünüz birşey oldu mu?

- Şemdin Sakık'ın yakalanması hoşuma gitti. Ama Susurluk'un unutulmasını, kapatılmasını affedemiyorum. Susurluk suçlularının futbol maçı izlemesi sinirime dokundu.

Amerika'dan ‘‘yepyeni ve değişik’’ bir eve dönmek istedim. O nedenle sevgili Berna Bora'dan rica ettim.

Hiçbir şeye karışmadım. Sadece mor koltuk diye tutturdum. Evim çok güzel olmuş. Berna Bora, harikalar yarattı.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!