Güncelleme Tarihi:
Varlık Vergisi, Mübadele, 6-7 Eylül, 12 Mart, 12 Eylül, Diyarbakır Cezaevi… Bildiğimiz ama unutmaya çalıştığımız yakın tarihi gözümüze soktu. İşine tutkuyla bağlıydı, yıllarca gece demeden, gündüz demeden deli gibi çalıştı, montaj odalarından çıkmadı, çocuğu konumundaki iki dizisi (Bu Kalp Seni Unutur mu, Kasaba) siyasi sebeplerle yayından kaldırılınca hastalandı. Üzerine bir de annesini kaybedince, hastalığının adını koydular: Kanser.
Elbette genetik faktörler, yanlış beslenme, sigara ve stres de etkiliydi. Artık daha sakin daha çatışmasız bir hayat yaşıyor. ‘Kayıp Şehir’ de kaldırıldı ama eskisi kadar üzülmüyor. Hastalığı da yenmiş durumda ama sürekli kontrol altında. Ortaköy’deki evinde yaptık bu röportajı. Neşeli, esprili, sıcak, sahici ve çok bilgili biri… Çok sevdik birbirimizi… Yeni projeleriyle bizi şaşırtmaya devam edecek…
"Kanser olduğunu öğrenen insanlar korkmasınlar. Önemli olan, gerçekten inanmak ve koy vermemek. Nil Molinas’a en son 20 gün önce kontrole gittim, “Ya tamam artık” dedim, “Senede bir yapsak şu kontrolleri?” “Olmaz” dedi, “İki yılı bitiriyorsun ama üç yıl daha var önümüzde.” Ben o üç yıldan da korkmuyorum!" |
Hacettepe’de İngiliz dili ve edebiyatı okurken nasıl oldu, sinema sizin için vazgeçilemez bir tutkuya dönüştü?
- Üniversite 1’in yaz tatilinde babam beni Londra’ya yolladı. Orada bir sinemanın önünde, baktım uzun bir kuyruk. O zaman daha henüz adını bile duymadığım Tarkovsky’nin bir filmi ‘İvan’ın Çocukluğu.’ Sırf meraktan girdim ve hayatımda bir deprem oldu. Fark ettim ki, benim ilgi duyduğum bütün sanat alanları, tek bir alanda, sinemada toplanmış. Şiir, edebiyat, resim, heykel her şey var içinde. Hemen o gece anneme, babama mektup yazdım, “Okulu bırakıp, burada yönetmenlik okumak istiyorum, ne dersiniz?” Babamdan çok içten cevap geldi, “Ben senden ayrılmaya henüz hazır değilim. Gel okulunu bitir. Sonra ne istiyorsan yap!” Öyle başladı sinema tutkum.
Türk filmlerine ilginiz var mıydı?
- Yoktu. Yılmaz Güney’le oldu. ‘Umutsuzlar’ı sekiz kere filan seyretmişimdir. Aşırı bir hayranlığım vardı. Mahkemelerine bile gidiyordum, Fatoş Güney’in arkasında oturuyordum. Yatak odama posterlerini asıyordum, annem de, “İndir şu çirkin adamın resimlerini!” diyordu.
Sonra peki…
- Sinemacı olmak istiyordum ama Ankara’da otururken nasıl olacağımı bilmiyordum, TRT’nin sınavına girdim. TRT’nin hayatımdaki yeri önemli. Çok iyi bir okuldur. Önce, ‘Tabletten kasete’ diye bir belgesel çektim, sonra ‘Beyoğlu.’ İkisi de yurt dışında ödüller aldı. Sonra da ‘Kanto’dan Tango’ya. Yayınlandıktan sonra İstanbul Festivali istedi. 10-15 dakikasını kırptım yolladım, sinemayla tanışmam ilk öyle oldu. Sonra da gerisi geldi…
KAZANDIRDIĞI OYUNCULAR |
Tuba Büyüküstün, Beren Saat, Bülent İnal, Nejat İşler, Ahu Türkpençe, Özgü Namal, Begüm Birgören, Berk Hakman, Onur Saylak, Cansel Elçin, Selma Ergeç, Günay Karacaoğlu, Gerçek Sağlar, Nik Xhelilaj, Melisa Aslı Pamuk… |
Müthiş filmler, diziler yaptınız. Toplumsal travmaları görselleştirdiniz. Mübadele dönemi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü… Tarihe mi meraklısınız, o dönemlerle hesaplaşmaya mı?
- Yok, tarihe düşkünlük değil. Tarihi yaptığım araştırmalarla öğrendim, daha yakın oldum. Benim için ‘yüzleşme duygusu’ önemli. Ben sanatçının temel görevlerinden birinin, yaşadığı toplumun sorularını yansıtması olduğuna inanıyorum.
Artık daha sakin ve huzurluyum, bunu da kanserime borçluyum |
Ailenizin geçmişinde kanser var. Siz kanserden korkmuyor muydunuz? - Ben bu meseleyi oyun haline getirmiştim, “Bu kadar sigara içme!” diyenlere, “Sonum zaten akciğer kanseri!” deyip dalga geçiyordum. Ama bir gün geliyor, doktor, yüzünüze acı gerçeği söylüyor. Sadece genetikle mi açıklıyorsunuz? - Hayır, kanserin tek bir sebebi yok. Tamam, genetik geçmişim var ama ben çok yoruluyordum. Sabahlara kadar çalışıyordum. Ne yani! Bu kadar çok çalışmamak mı gerekiyor? - Ben tutkuyla bağlıyım mesleğime. Her şeyle, en ince ayrıntısına kadar ilgilenirdim, mükemmeliyetçiydim. Bu mesela, çok doğru bir şey değilmiş. Bu kadar kendinden geçercesine çalışma, bedenin isyanına sebep oluyor. Bir de tabii stres ve üzüntü… ‘Kasaba’ ve ‘Bu kalp seni unutur mu?’ o dönem yayından kaldırıldı. Kansere yakalanmanızda bunun da etkisi oldu mu? - Mutlaka olmuştur. İkisi de tutkuyla bağlı olduğum dizilerdi, siyasi nedenlerle yarıda kaldı. Çocuklarımdan ayrılmış gibi oldum. Arkasından annemi kaybettim. Hepsi üst üste gelince, hastalığa zemin hazırlanmış oldu. İlk nasıl fark ettiniz? - Bildim bileli enerjik ve hiperaktifim. Ama kendimi bitkin hissetmeye başlamıştım ve öksürüyordum. Doktor, ‘pet taraması’ istedi. ‘Güz Sancısı’na başlamadan önce de bir pet istemişti, çektirmiştim, bir şey yoktu. Biraz da ona güvendim, gitmedim. Ama gerçekten bir tuhaflık vardı, canım montaj odasına girmek bile istemiyordu, ki çok severim, ayaklarım geri geri gidiyordu. Bitkinlik, ilk sinyal oluyor. Ama işimi bir türlü bırakamadım. Dört ay sonra oğlumla bir yönetmen arkadaşım geldiler, koluma girdiler ve beni zorla ‘pet’e götürdüler. Çekildi. Sonuç? - “Bir kere daha çekmemiz gerekiyor” dediklerinde, anladım. “Ne kadar büyük?” diye sordum. “Henüz küçük” dediler. “Habis mi?” “Evet.” E n’aptınız peki? Sakin mi karşıladınız, “Korktuğum başıma geldi” mi dediniz, “Bu kadar çalışırsam olacağı buydu” mu dediniz… - Aklımdan geçen ilk cümle şuydu: “Sonunda oldu!” İlk başlarda, benim dışımda gerçekleşen bir şeymiş gibi algıladım, sanki kanser olan ben değildim. Bir gün başına gelebileceğini söylerken de insan, aslında ihtimal vermiyor. Sonra, oğlum Ilgaz’dan ayrılmaya hazır olmadığımı fark ettim. Hoş bir anne-oğul ilişkisi var aramızda… İnsan böyle bir haberi öğrendiğinde n’oluyor, yıkılıyor mu, çöküyor mu? - Hayatınızın orta yerine bir bomba düşmüş gibi oluyor. Yıkılmıyorsunuz ama hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını biliyorsunuz. Hayatınızı değiştirmeniz gerektiğini de. Çok uzun süre hiç ağlamadım. Sanki kendimi dışarıdan izliyor gibiydim. Kuzenimin eşi Mete Düren, çok iyi bir hekimdir benim için en iyi tedaviyi ayarladı. Kemoterapi ve radyoterapi başladı. Onkoloğum Nil Molinas Vandel, radyoterapist Uğur Selek ve Yasemin Bölükbaşı mükemmel bir tedavi uyguladı. Benimki en hızlı üreyen cinstenti. Öyle olmasına rağmen, şimdi bütün tahlillerim çok iyi çıkıyor. Tam iki yıl oldu, gayet iyiyim ama sürekli kontrol altındayım. Kanserle başa çıkmayı becerdiniz, nasıl yaptınız? - Kanser olunca insanın önce kendisini tedavi etmesi gerekiyor. Tek bir yöntemi yok. Ben klasik tıpla, alternatif tıbbı birleştirdim. Sigarayı bıraktım, beslenme sistemimi değiştirdim, sporu arttırdım, çok kitap okudum, nefes terapisi yaptım, hâlâ yapıyorum, bioresonansa gidiyorum. Hastalanmadan önce psikiyatriste, “Benim içimde iki ayrı kadın yaşıyor. Biri işteki huysuz kadın, diğeri evdeki uysal kadın. Bu ikisini uzlaştırmak istiyorum, onun için geldim size” demiştim. Tabii hiç uzlaşamadılar. Ben o uzlaşmayı ilk kez hastalandıktan sonra yaşadım. Kanserime de borçluyum yani. Daha sakin, daha huzurlu bir kadın oldum. Eskiden ne kadar huysuzdunuz ki… - Çok kötü bir şöhretim vardı. İşime çok titizlenirim, karşılığını da beklerim. O yüzden de bir aksama olduğunda çıldırıyordum, öfkeleniyordum, kalp kırıyordum. Ama şimdi farklı bir kadınım. Şuradan anlıyorum, ‘Kayıp Şehir’ kaldırıldığında, ‘Kasaba’ ve ‘Bu Kalp Seni Unutur mu?’ kaldırıldığındaki kadar üzülmedim. Kendimi o kadar kahretmedim. Anladım ki, ben hakikaten değişmişim. Siz bu iki yıl içinde inanılmaz mücadele vermişsiniz… - Evet. Her anlamıyla. Her şey için savaştım, savaşacağım da. Vazgeçmek yenilmektir. Benim hayat felsefem bu. “Artık dur, riskli projelere girme!” diyorlar. Bu sene aşk dizisi yapacağım ama vazgeçmem, 2014’e ‘Üç İstanbul’u hazırlıyorum… |
Yaptıklarınızı destekleyenler kadar, küfür edenler de var. İçiniz rahat mı? İyi ki yaptım diyor musunuz? Milletin ne dediğini takar mısınız?
- Hayır, hiç takmam. “İyi ki yaptım” ne kelime… “Daha da yapacağım!” diyorum.
Peki yaptığınız bir şeyin başkaları tarafındın yayından kaldırılması sizi ne kadar üzer?
- Artık eskisi kadar üzmüyor. Televizyonun halini, son bir yıldır vahim buluyorum. Şimdiki ‘rayting denek grupları’, eski denek grupları değil. Onları ciddiye almıyorum. Eskiden AB grubundaki temel kıstas eğitimdi, şimdi ekonomik güç. Böyle olunca da, değişen sermayeyle birlikte, daha kolaycı bir seyirci grubuna geçti reyting belirleme hakimiyeti.
Sizin seyredip beğendiğiniz diziler var mı?
- İki tane. Biri ‘Merhamet’ öbürü ‘Galip Derviş.’ Bu ikisini kaçırmamaya çalışıyorum. Tabii ki ‘Muhteşem Yüzyıl’ da güzel bir dizi. Timur Savcı önemli bir şeye cesaret etti ve çok başarılı oldu. Ama ben farklı işleri seviyorum.
Siz, sinemaya bir dolu genç yetenek kazandırmakla ünlüsünüz. Bu özelliğiniz nereden geliyor?
- Galiba sezgilerim güçlü. Gerçekten de ‘star avcısı’ haline geldim. Onlara samimiyetle yaklaşıp kalplerini çalıyorum. Onlar bana ne kadar borçluysa, ben de onlara bir o kadar borçluyum. Nejat İşler mesela, onu tek kişilik bir oyunda izlemiştim, çok gençti. Sonra unuttum gitti. Ama arıyorum da bir taraftan. Sonra karşıma çıkıverdi, iki ay uğraştım ikna etmek için. Bana “Sen deli misin? Niye uğraşıyorsun bu adamla bu kadar” diyorlardı, “Yok, bir şey var bu çocukta, çok parlayacak” diyordum. Nik Xhelilaj için de aynı şeyi söylüyorum, o da çok parlayacak.
Neye göre belirliyorsunuz?
- Benim için samimiyet önemli. O his geçiyor izleyiciye. Ben okullu olmayı hiç önemsemiyorum. Ne oyunculukta ne yönetmenlikte. Tabii ki birikim önemli ama oyunculukta farklı bir şey var, kalple beynin senkronize çalışması gerekiyor. Ve bir de tabii o anı hissedebilmesi. O yüzden herkes oyuncu olabilir, yeter ki yürekten istesin.
Gelelim ‘Kayıp Şehir’e. Eleştirmenlerin, editörlerin, entelektüellerin öve öve bitiremediği dizi neden yeterli reytingi yakalayamadı?
- 16. bölüme kadar üç ayrı günde yayına girdik, beş ayrı saatte. Bunun reytingin yükselmesini engellediğini düşünüyorum. Ama kanal destekledi diziyi, onların da çok emeği var.
Yeni bir proje var mı?
- Var. Üstünde çalıştığım romantik bir drama var. 2014 romantizm yılı olacak. 2013’ün Eylül'ünde başlıyor yeni dizimiz. Baş roldeki erkek oyuncu inşaat işçisi. Diyorlar ki, “Tomris oraya pankartlar asar! Sol elleri havaya kaldırır” öyle takılıyorlar bana. Yok hayır, romantik drama olacak. Bir de ‘Üç İstanbul’ var. Büyük bir proje. Geçmişi anlatırken, bugüne de anlatmayı seviyorum. Onu da 2014 Eylül’üne hazırlıyoruz.
Yapmak istediğiniz, yapamadığınız, içinizde ukte kalan proje var mı?
- Yapamadığım değil, üstesinden gelemediğim bir proje var, Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü.’ Ben Tanpınar’a âşık bir yönetmenim. Ama ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hakkıyla kotaracak ne bir senaristin ne de bir yönetmenin Türkiye’de var olduğunu düşünüyorum.
TOMRİS ‘KADIN SAVAŞÇI’ DEMEK Babamın ilk gençlik aşkının adı Tomris’miş. Saçma sapan bir nedenle evlenememişler, ama babam şiir defterine, “Doğacak ilk çocuğumun adını Tomris koyacağım, beni bu kararımdan Tanrı bile döndüremez” diye yazmış. Sonra anneme de âşık olmuş. Ben doğunca da babam o şiir defterini anneme göstermiş, annemin tepkisi “Bana niye daha önce söylemedin” olmuş. Babamı kırmamış ama bir de adıma Yaşar eklemiş. Tomris kadın savaşçı demek, İskitlerde Amazonlar'ın kraliçesinin adıymış. |
Oyuncular bu meslekte bayağı yüksek paralar kazanıyorlar. Peki ya yönetmenler, senaristler?
- Şu anda en çok kazanan oyuncular ve senaristler. Ben hiç bir zaman oyunculara, yazarlara verdiğimiz paradan daha fazla verilmesine müsaade etmedim. Ama evet, starlar feci para kazanıyorlar.
‘Star’ların bir diziyi alıp götürmekte etkisi ne kadar?
- Beş reytingi geçmez. Benim bir ilkem var dizi yaparken: Star olan projedir. Projeniz iyi değilse, istediğiniz kadar starlarla çalışın bir yararı olmaz. Önce fikir, sonra senaryo, sonra kast ve tabii yönetmen.
Siz mesleğiniz gereği, ortalığı yatıştıran bir tip misiniz?
- Hayır, tam tersi duman eden bir tipim! Ben yıllarca çatışmalardan beslendim. Ama gönül almayı da bildim. Birinin kalbini kırdıysam, gece eve gelir, ağlardım. Ama kalp kırmaktan da yıllarca hiç vazgeçmedim.
Kendinize bir kuşağa ait görüyor musunuz?
- Biyolojik olarak 78 kuşağıyım, ruhen 68. Çünkü eski eşim Aycan’la aramızda 16 yaş fark vardı ve bütün hayatım 68 kuşağıyla iç içe geçti. Hapisten çıkanların çoğu bizim evde kalırdı.
Kendinden memnun kadınlardan erkekler memnun kalmıyor |
Eski eşim Aycan’dan sonra 12 yıl süren bir ilişki yaşadım. Ama bir aşkı, hayat boyu diri tutmak için, kadının da, erkeğin de çok çaba harcaması gerekiyor. Bu çabadan vazgeçtiğinde de aşk, ‘şak’ diye bitiyor. Bir de bir dönem geliyor, âşık olmayı o kadar da fazla önemsemiyorsunuz. Hayatınıza daha farklı öncelikler giriyor. O zaman âşık olmak da zorlaşıyor. Daha seçici olmaya başlıyorsunuz. Tabii ki 70 yaşında da elele olabileceğim bir adam olsun isterdim yanımda. Bunu başaran kadınlara hayranlık duyuyorum. Ben başaramadım. Çünkü bir süre sonra, kendinden memnun kadınlardan, erkekler memnun kalmıyor. Kendine güvenen kadınlarla yarışa giriyorlar. |
Sizin yaptığınız, herkesin bildiğini yalın ama anlamlı ve farklı bir biçimde görselleştirip, insanların unuttuklarını hatırlatmak mı?
- Evet, hatırlatmak, önlerine koymak. “Bunu unutmayın” demek. ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ni izleyen biri, “Tomris Hanım, bunlar gerçekten yaşandı mı?” dedi, “Çok küçük bir kısmını gösterebildik” dedim, “Çok utandım!” dedi. Benim bütün amacım bu: Kusurlarımızdan dolayı utanmamızı ve tekrar yapmamamızı sağlamak. Ama bu toplum öyle bir toplum ki, sürekli hatalarını tekrarlamaktan vazgeçmiyor.
Toplumsal travmalarımızın en vahimi sizce hangisiydi?
- Diyarbakır Cezaevi. Bugün çok gündemde olan PKK sorununun başlangıç nüvesi de orada atılmış. Bir de ‘Hatırla Sevgili’de çok travmatik anlar yaşattık seyirciye. Ziverbey’de bir kadın tutuklu hep gözü kapalı işkence görür. Sonra onu bir odaya alırlar, gözünü açarlar, önüne de kocasının ölüm haberinin olduğu gazeteyi koyarlar. İlk gördüğü şey o olsun diye. Bir insan bundan daha vahim ne yaşayabilir?