KADIN SIKIŞIRSA Bir iki yıldır, herkesin ağzında aynı sakız. Daha doğrusu, TV'deki canlılık talk-show'lara katılan "yıldız"ların ağızlarına pelesenk ettiği bir söz var. "Eh, nasıl gidiyor işler?" diye sorulduğunda hemen cevabı yapıştırıyorlar: "YOĞUN"Şimdi, bir kere herkes "yoğun" olunca, yoğunluğun anlamı kalmıyor. Tıpkı her işin "acil" olması gibi. O zaman, normali acilden nasıl ayıracağız?Neyse, "yoğun ile ne kastedildiğini fena halde merak ediyorum: Çok işi mi var, yaşantısı bizzatihi mi dolu, duygularını ya da mesleğini yoğun hislerle mi yaşıyor, başkalarının baskısını mı yaşıyor, planlamada bir aksama mı var, yoksa düpedüz kendisini "Sıkışık" mı hissediyor?Bence "sıkışık"lığı kastediyorlar. Oysa, hayat akışındaki ya da işteki sıkışıklığı kimi zaman rahatlatmak mümkün. Ama, öyle sıkışıklıklar var ki, ertelenemiyor, insan duman oluyor. Hayatın tüm veçhelerinde sıkıştırılmış kadın cinsinin bir ferdi olarak, yaşadığım değişik bir tür sıkışıkığı sizlerle paylaşmak istiyorum.Sabah'ın hanım tuvaletlerinden birinde, tırım tırım sökük eteğimi dikmeye uğraşıyorum. Burnumdan resmen ter damlıyor... Dilimde "Allah'ım neydi günahım?" şarkısı... Ekmek parası uğruna çalışırken kör talihine söven herkes gibi, isyan halindeyim. Bu dünyada, gün gelir herşey de mi ters gider sorusu beynimi tırmalıyor. Sabah işe gideceksin. Koca bir evi, mutfağı, her biri birbirinden cins, ama dünya güzeli bir düzine kediyi düzene sokacaksın. Titizsin, illa her şey yerli yerinde olacak. İnanılmaz bir sıkışma, ki her gün yaşıyoruz. Bu gerilimin, bir de üstelik işe geldikten sonra sürmesi niye? Bu kadarı fazla diye söylenirken, birkaç gün evvel iş yolunda yaşadıklarımı hatırlıyorum. Öyle ki, vay başıma gelenler dedirten cinsten...Yine böyle bir sabah, hayatın önüme çıkardığı tüm engelleri aşmıştım. (Ya da, bendeniz gafil öyle zannediyordum!...) Kan ter içinde durağa koşuyorum. Aslında, koşmuyorum; binbir çöp torbasını konteynıra attıktan sonra, iki adımlık yola taksiyle fırlıyorum. Veee, iki dakika farkla servisi kaçırıyorum. Hain servis de beni terketmiş!... (Bu kaçıncı?)Servisi kaçırmak şu demek: Şayet İkitelli'de çalışıyorsanız ve de arabanız yoksa, yol boyunca en azından dört vasıta değiştirmek, akıl almaz yoğunlukta bir can sıkıntısı, sıfır bütçeye yüklü taksi paraları ve ancaaak... Öğlen saatlerinde işe vasıl olabilmek demek! (Yeterince feci bir tablo çizebildim mi?)Sevgilimden yeni ayrılmışım. Hiç günahım yokken, terkedilmişim... Sadece ona değil, kimseye derdimi anlatamıyorum. Üzüntüm, uykularım, her şey, ama her şey birbirine karışmış... Yine de, beynimi sağlam tutmaya azami çaba harcıyorum. Veeee, her sabah işe gitmek zorundayım. Her şey üstüme üstüme gelince, "Keşke, aniden hastalansam, gebersem..." diyorum. Ama, hasta değilim, pek geberecek gibi de görünmüyorum. Meşru mazeretim bile yok. Demek ki, işe gitmem farz.Önce, bir adet minibüse biniyorum. Doğru, Kavacık üzerinden Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ndeki cebe. İki yılda, bir zamanların Trakya Otogarı kadar hoyrat, sevimsiz bir hal alan bu durak yerine tüm otobüsler yanaşıyor. Şehirlerarası seyrüsefer eden ve sonunda Esenler'deki otogara giden otobüsler de burada ufak molalar veriyor. Herhangi bir vasıtaya kapağı atabilmek için birbirini ezen insanların arasından bir yol bulup bir otobüse biniyorum. Önce, bir "Ohhh..." Sonra, kendi halinde bir muavin. "Gara gidiyoruz abla" diyor.Gazetecilik başa bela. Hangi araca binsem, hemen şoförle ya da muavinle sohbeti koyulturum. En has dostlarım İETT şoförleri. Gün olur, kornalarıyla durağı inletir, "İlla benim otobüsüme bin" diye ortalığı birbirine katarlar.Malum, insanlarımızla dirsek temasını kaybetmemek lazım. Hemen soruyorum. "Nereden geliyorsunuz?" Taaa Rize'den. Yirmi saattir yolda imişler... Peki, ne zaman uyudunuz?? Uyumamışlar... Peki, ne zaman uyuyacaksınız? Belli değil... Belki, öğleden sonra bir iki saat. Ya gece? Tekrar yola gerisin geri Rize'ye. Buna yaşamak denirse, yaşıyor işte insanlar... İşimi derin bir hüzün kaplarken, muavin elime sıcak bir kahve tutuşturuyor. Hiç âdetten değildir. Şaşırmış, kırık dökük teşekkür ediyorum.Yola bakmak beni hep hipnotize eder. Az sonra, dalmışım... Otogara girerken, muavin hafif bir dokunuşla beni uyandırıyor. "Borcum nedir?" İstemez... Muavin beni pek mi biçare buldu acep? Çok çok teşekkür ederken. İçimden "Tanrı sizi korusun" deyip iniyorum. İnsanın tüylerini diken diken eden bir yer Esenler Otogarı. Bir yerden öbürüne savrulmak için didişen insanların canhıraş çabası niye? Neyse, ben şimdilik sadece İkitelli'ye vasıl olabilsem yetecek de, vuslat gerçekleşemiyor bir türlü. Acul bir mani çıkıyor. Evet, acilen kendime bir tuvalet bulmam gerekiyor. Eli yüzü düzgün bir tuvalet için oradan oraya sekerken, yepisyeni iskarpinimin topuğu çıkıveriyor. Beni terkeden topuğumu (Bu kaçıncı?) yerden topluyorum. Sıkışık bir halde ve de sanki topuğum yerindeymiş gibi, aslında topallamam gerekirken, "Her şey yolunda" rolünde yürümeye çalışmak da pek eğlenceli olmuyor doğrusu! Nihayet, bir tuvalet bulunuyor. Ancak, durum öylesine acil ki, giriş kulübesinde ikamet eden kızdan hemen giriş izni istiyorum. Hatun halden anlamıyor. Bir adet elli binlik toka edip turnikeden geçmem şartmış. Oysa, işin aciliyeti saniyeler mertebesinde! Azap çekmem Allah'ın emri ya... İçinde, benden başka her şey olan heybemi karıştırıyorum; cüzdanım mümkün olan en uzun sürede elime gelebiliyor. (Geçen gün, muzip servis arkadaşım, acaba sırf bu yüzden mi, "Devlet Malzeme Ofisi gibi kadınsın vallaha! dedi?) Parayı atıp turnikeden geçiyorum, nihayet!...Yalnız, "nihayet" kısmı hayli acıklı. Hani, turnikeden geçmesem de olurdu dedirtecek bir şey başıma geliyor. Aşırı sinirden, kendimi tutamıyorum. En sonunda, tuvalete girebildiğimden, belden aşağım ıpıslak. Çamaşırım, çorabım batmış. Bir tek, etekliğim sağlam. Sabah mis gibi giyinmişim, şu hale bakın. Çaresizlikten ağlamak üzereyim. Ne varsa çıkarıp lavabodaki iğrenç deterjanla yıkıyorum. Güya işe gidiyoruz, bir tek çamaşır faslı eksikti!Etrafa hiçbir şey çaktırmadan tuvaletten çıkıyorum. Çevreyi kolaçan edip bir tuhafiyeci aranıyorum. Çorap ve çamaşır tedariki gerek.İnsan kendini darda hissedince iyice saçmalıyor. Hiç lüzumu yokken, tuhafiyeci ile sıkı pazarlık edip minik minik çiçekli bir eteklik alıyorum. (O etekliği ertesi sabah hemen giydim. Daha sağ salim şartlarda işyerine varabildiğim bir gündü.)Şimdi sıra, ayakkabımın restorasyonunda. (Ya, benim restorasyonum? Belirsiz... mi?) Sora sora bir kundura tamircisi buluyorum. Ama, "tamirci" dediğim, yeni yetme bir delikanlı. Halimi komik buldu, yine de terbiyeli, pek belli etmiyor. İsmi, Oğuz Burhan Albayrak. Erzincan'dan kopup gelmiş, lise terk. Büyük İstanbul Otogarı'nın istasyon binasında, kat 1'de bir lostra salonu ondan soruluyor. Canla başla da çalışıyor. Hemen çay ikram ediliyor ve tabii sohbet başlıyor.Nerden geldin, niye geldin derken, gözüm duvar yazılarına takılıyor. İlk cümle pek iddialı: "Yaşamı çirkinleştiren hayat değil, düşüncelerdir." O halde, düşüncelere dikkat! Zaten, ondört senedir İstanbul'da ekmek kavgası veren, çoğu okulu bırakmış, dördü erkek beş çocuklu bir ailenin fazla neşeli olması da mümkün değil. Yürek burukluğu da duvar yazılarına aynen yansımış:"Dünyayı gezdim, takamadım başıma taç. Benim gönlüm çakala değil, delikanlıya muhtaç."Kimin değil ki:Dürüstlük, mertlik hayal. Sevgili ile saadet de uzak bir düş."Deli kalbim, seni birazcık memnun edebilseydim.Seni, kemiklerimin arasında değil,Yaptıracağım
altın kafeste saklamak isterdim."İçimden, delikanlının daha yaşı genç, boÅŸuna üzülüyor, zamanla sevgilisi de olur yollu kendimi teselli ediyorum. Teselli de olmasa...Sahiden tesellisiz olmuyor. TopuÄŸum geri gelip iskarpinlerim de boyanınca, çamaşır, çorap tamam, fazladan bir de çiçekli eteklik. Eh, kendimi bayağı adam gibi hissetmeye baÅŸlıyorum aniden. Aslında, o kadar salak deÄŸilim. Vaziyetin komikliÄŸi beni gülmekten öldürmek üzere. Hayat -daha doÄŸrusu, "iÅŸyolu" mücadelesinde sıfırı tükettiÄŸim için, kestirmeden bir taksiye kapağı atıyorum. Zafer kazanmış komutan edasıyla iÅŸe geldiÄŸimde, olanları hemen genel yayın yönetmenime yumurtluyorum. Hiç de heyecanlanmıyor. "Yahu, bunları yazmazsam çatlarım" dediÄŸimde, cevap:"Siz herhalükârda yazın"dan ibaret.GYY'm (yani, genel yayın yönetmenim) erkek olduÄŸu için mi ilgilenmedi dersiniz? Herkesin sıkışıklığı kendine. Oysa ben, "Bugün bana, yarın baÅŸkasına"dan yanayım. Çalışmak hem güzel, hem de bazen komik istex...Sonrası????1. Bu öyküyü yazdıktan bir iki gün sonra, sevgilimin dükkânından içeri fırtına gibi daldım. O sıralar benden uzak durmaya çabalıyor. Güya bana yüz vermeyecek. Ama, yazıyı hemen kaptı elimden. Åžaşırdım. Anında okumaya baÅŸladı. Ne yazsam, okur. "Nasıl?" dedim. Elcevap: "Berbat!" "Nesi berbat? Çok mu kötü yazmışım?" Elcevap: "Yazı çok güzel. Berbat olan, senin halin." Neyse, birkaç hafta sonra bana döndü.2. Aptal GYY'm iÅŸinden alındı. Böylesine gerzek ve duyarsız bir herif için üzüldüğümü söyleyemeyeceÄŸim.3. Hemcinslerim öyküyü okuduktan sonra, "Benzer durumları biz de yaÅŸadık. Ama, yazacak cesaretimiz yoktu" dediler. Canları saÄŸ olsun. Ben yazdım iÅŸte.4. Küçük kunduracı ustası hâlâ aynı yerde mi? Ne yapar, ne eder, mutlu mu, hep merak ederim.Küçüksu, 17 Aralık 1998 Jülide Ergüder - 5 Mayıs 2000, Cuma Â
button