Güncelleme Tarihi:
1920’lerden başlayarak, çektiği portre ve moda fotoğraflarıyla New York ve ABD’de alanının öncü ve en başarılı fotoğrafçılarından biri haline gelen, Büyük Buhran sonrası doğal renkli fotoğrafı reklamcılık alanına sokarak çığır açan bir isim; Nickolas Muray. Fotoğrafçılığının yanı sıra, şampiyon bir olimpiyat eskrimcisi, beyefendi ve tam bir kadın âşığı! O kendini ‘iyi bir zanaatkâr’ olarak tanımlasa ve her ne kadar geri planda kalmak istese de öleli yaklaşık yarım yüzyıl olmuş ve bu sene fotoğrafçılık kariyerine başlamasının 100’üncü yılıyken, ardında bıraktığı mirasla hayran kitlesi halen giderek artıyor. Kadınları kendine âşık eden, erkeklerdeyse yakın arkadaş olma arzusu uyandıran Muray, renkli kişiliği dolayısıyla ilginç bir yaşamöyküsüne sahip. Ancak Türkiyeli sanat izleyicisi onunla ilk kez Pera Müzesi’nde ‘Nickolas Muray: Bir Fotoğrafçının Portresi’ adıyla açılan retrospektif sergiyle birlikte tanışıyor. O yüzden biz iyisi mi, hikâyeyi en baştan alalım...
Nickolas Muray, 15 Şubat 1892’de, Miklos Mandl adıyla mütevazı bir Yahudi ailesinin oğlu olarak, Macaristan Szeged’de doğdu. Posta memuru babası Samu, onu Yahudi Cemaati Doğum Kayıt Defteri’ne kaydettirmiş, ancak bir Yahudi ismi vermemişti. Aynı zamanda babası aile soyadının ‘badem’ manasına gelen Mandl yerine, ‘Mura Nehri kıyısında yaşayan’ anlamındaki Murai olarak değiştirilmesini talep ediyor, Macar adının aileyi yükselmekte olan Yahudi düşmanlığından koruyacağını ümit ediyordu. Ailenin Yahudi kökenini gizlemek zorunda kalması, küçük Miklos’un zihnine Yahudilerde bir yanlışlık olduğu düşüncesini yerleştirdi. Hele ki 12 yaşında öğretmeni tarafından Yahudi olduğu için dövülüp aşağılandıktan sonra... O sınıfa bir daha asla dönmeyecekti.
REKLAM SEKTÖRÜNE O SOKTU
Babası Samu, okulu bıraktığı için Miklos’u cezalandırarak, onu gravürcü çırağı olarak Budapeşte Grafik Sanatlar Okulu’na yerleştirdi. Miklos, iki yıllık öğrenimin ardından, ‘yeni sanat’ denilen fotoğrafı öğrenmek için Almanya’ya gitti. Sabahları çalışıp öğleden sonra ve akşamları dersleri takip ediyordu. Büyük para sıkıntısıyla geçen yıllardı bunlar ama ileride çok yararı olacaktı. Miklos mezun olduktan sonra ilkin Avrupa’daki en büyük yayın şirketi Ullstein Yayınevi’ne girdi. Amerikan fotoğrafçılığının şirket üzerinde yarattığı hayranlığı görünce, 1913’te aydınlık bir pazar günü, 14 günlük bir yolculuğun ardından bir transatlantik yolcu gemisinden Ellis Island’a indiğinde, adı üçüncü ve son kez değişiyordu: Nickolas Muray. New York’a bildiği 50 İngilizce sözcük, cebinde 25 dolar ve bir Esperanto sözlüğüyle ayak basmıştı. Muray, karakterinde birçok niteliği barındırıyordu. Çekiciliği ve yakışıklılığı, aşırı hırçınlığı, kuvvetli güvensizlik duygusu ve sınır tanımaz bir hırs! Ama tüm bu özellikleri dengeleyerek, kendisine ve sanatına hizmet eder hale getirmeyi becerdi. İlk evliliği şair Ilona Fülöp’le oldu. Âşık olup kısa süre içinde evlendiler. Ancak Ilona’nın isteği üzerine daha kazançlı bir iş bulmak için Chicago’ya taşınan Muray, bir ziyaretinde karısının bir başkasıyla birlikte olduğunu öğrendi, boşandılar. Yıl 1919’du, New York’a dönerek ‘Nickolas Muray, Portre Fotoğrafçılığı’ adıyla ilk stüdyosunu açtı. Poz verenleri oyalayacak bir yöntem geliştirmişti stüdyosunda. Poz verenler fotoğraflarının ne zaman çekileceğini bilmiyordu. Muray, poz veren kişinin ilgi alanları üzerinden dostça bir sohbet sürdürüyor, konsantreyi bozmamak için sessiz bir obtüratör kullanıyordu. Doğru fotoğrafı bekliyor, yakaladığındaysa “Tuş!” diyordu.
Vanity Fair’in editörü Frank Crowninshield, Muray’dan portre fotoğrafları talep etmeye başladı. Sanatçının dergi için çektiği 350’den fazla ünlü kişiden biri de Desha Gorska’ydı. Fotoğrafı öyle başarılı oldu ki, Muray’ın adı kısa sürede dans fotoğrafçısı olarak duyuldu. Bu arada Muray bir kez daha, bu kez Desha Gorska’ya âşık olmuştu. Ama Desha sadece kısa süreli bir ilişki istiyordu. Nick de kırık kalbini, Desha’nın kız kardeşi Leja’nın kollarında teselli etmeye çalıştı. Bu sırada Leja ilk çocukları Arija’ya hamile kaldı. İkili dört yıl sonra boşansalar da Muray, Arija’ya iyi bir baba, Leja’ya da sadık bir dost oldu. İşleri çok iyi giden fotoğrafçı için durum, 29 Ekim 1929’da borsanın aniden çöküşüyle bir kâbusa dönüşecekti. Portre fotoğraflarına olan talep bıçakla kesilir gibi azalıverdi. Muray, yaşamını idame ettirebilmek için kendi pazarını yeniden oluşturmak zorundaydı. Dergilerdeki renkli reklamların çizerler tarafından boyandığı bir dönemde, doğal renkli fotoğrafı reklamcılık alanına sokarak yeni bir çığır açtı.
FRİDA PEŞİNDE BİR ÖMÜR
O sırada, reklam sektöründe çalışan, sosyetenin eğitimli simalarından Monica O’Shea ile evlenmişti. Birliktelikleri altı yıl sonra kalp kırıklıklarıyla sona erse de Monica’nın gidişi Nick’in duygusal dünyasını derinden etkilememişti. Zira aklında aşkla bağlı olduğu başka bir kadın vardı: Meksikalı ressam Frida Kahlo. Frida’yla Muray’ın tanışması, fotoğrafçının yakın dostu, ressam Miguel Covarrubias sayesinde. Altı yıl önce, Muray’la Monica’nın bir ayrılıp bir barıştıkları zamanların henüz başında, Frida’yla tutkulu birliktelikleri olmuştu. Monica’dan ayrılınca özgürlüğüne kavuşan Muray, Frida’nın Meksikalı duvar ressamı Diego Rivera’yla olan evliliğine rağmen, yeniden peşine düştü. Rivera’dan boşanmasını sağlayabilirse, Frida sonsuza dek onun olacaktı. Frida kendi sergisi için Paris’e gittiğinde, Muray ona şu satırları yazıyordu: “Göğüslerini öyle arzuluyorum ki, arzudan öleceğim... Kalbimi ele geçirip kendi kalbinle birleştirdin, artık orada. Onun üzerine bir gelecek kuruyorum... Seni bütün kalbimle seviyorum, senin Nick’in”. Frida’ysa şöyle diyordu: “Nick, seni bir meleği severcesine seviyorum... Seni asla unutmayacağım, asla, asla. Sen benim hayatımsın.”
Frida’yla Diego boşanınca, Nick Frida’nın umut vaat eden tavırlarına aldandı. Ama yeniden evlendiklerinde, dokuz yıl süren bekleyişinin ardından, Frida ile Diego’nun ilişkisindeki sallantının onların sevgilerinin temeli olduğunu fark etti. Yine de ilişkilerinin sonunda yazdığı son mektup, hâlâ içinde bir ümit taşıdığını gösteriyor: “Lütfen en kısa zamanda yaz bana. Senin olan Nick.” Ancak beklediği yanıt Frida’dan hiçbir zaman gelmeyecekti... “Öldüğümde eskrim yapmak istiyorum” diyen Nickolas Muray, 2 Kasım 1965 akşamı öldüğünde, eskrim maçı yapıyordu. Hastaneye ulaştırıldığındaysa, ömrünün sonuna dek Frida için atan kalbi çoktan durmuştu.