Arkun Demiroğlu
Oluşturulma Tarihi: Kasım 18, 2011 21:48
Arkadaşıyla tiyatroya giren güzel, şık, alımlı kadın biletini almak için gişeye doğru yönelirken Parisliler bütün serinkanlılıklarıyla birbirlerini uyarıyorlar ve sessizce, çaktırmadan kadına bakıyorlar. Kendileriyle aynı mekânda olan kadının gerçek hayatta daha da güzel olduğunu düşünmeye başlayanlar da var...
Fransızların en çok sevdikleri şarkıcılardan Johnny Hallyday’in tiyatroda sahneye çıkacak olması hayranlarını önceleri epey şaşırttı. Neden mi? Çünkü geçen yıl ölümle yüzyüze gelmiş bir sanatçının haftada 6 kez sahneye çıkabilecek kadar iyileşmiş olması açıkça beklenmiyordu.
Hafif bir komedi yerine en sevdiği tiyatro yazarı Tennessee Williams’ın melodramatik bir oyununda oynamayı seçen Johnny Hallyday hem sahneye çıktığı için hem de bu seçiminden dolayı takdir ediliyor. Fransız tiyatrosunun büyük yönetmenlerinden Bernard Murat’ın sahneye koyduğu ‘Le Paradis Sur Terre - Yeryüzünde Cennet’te Johnny Hallyday’le başrolleri Audrey Dana ve Julien Cottereau paylaşıyor.
60’lı yılların Amerikasındayız. Ülkenin güneyinde Mississippi’de geçen ‘Le Paradis Sur Terre’de birbirine taban tabana zıt iki erkek kardeşin bir ev ve bir kadın için verdikleri mücadeleyi izliyoruz. Tennessee Williams’ın 1968 yılında yazdığı ve Fransa’da ilk kez sahnelenen oyunda Audrey Dana ailenin gelini rolünde histerinin doruklarına çıkıyor ve rolünün hakkını veriyor. Oyunda Johnny Hallyday’in üvey, hasta kardeşini canlandıran Julien Cottereau’da en az Dana kadar başarılı. Oyunun muhteşem açılışına gelince...
KUVVETLİ DERİN BİR ‘CHICKEN’
Edouard-VII Tiyatrsou’nda perde kalktığı an dev bir sinema ekranı karşımıza çıkıyor ve kısa metraj bir film izlemeye başlıyoruz. Amerika’nın güneyinde ıssız bir yolda yürüyen ve yüzü ekrana dönük olmayan sıska, esmer bir genç adam var ekranda. Bir otomobilin durmasıyla içindeki insanlar yürümekte olan esmer adamla konuşmaya başlıyor ve adama ‘Chicken’ (Tavuk) diye hitap ediyorlar. Evinin çatısında tavukları çiğ çiğ yediği için ‘tavuk’ lakabı verilen genç, sıska, esmer adam yüzünü ekrana döndüğü zaman tiyatro sahnesindeki o devasa ekranda Johnny Hallyday’i görüyoruz. Ödünvermez tavrıyla yürüyüşüne devam eden Johnny, evinin önüne geldiği zaman anahtarlarını çıkarıyor ve o anda perde kalkıyor. Johnny Hallyday sahnede, evinin önünde beliriyor ve tiyatroda alkışlar yükselmeye başlıyor.
Johnny nasıl diye soracak olursanız 68 yaşındaki sanatçının tiyatro sahnesinde beklenenden çok daha iyi olduğunu söylemek gerek. Hayatında ilk kez tiyatro sahnesine çıkan ve gerçek ismi Jean-Philippe Smet olan adam eğer bugüne kadar sanat dünyasında varlık göstermemiş olsa ve bu oyun sanat dünyasında yaptığı ilk iş olsaydı yine büyük bir işe imza atan bir sanatçı olarak alkışlanabilirdi. Kovboy silueti, derin sesi ve karizmasıyla oyun yazarının gurur duyabileceği bir ‘Chicken’ portresi çizen Johnny Hallyday, acı çeken ama acısını gösteremeyen ve öfkeyle nefret girdabından kurtulamayan adam rolünde parlıyor.
ESRARENGİZ KADIN
İki kardeşin bir evi ve bir kadını paylaşamadıkları oyunda yönetmen Bernard Murat tempoyu düşürmüyor. Sahne dekoru, ışık ve ses efektlerinde masraftan kaçınılmadığını gözlemlediğimiz ‘Le Paradis Sur Terre’de oyuncular teker teker başarılı olsalar da aralarındaki kimyanın dört dörtlük olmaması oyunun eksikliği olarak görülebilir. Yine de Johnny Hallyday’i tiyatro sahnesinde görmek isteyenleri oldukça memnun eden Tennessee Williams oyunu bu sezon Paris’te en çok konuşulanların başında geliyor.
Yazının başında bahsettiğim ve tiyatroseverleri oldukça etkileyen kadına gelince... Omuzlarına dökülen sarı saçlarına düz fön çektiren ve yarı renkli camlı gözlükleriyle 7. sırada oturabilecek kadar mütevazi olan kadın Türk sanatseverlerinin de yabancısı değil. Oyun sona erdiğinde Johnny Hallyday’i candan alkışlayan kadının adı Catherine Deneuve’dü.
SÖRF ve MÜZİK
Yıllardır sörf ve müzik denildiğinde akla gelen ilk isim Amerikalı Jack Johnson’dı. Bugünlerde ise İngiltere’de müzikseverlerin ilgisini çeken yeni bir sörfçü/müzisyen var. 22 yaşındaki Devon doğumlu Ben Howard Joni Mitchell, The Rolling Stones ve Simon and Garfunkel’ın müziğiyle büyümüş. Ben’in başarılı ilk albümü ‘Every Kingdom’dan ‘The Fear’i dinleyin...
HAMLET 2011
İngiliz tiyatrosunda kendini kanıtlamak isteyen her aktörün er ya da geç oynadığı bir rol ‘Hamlet’. William Shakespeare’in ‘Hamlet’i sadece İngiliz tiyatrosunun değil, dünya tiyatrosunun da en çok tanınan oyunlarının başında geliyor. Bugünlerde Londra’da Young Vic Tiyatrosu’nda sahnelenmeye başlayan ‘Hamlet’te başrol Martin Sheen’in. 1 Mayıs 2011 tarihli Keyif ilavesinde ’72 Saat’ başlıklı yazımda bu aktörün 72 saat süren ve farklı boyutlarda gerçekleşen ‘The Passion’ oyunundan bahsetmiştim. Beyazperdede Tony Blair ve David Frost’u başarıyla canlandırmış olan Michael Sheen’i bu kez yönetmenliğini Ian Rickson’ın yaptığı ve bir akıl hastanesinde geçen ‘Hamlet’te izliyoruz. 42 yaşındaki oyuncunun işlediği cinayetin yükü altında kaldığını anladığı an, annesi Gertrude’la olan sahneleri ve ‘Olmak ya da Olmamak’ sözcüklerini telafuz ettiği anlar oyunun sonunda Michael Sheen’in ayakta alkışlanmasında etkisi olan anlar. Michael Sheen’in ‘Hamlet’i 21 Ocak tarihine kadar sahnelenecek.
ÖFKEDEN SONRA...
Bu sayfanın okurları hatırlayacaktır, 23 Ocak tarihli ‘Öfke Zamanı’ başlıklı yazımda Stephane Hessel’in ‘Öfkelenin!’ adlı kitabını tanıtmıştım. Türk basınında kitapla ilgili çıkan bu ilk yazıdan sonra şimdide Hessel’in yeni kitabından bahsetmek istiyorum.
Fransa’da geçen haftalarda çıkan ‘Le Chemin de l’Esperance’ (Umudun Yolu) daha iyi bir dünya için çabalayan iki adamın eseri. Bahsettiğim kitap 184 yıllık tecrübenin eseri olarak da algılanabilir. Stephane Hessel daha önce yazdığım gibi 94 yaşında. Filozof ve sosyolog olan Edgar Morin ise 90.
Yazarlar New York’taki Siyahların, Puerto Ricoluların, Musevilerin, İtalyanların ve Çinlilerin Amerikalılara rahatsızlık vermezlerken (s.23) nedense Fransa’da bir yabancı düşmanlığı olduğundan yakınıyorlar. Düşünürler Fransız kültürünün kapalı bir kültür olamayacağını ve göçmenlerle zenginleşeceğini savunuyorlar... Kendi tecrübelerinden yola çıkan Hessel & Morin emeklilik yaşının politika, sanat, araştırma ve yüksek eğitimde çalışan ve ruhla beden sağlıkları yerinde olan bireyler için yükseltilebileceğine inanıyorlar (s.35).
Sanat eserleri sayesinde dışladığımız insanlarla empati kurabileceğimizi düşünen Hessel & Morin ikilisi hayatı şairane yaşamaktan bahsediyorlar ve sanat eserlerinin kendilerini nasıl şekillendirdilerse okurların da kendi doğrularını sanat eserlerinin rehberliğinde bulabileceklerine inanıyorlar (s.54).
Ulusal temizleme hareketi barbarlığının engizisyona yol açtığını ve din savaşlarını başlattığını hatırlatan Hessel & Morin bugün Fransa’yla diğer Avrupa ülkelerinin de aynı tehlikeyle karşı karşıya olduklarını söylüyor. Yazarlar 61 sayfalık kitapta öfke içindeki Avrupalılara doğru yolu farklı kültürlerin kaynaşmasında ve sanatta bulacaklarını anlatıyorlar.