Güncelleme Tarihi:
Mesela Maksim Gazinosu’nu açanla ülkeye cazı getiren kişinin aynı olduğunu biliyor muydunuz? Peki bir siyah Rus olduğunu? Öğrenecek çok şey var. Başlıktaki sorunun cevabı gibi...
Cumhuriyetin kuruluş yıllarını çalışanlar, gazete ve dergilerde sıklıkla ‘caz’ ve ‘cazbant’ sözcüğüyle karşılaşır. Hatta, günümüzde de olumlu olarak kullanılmayan “Caz yapma!” sözünün ardında, geleneksel müzikleri tercih eden insanların ‘alafrangaya’, ‘ecnebi musıkiye’ olan tepkisinin izini bulabilirsiniz. Haklı olarak şu soruyu yöneltebilirsiniz: “İyi de, cumhuriyetin kültür eliti, ‘batıcı’ değil miydi, caza, dansa neden destek vermesinler?”
Ne yazık ki sorunun yanıtı hiç de iç açıcı değil. Örneğin, devrin önemli kültür şahsiyetlerinden Ercüment Behzat, 1934’te caz için şöyle der: “Anadolu gençliğinde meyhane şarkılarının ve müzik kıymeti sıfırdan aşağı caz havalarının yaptığı tahripkârlık, morfinle, kokainden farksızdır. Müzik kültürü bizim gibi zayıf olmayan bazı memleketlerde bile halkın zevkini korumak için cazbandın kapı dışarı edildiğini unutmayalım.”
Hangi memleketten söz ediyor? Tabii ki Almanya’dan, yani her türlü ‘otoriter’ yönetme tarzının başatlaştığı, marşlı, sahnelemeli müziklerin popülizmle eşleştirildiği bir anlayıştan. Bu anlayışın, cumhuriyetin ilk yıllarındaki kültür iklimine de damgasını vurduğunu görüyoruz.
Tekrar caz ve dans müzikleri faslına dönersek şu soruyu sormak durumunda kalırız: “Sahi, caz nasıl ulaşmıştır İstanbul’a?” Şaşıracaksınız ama bir ‘Siyah Rus’ marifetiyle. Belgeselde kısaca bahsedilen, 1872’de Memphis’te doğan ve köleliğin kalkmasına rağmen çilesini çekmeye devam eden bir ailenin ferdi olan Frederic Bruce Thomas, Güney’den kaçmaya karar verir ve önce kuzeydeki şehirlere, daha sonra Avrupa’ya ve oradan da Rusya’ya gider, Moskova’nın ‘caz kralı’ olur. 1912’de açtığı kulübün ismiyse, evet taşlar yerli yerine oturuyor, ‘Maxim’ olacaktır. Amerikan tabiyetini kaybetmiş bu ‘siyahî’ adam ihtilal nedeniyle İstanbul’a kafileler halinde kaçanlardan biridir, İstanbul’da da eğlence işine girecek ve Maksim Gazinosu açacaktır. Caz, İstanbul’da ilk kez bu mekânda icra edilir.
Tabii ki bu ilginç hikâye, cazın Türkiye’deki asıl icracılarının kim olduğunu açıklamıyor. Hemen tüm uzmanlar, cazın bu ülkedeki ilk icracılarının gayrimüslimler olduğu konusunda hemfikir. Örneğin, 1920’lerin hemen başında kemancı Leon Avigdor, Paris’te dinlediği cazın temel enstrümanlarından olan saksofonla yurda dönecektir. Yine, her türlü dans müziği icra eden Gregor Kelekian’ın ünlü orkestrasında bir çok cazcı da çalmıştır. Ayrıca, Arto ve Dikran kardeşler ve kurdukları orkestralardan bahsetmeden geçemeyiz. Bu arada, Nazi zulmünden kaçan bir çok Yahudi müzisyen de 1930’lu yıllarda Türkiye’ye gelir. Türk müzisyenler içinse ‘ocak’ işlevini halk evlerinin gördüğünü fark ederiz. Örneğin, ‘Kadıköy Çevresi’ diyebileceğimiz, hem Erdem Buri’nin Moda’daki evinde toplanan hem de Kadıköy Halkevi’nde konserler veren, aralarında Cüneyt Sermet, İlhan Mimaroğlu, Hulki Saner, Fazıl Abrak gibi isimlerin olduğu cazcılar 1950’li yılların eğlence dünyasında boy gösterirler. Devrin en şaşaalı gazinosu olan Taksim Belediye’nin alt katındaki kulüpte İlham Gencer Orkestrası caz çalmaya başlar, orta salondaki dans orkestrasında da bir çok ünlü cazcı yer almaktadır. Böylece, NATO üyeliği, Hollywood filmleri, gayrimüslim ve şehre yerleşmiş ‘ecnebi’ müzisyenleri, ülkeyi sıkça ziyaret eden yabancı dans orkestralarıyla 1950’lerin İstanbul’u ‘kozmopolit’ bir karakter kazanır.
Ve 6-7 Eylül olur, esas darbeyi kozmopolit İstanbul alır. Olayların gayrimüslim ve ecnebi müzisyenleri etkilememesi imkânsızdır. Örneğin, hemen tüm cazcılara göre en önemli saksofonculardan biri olan Hırant Lusigyan’ın Beyoğlu’ndaki işyeri talan edilir. Bu endişe ikliminde birçok gayrimüslim müzisyen ülkeyi terk etmeye başlar. 1960’ların ortalarından itibaren meydan Türk cazcılara kalmış gibi görünse de caz çoktan ‘popüler’ bir müzik olma özelliğini yitirmiştir. Aranjmanıyla, Anadolu Rock’uyla ‘Türkçe pop’ yükselirken, yeni şehir ahalisinin müziği olarak da arabesk; eğlence kültürünü yeniden şekillendirmektedir. Elit dinleyici için caz, 1980’lerden itibaren klasik müziğin ‘popüler kardeşi’ olarak muamele görmeye başlayacaktır.
Keza, konu caz olunca Özal’lı yılların apolitik dünyasında fark yaratan ‘solcu’ bir entelektüelden söz etmeden olmaz. Erken yaşta yitirdiğimiz Mustafa Kemal Ağaoğlu, darbeden sonra açtığı Bilsak Jazz Center’da piyanist Emin Fındıkoğlu ile bir araya gelir. Ağaoğlu ve Fındıkoğlu ilk kez ‘uluslararası’ bir caz festivali düzenler. Şu anda süreklilik kazanmış iki festivalin (İstanbul Caz ve Akbank) nüvesi şüphesiz Bilsak Caz’dır.
Belgeselin son bölümünde, “Caz ya da jazz mı?” diye tartışılan, aslında ‘demode’ bir tartışmadan öte bir şey değil. Demode, çünkü artık dünyanın hiç bir yerinde ‘caz’ diye başı sonu belli bir müzik tarifi yapılmıyor. Kolayca ‘nordik caz’ olduğunu kabul edebilecek bazı cazcıların ‘Türkiye cazı’ sözünden neden irkildiklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Başlangıcında caz, ‘köleleştirilenlerin’, Afrika’nın birbirlerinden kilometrelerce uzak bölgelerden getirdikleri müziklerle melezleşmedi mi? Caz, onu çevreleyen komşu müziklerden (Avrupa ve Latin müzikleri) etkilenmedi mi? Kaldı ki, belgeselde konuşan ya da sözü edilen birçok müzisyen müziğimizdeki ‘füzyon’ imkânına birçok cazcımızdan çok daha ümitvar bakıyor.
Bu ve benzeri sorularla tanışmak ve hâlleşmek için iyi bir fırsat veriyor ezcümle bu belgesel. Son olarak, birinci sayfadaki eğlenceli sorunun cevabı hususunda ipucu vererek yazıyı sonlandırmak istiyorum. İsveç’te yaşayan ve ülkenin önemli trompetçilerinden olarak kabul edilen Maffy Falay 1956 yılında konservatuvarda öğrencidir. Dizzy Gillespie ise, Ortadoğu turu nedeniyle Ankara’ya konsere gelecektir. Hoşluk olsun diye konservatuvar öğrencilerinden bir grup, Dizzy’i Esenboğa’da bestelerinden birini çalarak karşılar. Dizzy hem memnun olmuş hem de Falay’ın solosunu pek beğenmiştir. Falay ile tanışmak isteyen Gillespie’nin tatlı şaşkınlığı belgeselin son sahnesinde faş oluyor.
1920
Kemancı Leon Avigdor, Paris’ten bir saksofon alarak yurda döner.
1980
Caz, klasik müziğin ‘popüler kardeşi’ olarak anılmaya başlar.