İzlenimciliğin izinde St Lazere’dan Vernon’a

Güncelleme Tarihi:

İzlenimciliğin izinde St Lazere’dan Vernon’a
Oluşturulma Tarihi: Nisan 21, 2014 01:33

Paris’in yanıbaşındaki Eure Vilayeti, Vernon ve Giverny gibi kasabalarıyla izlenimci ressamlara esin kaynağı olmuştu. Resmi atölyeden çıkarıp nehir kıyısına, rüzgarlı tepelere, çayırlara taşıyan Claude Monet bu bölgenin doğasını ölümsüz tablolarında yansıttı. Baharda Paris’in Saint - Lazare Garı’ndan Vernon’a doğru çıkacağınız bir yolculukta hem unutulmaz manzaralara tanık olursunuz hem de başyapıtların izini sürebilirsiniz.

Haberin Devamı

Saint-Lazare Garı’nda Vernon trenini bekliyorum. Yıllar önce yine bu gardan gitmiştim Normandiya’ya. Deauville’de Manş Denizi’ni görmüştüm ve gözalabildiğine uzayıp giden kumsalı. İlk tren yolculuğum değildi ama bir başka kente gitmek için Paris’ten trene bindiğim ilk gardı Saint-Lazare. O zaman böyle şık şıkırdım bir alış veriş merkezine dönüşmemişti henüz. Yalnızca cam ve çelik yığınından ibaret bir mekân, elektrikli trenlerin rayların üzerinden hızla kayıp gittiği, dönen panolarda kent adlarıyla birlikte zamanın da döndüğü bir yer, başka bir dünyaydı. Baudelaire’in “Ey trenler vapurlar beni burdan götürün” dizelerini yazdığı yıllarda başında kolonyol şapkası ve bir karış sakalıyla iri yarı, babacan bir ressam da Seine kıyılarını bırakıp buraya taşınmış, garın hemen yanıbaşındaki evinden gözlemlediği Saint-Lazare Garı’nı resmetmek amacıyla sehpasını yolcu kalabalığının tam ortasına yerleştirip uzun bacalarından akça pakça dumanlar püskürten kara lokomotiflerle vagonları, karmaşık ray ağıyla çelik tekerleklerin hızını resmetmeye koyulmuştu. Belki bütün çağdaşları gibi sanayi devriminin, zamanın ileri teknolojisinin çağrısına kapılmıştı o da, ama nesneleri gerçek konumlarında değil, ışığın anlık değişimleri içinde algılıyor, izlenimlerini yansıtıyordu tuvale. Çok değil birkaç yıl önce Le Havre Limanı’nda gündoğumunu betimleyen tablosuna da “İzlenim” adını uygun bulmamış mıydı?

Haberin Devamı

Monet’yi büyüleyen gar: Saint Lazare

Gerçekçiliğe bir başkaldırıydı yaptığı. Tablo, bitmiş, sınırların yerli yerine oturduğu, nesnelerin son biçimlerini aldığı bir yapıttan çok bir taslağı andırıyor, renklerini mavinin değişik tonlarıyla kanayan güneşten alıyor, kayıklar limanda içlerindeki insanlarla neredeyse kaybolup gitmiş gibi duruyordu. Gökyüzünde bulutlar değil portakal sarısı renkler uçuşuyordu. Doğa, zamanın akışı, ışığın değişkenliği içinde belli belirsizdi. Sonradan İzlenimcilik (Empresyonizm) adını alacak sanat akımının en ünlü, üzerinde en çok tartışılacak, kimilerince yuhalanırken aradan zaman geçtikten sonra sanat eleştirmenlerinin hemen hepsi tarafından göklere çıkarılacak bu tablonun yaratıcısı Claude Monet’ydi. Şimdi Saint-Lazare Garı’nı resmederken de aynı yöntemi uyguluyor, ön plândaki lokomotif ve vagonların üzerine çöreklenmiş buhardan göz gözü görmüyordu. Yolcular da bu sis ve belirsizlik içinde kaybolup gitmiş gibiydi. Arka plânda, cam çatının üzerine yıkılacakmış gibi duran Avrupa Mahallesi’nin devasa yapıları da, beyaz cepheleriyle dumana karışmış, sanki erimiştiler. Ressam günboyu değişen ışığın peşindeydi yine, gerçekliğin değil. Ve bu yöntemle Saint-Lazare Garı’nın bir değil tam 12 tablosunu yaptı.
Claude Monet’nin Giverny’deki evini görmeye giderken Vernon trenini beklediğim gar o tablolardakinden çok farklıydı artık. Zola’nın La bête humaine adlı romanından da tanıdığımız uzun bacalı, buharlı lokomotiflerin yerini elektrikle işleyen modernleri almış, tahta koltuklu kara vagonlar rengârenk koltuklu, iki katlı vagonlarla yer değiştirmişti. İzlenimciliğin başını çeken Claude Monet de toprak olmuştu çoktan, geride yüzlerce tablodan oluşan bir iz bırakarak. O izi sürmek için Saint-Lazare Garı’ndaydım.
Monet bu gara sehpasını kurmadan önce uzun yıllar Seine Nehri kıyısındaki Vetheuil’de yaşadı. İlk eşi Camille’i orada kaybetti. Ve bu kasabayı da, sonradan yerleşeceği Giverny ya da Saint-Lazare gibi defalarca, ama bir saplatıya dönüştürmeden resmetti. Konuya, her defasında, yeni bir görünüm kazandırarak. Diyeceğim onun, bir sanatçı, bir doğa hayranı olarak, öznel coğrafyasıydı bu yöre, bu devingen ışık, bu sular ve ağaçlar. Bu toprakla bu nehir. Yani Seine.

Kışkırtan nehir

Haberin Devamı

Akıp giden, kimi yerde yavaşlayıp durulan suyun dünyası, yansımalar, kıyıdaki sessiz, içine kapanmış kasabalar, kayıklar, salkım söğütlerle yapraklar Monet’nin başlıca esin kaynaklarından biri oldu. Suyla ilgili ne varsa, dalgadan akıntıya, durgun gölde açan sarı, pembe, kırmızı, beyaz nilüferlerden ırmak boyunca dizilen kavaklara, ressamın tuvalinde yerlerini aldılar. Dört temel unsurun hayata en yakın olanına, hatta bizzat hayatın kaynağına yöneltti bakışlarını Monet, doğada kalıcı olanı yakalamaya çalıştı. Seine Nehri’yle kurduğu yakın ilişkiyi, bir ortak varoluşu, bakın nasıl dile getiriyor:
“Seine! Onu hayatım boyunca, Paris’ten denize dek, her mevsimde, her anıyla resmettim. Argenteuil, Poissy, Rueil, Vetheuil, Giverny, Rouen, Le Havre... Manet derdi ki: Yahu biraz da bize bırak şu nehri!. Onu çizip boyamaktan bir an olsun bıkmadım. Seine her zaman bir yenilikti benim için, doğanın ta kendisiydi. Suyun yansımasından gözlerimin yandığı sıcak yazlar geçirdim kıyısında, amansız kışlar yaşadım. 1880 yılının ocağında buzların üzerinde çalıştığımı anımsıyorum. Su donmuştu. Sehpamı kurmak için buzu delmek zorunda kaldım.”
1871-78 arası 8 yıl oturduğu Argenteuil de Monet’nin yapıtında önemli yer tutar. Bu kentten geçerken yatağı genişler nehrin, köprüler daha uzun, su daha sığdır. Gökyüzüyse alabildiğine derin. Hiç kuşkusuz bu derinliğe aşıktı ressam. Hatta, denilebilir ki, göğün derinliğinde kaybolup gitmek istiyordu, kalabalık ailesini geçindirebilmek için yaşadığı sıkıntıları unutup. İlk eşinin genç yaşta ölümünden sonra iki çocuğuyla yalnız kalmış, ne var ki ona kol kanat geren altı çocuklu bir kadının, Alice’in cazibesine kapılıp onun ve çocuklarının da sorumluluğunu üzerine almıştı. Resim tek geçim kaynağıydı ve yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Ta ki tabloları para etmeye başlayıncaya dek. Ancak 50’sinden sonra, Paris’ten uzak, Seine kıyısındaki küçük bir köyde bire ev sahibi olabilmişti. İşte o evi görmek, İzlenimciliğin babası Claude Monet’nin son yıllarında dayayıp döşediği, bahçesinde binbir çiçek yetiştirdiği,kümes hayvanları beslediği, yılın her mevsiminde kalabalık bir ziyaretçi akımına uğrayan o ünlü evi görmek için Vernon trenini bekliyordum. Onun izini sürmek için çıktığım günü birlik yolculuğun ilk durağıydı Vernon...

Resmi açık havaya çıkardılar

Haberin Devamı

1860’lı yıllarda Monet ve arkadaşları atölyeden sokağa, nehir kıyılarına, kumsallara, kırlara, kısacası açık havaya çıkardılar resim sanatını. Ona atölyeden uzak, günlük yaşamın içinde bir yer verdiler. Sıradan, basit insanları resmettiler, daha önceki sanatçılar gibi soylularla burjuvaları değil. Sehpalarını rüzgârlı tepelere, yemyeşil yamaçlara, ağaç gölgelerine, kayalıkların kuytusuna kurup doğayı görülebilenin aksine, öznel izlenimlerinden yola çıkarak betimlediler. Işığı, kendiliğinden ve anlık hareketi içinde algılayabilmek için açık havada çalıştılar, tablolar son biçimlerini atölyede alsa da.
Seine Nehri ve Normandiya izlenimci ressamların vazgeçilmez coğrafyası oldu. Paris’in merkezinden çok çevresi, Argenteuil, Bougival ve elbette Monet’nin Giverny’deki malikânesi bu coğrafyanın belli başlı mekânlarını oluşturmaktaydı. Paris’ten Le Havre’a dek nehir boyunca kırları, koruları, çimene yayılmış piknik yapan ya da dans eden insanları, kürek çeken,yüzen, gelincik tarlalarında yürüyenleri resmettiler. Ama nehir sanayi demekti aynı zamanda. Dolayısıyla sanayi ve teknolojiyi de koydular tablolarına. Yassı yük gemileriyle vinçleri, fabrika bacalarıyla garları, demir yollarıyla karanlık avluları. Ve çelik putrelli köprüleri.
Monet, Le Havre Limanı’na demirlemiş yelkenlileri de resmetti, yalnızca Saint-Lazare Garı’ndaki trenleri değil. Orada büyümüştü çünkü, çocukluk anıları bu liman kentinin değişken ışığıyla yakından ilişkiliydi. Ünlü bir ressam olduktan sonra da bir kaç kez geldi çocukluğunun kentine, Londra, Venedik, Rouen gibi başka kentleri resmettiği gibi Le Havre’ı da, o kendine özgü fırça vuruşlarıyla tuvalde canlandırdı. Denizin kıpırtısını yansıtabilmek için en uygun zamanı bekledi sabırla; sisi, gökyüzünü, bulutları, yan yana sıralanmış gemilerle gidip gelen kayıkları zihin süzgeçinden damıttı. Çoğu kez çizmeden, bir taslak oluşturmadan, içinden geldiği gibi boyadı.

GIVERNY
Monet’nin hayal evi

Haberin Devamı

Zor ve yoksul bir gençlikten sonra özlediği geniş bahçeli eve 43 yaşında kavuşmuştu Monet. Yaptırdığı havuzu nilüferlerle, Japon köprüleriyle donattı. Pissaro, Renoir, Caillebotte gibi izlenimci arkadaşlarını, önemli politikacıları ağırladığı evin bahçesinde yaptığı tablolar bugün Paris’ten New York’a, Londra’dan Madrid’e müzelerin en değerli eserleri arasında. Ev bugün de ziyarete açık.

Ressam Monet bu iki katlı malikâneyi satın alıp kalabalık ailesiyle Giverny’e taşındığında köyün nüfusu 300’den azmış. Bugün de belki öyle, ama Japonlar başta olmak üzere ziyaretçi kalabalığından kurtulmanız mümkün değil. Dolayısıyla evin içinde dilediğiniz gibi dolaşamıyorsunuz. Zaten ressamın tablolarının hemen tümü müzelerde ve özel koleksiyonlarda olduğu için, duvarlardaki Japon “estampe”larıyla yetinmek zorunda kalıyorsunuz. Ama ev yine de görülmeye değer. Çünkü Monet yaşadığı mekânı da boyamaya kalkışmış, ikinci eşi Alice’in itirazlarına kulak asmayarak bahçedeki mor, sarı, beyaz lâlerin rengini duvarlara yansıtmış. Örneğin salon eflâtun, mutfak kobalt mavisi, yemek odası buğday başaklarından daha sarı. Hayatının son yıllarında yaptığı devasa “Niluferler” serisi için bir derenin yatağını değiştirip suyu bahçeye dek getirterek ziyaretçilerin uğramadan geçmediği göleti nasıl oluşturmuşsa, yaşadığı mekânı da öyle, boyayarak değiştirip dönüştürmüş.

Haberin Devamı

AMERİKALILAR MONET’Yİ GÖRMEYE GELİYORDU

İzlenimci akımın kurucusu Monet sanat tarihinde bir dönemeç olarak kabul edilen 1874 sergisinin açılışından dokuz yıl sonra, 1883 Nisan’ında buraya gelip yerleşmeden, bu evi ve bu cennet bahçeyi düzene sokmadan önce Paris’ten Sevres’e, oradan da Bennecourt, Bougival, Argenteuil gibi Seine Nehri kıyısındaki kasabalara taşınmak zorunda kalmışsa, yoksulluk peşini bırakmadığı içindir. Bir mektubunda şöyle yakınıyor ressam dostu Bazille’e:
“Sekiz gündür bir lokma geçmedi boğazımdan, ne ışığım var ne de ısınabileceğim bir sobam.”
30’unda açlıktan nefesi kokuyorken, 50’sinde bir dikili ağacı bile yokken, 70’inde servet sahibi olabilmişti Monet. Pissaro, Renoir, Caillebotte gibi diğer izlenimci dostlarını, sanat eleştirmenlerini ya da Clemenceau gibi devrin ünlü politikacılarını ağırladığı sofrasında kazciğeri eksik olmuyor, şarap Sancerre’den, zeytinyağı Provence’dan özel olarak getiriliyordu. Babacan ve konukseverdi ama öfkeliydi aynı zamanda. Onu burada, gülleri, lâleleri ve göletleriyle mutlu bir bahçıvan gibi hayal ederken gençliğinde yaşadığı sıkıntıları da unutmamak gerekir, diye düşünüyorum.
İlk eşi Camille’in erken ölümü derin ve onulmaz bir yaraydı içinde. Bu talihsiz genç kadın Monet’ye iki çocuk vermekle yetinmemiş, “Yeşil Etekli Kadın” tablosu için poz da vermişti. Yüzüne düşen sarı ışık ölümün habercisiydi belki, yeri süpüren etekliğiyse tam tersine hayatın, hareketin simgesi. Ressam, ölüm gözlerini kapattığında da çizecekti Camille’i, karısının mavi beyaz fırça vuruşlarıyla biçimlenen yüzünde yalnızlık ve acının izdüşümünü yansıtacaktı.
Önce kiralayıp sonra satın aldığı Giverny’deki malikânesinde açık havada çalışır, bu bölgeyi eşsiz doğası, akar suları ve tarihsel yapılarıyla tablolarına yansıtırken meraklıları uzakta tutmak için yanında sürekli olarak bir uşakla köpeği bekliyor, üstadı ziyarete gelen, ona danışmak isteyen Amerikalı ressamlar pek de iyi karşılanmıyordu. Sabahın köründe kalkıp atölyesine geçiyor, öğlene dek aralıksız çalışıyordu. Öğleden sonra bahçeyle uğraşıyordu. Tek başına değil elbette, bahçıvan yamaklarıyla. Çiçekler istediği gibi sulanmamışsa, yeterince budanmamış ağaçlar rüzgârda hışırdıyorsa küplere biniyor, yamaklar kaçacak delik arıyordu. Bu güzellik, dereciğin üzerindeki Japon tarzı bu yeşil köprü, gölde açan beyaz nilüferler, lâle, gül ve menekşelerin bu eşsiz renkleri, biraz da sanatçı öfkesinin, mükemmeliyetçiliğinin, seçiciliğinin ürünüydü. Atölyede çalışırken de boya tüplerini özenle yanyana diziyor, yerde bir iz, tek leke kalmasın diye büyük çaba gösteriyordu. Titizdi evet. Ama bu aşırı titizliği, yaşlanıp gözlerine katarakt indiğinde işe yarayacak, üstat boya tüplerini el yordamıyla bulmakta fazla güçlük çekmeyecekti. Beğenmediği tabloları yırtıp atmakta tereddüt etmiyor, hep en iyiyi, en mükemmeli istiyor, kimi zaman da, tüm dahi sanatçılar gibi, kendinden ve yeteneğinden kuşku duyduğu oluyordu. Ortadan kayboluyordu bazen. Ya kuzeyde fiyortların ya güneyde Venedik kanallarının resmini yapmaya gidiyor, yolculuklarında bile fırçalarıyla sehpasını yanında taşıyor, boyalarından ayrılamıyordu.

DOĞAYA ADANMIŞ ÖMÜR

Monet’nin gençlik fotoğraflarının hiçbiri elimizde yok bugün. Zamanımıza dek gelebilmiş ve bazıları salonun duvarlarını süsleyen fotoğraflarında yaşlı bir adam, bir dede görüyoruz. İri yarı, ağzında sigara, sakal bir karış. Neredeyse beline dek uzamış. Ve hep bir şapka var başında. Belli, değirmende ağartmamış bu sakalı. O yıllarda Seine Nehri boyunca oldukça sık rastlanan şimdiyse yerinde yeller esen su değirmenlerine yolu hiç düşmemiş. Ya da düşmüş de, sakalı ağartmaktansa değirmen taşlarını resmetmeyi yeğlemiş. Ve çok çalışmış hayatı boyunca, üne ve servete kavuştuktan sonra da yan gelip yatmamış. Yeniyi aramış hep, bulduğuyla yetinmemiş. Yetinseydi, soyut resmin ilk örnekleri olan “Nilüferler” serisini bahçesindeki durgun sudan hareketle tablolarına yansıtmaz, yeni bir arayışa girmeden eski alışkanlıklarıyla yetinir, diyeceğim işin kolayına kaçardı. Bu diziye başladığında tam 80 iki yaşındaydı sanatçı. İkinci eşiyle iki çocuğunu ve ressam arkadaşlarının neredeyse tümünü gömdükten sonra yaşama sevincini kaybetmiş, ama çalışıp yaratmaktan da vazgeçmemişti. Belki yorgundu ama yılgın değildi.
Fırçalarla boyalara, artık tuvalde yaşayan ışık ve doğaya adanmış bir ömür. Ne mutlu Monet’ye! 1980’de ziyarete açılan evi hayranlarının akımına uğruyorsa bu başarıda sanatçının dehası kadar çalışkanlığının da payı olduğunu düşünüyorum. Bahçedeki çiçeklere bakarken çoğunu Orsay Müzesi’nde gördüğüm resimleri düşüyor aklıma. Doğaya öykünen değil, onu zamanın akışı içinde geçici bir an olarak betimleyen ama yine de ölümsüzlüğe kavuşan resimler. İzlenimlerin dışa vurumu, fırça darbeleriyle canlanan ışık ve suda yansımalar. Kısacası Monet’nin bakmasını, görmesini bilene sunduğu, renklerini yaratıcı dehadan alan eşsiz dünyası. Bütün bunlar aşkın güzelliğiyle değil midir? Aşktan kastım sanat aşkı elbette, yanlış anlaşılmak istemem. İzlenimciliğin izini sürdüğüm bu günü birlik yolculuğun bitiminde Giverny’den Vernon’a dönerken Seine Nehri’nin üzerindeki köprüden geçtim yine. Sular kararıyordu. Salkım söğütlerin gölgesi vuruyordu suya. Bir an Monet’nin, başında hasır şapkası elinde fırçasıyla, nehrin ötegeçesinden gülümsediğini görür gibi oldum. Çalışıyordu.

İzlenimciliğin izinde St Lazere’dan Vernon’a

VERNON
Güzelliğini nehre borçlu

Vernon, Epte’nin Seine Nehri’ne kavuştuğu vadide kurulmuş, tarihi çok eskilere, Roma döneminden bile öncesine dayanan bir kasaba. Claude Monet’nin ünlü malikânesinin bulunduğu Giverny’e dört kilometre uzaklıkta.
Seine, Paris’te olduğu gibi kentin içinden geçerek akıp gitmiyor burada, Vernon’u sol yakada kendi haline bırakarak geniş yatağında küçük adacıklar oluşturuyor. Su akmıyormuş gibi durgun ve yeşil. Sağ kıyıda, falezlerin dibinde tek tük evler var ama tepeler, yamaçlardaki ağaçlar ve taşlar hakim manzaraya. Yük tekneleri de görünürde yok. Beyaz kuğular süzülüyor nehrin üzerinden, içinden ağaç fışkıran adacıklara doğru uzaklaşıyorlar. Corday, Talus ve Maurice adacıkları, öyle ıssız, terkedilmiş, yapayalnız seyreyliyorlar durgun suyu. Suda suretleri bile çıkmıyor. Yalnızca ağaçların gölgesi düşüyor Seine’e, bir de köprünün gölgesi. İkinci Dünya Savaşı’nda, Normandiya çıkarmasını izleyen günlerde Fransız direnişçiler havaya uçurmuş bu köprüyü, onların anısını yaşatan plâket hemen girişte göze çarpıyor. Nedense o yıkım ve felâket günlerini yaşayan, Direniş hareketine de katılan Aragon’un bir dizesi düşüyor aklıma : “Unutmam mümkün değil / Unutmak ölmek demektir.”

YAPILAR ORTAÇAĞDAN

Vernon çok eski bir yerleşim merkezi, ama bugüne dek ulaşabilmiş mimari doku ortaçağdan kalma. Her adımda kuleler, taş duvarların ardına gizlenmiş parklar ve bahçeler, arduvaz çatılar, bir de daha yeni bir dönemden, 15’inci yüzyıldan kalma evler çıkıyor karşınıza. Bu evlerin en belirgin özelliği cephelerinin pasta dilimleri gibi kat kat oluşu. Yana, bazen de arkaya kaykılmış gibi duruyorlar. “Allah’ına yan bakan” bir görünüşleri var. Hiç kimseden, bir zamanlar kuzey denizlerinden inerek Seine Nehri’nin ağzından girip bölgeyi talan eden Vikinglerden bile korkuları yok. Kabadayı evler bunlar, onarılıp parlatıldıktan sonra voltaya çıkmış Keşanlı Ali gibi “boşa kostaklanıyorlar.” Ne demişti Behçet Necatigil? “Evlerle savaşımız savaşların en çetini.” Şairin kastettiği geçim derdiydi, oysa bu evler savaşmaktan yorulmuş, sere serpe sevişir gibi.

IŞIK ÖNE ÇIKIYOR

Sekiz çocuklu bir aileyi sanatıyla geçindirmek zorunda kalan Claude Monet’nin eviyse buradan biraz uzakta, Seine Nehri’nin sağ kıyısındaki Giverny’de, ama ressamın bu yörede yolunun düştüğü yerler arasında Vernon da var. Bu kabadayı evlerin tam karşına, suyun öte yanına sehpasını kurup resmetmiş Vernon’u. Kasaba, kilisenin kütlesel duruşu hariç, uçucu bir hayal gibi yer alıyor tabloda. Evler, çatılar, ağaçlar belli belirsiz. Suyla gökyüzü hemhal olmuş, birbirlerine sarılmış gibi. Kasabanın hayali arada sıkışıp kalmış. Rouen katedralinin değişik görünümlerini bir dizi tabloda nasıl betimlediyse, Vernon Katedrali’ni de öyle, Normandiya’nın her an değişen ışığı içinde yakalamaya çalışmış. Mimarinin görünümünden çok ışığın taş yapı üzerindeki etkilerini araştırdığı, giderek konunun bizzat ışığın kendisine dönüştüğü ilk bakışta anlaşılıyor. Rouen Katedrali’nde olduğu gibi Vernon’u betimleyen tabloda da, yapının kendisi değil üzerine düşen ışık ön plâna çıkıyor. Monet gerçek Vernon’u değil, izlenimlerinden hareketle hayali, belirsiz, suyla gökyüzü arasında eriyip gitmiş bir kenti çizip boyamış. İyi ki de öyle yapmış. Biz gerçek Vernon’u fotoğraflardan, rehberlerden tanıyabiliriz ama Monet’nin bakışını izleyebilmek için onun dünyasına girmek, tablolarının içinde dolaşmak gerekir. İzlenimci sanatın Kâbesi kabul edilen, yılın her günü ziyaretçi akımına uğrayan Giverny’deki malikânesinin binbir çiçekli bahçesinde gezip dolaşmaksa ayrı bir zevk.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!