Güncelleme Tarihi:
O, Albüm sayfalarına konuk olan ünlülerden biri değil. Ömer Faruk Öztürk (28) adını, İstanbul Bağdat Caddesi'nde iğrenç ve anlamsız bir cinayete kurban gittiğinde duydu Türkiye. Oysa O yazacağı ‘müthiş’ kitapla ünlenecekti belki de. İnsanları çok seviyor; özellikle yaşlıların, çocukların üzerine titriyordu. Annesine çok düşkündü. Hep arkadaşlarının yanındaydı. Tipik bir Bağdat Caddesi çocuğu değildi; yaptığı maddi-manevi yardımlarla, haksızlığa adaletsizliğe karşı verdiği bireysel tepkilerle tanınıyordu. Kendi çapında bir felsefeciydi. Arkadaşlarının ‘‘Erkek Pollyanna’’sıydı. Canayakınlığı ve esprileriyle herkesi kendine hayran eder, her an yeni dostlar edinirdi. Bir tek Metin Kaya'ya anlatamadı derdini. Basit bir tartışmayı ‘‘öldürerek’’ kesen Kaya gibiler, Ömer Faruk'ları anlayamazdı. Peki, bu dünyada kötülere bir şey olmaz mıydı hiç?
25 Mart 2001. Balkonda Murat'la otururlarken, gözünü Metin Akpınar'ın da oturduğu karşıdaki apartmanın bahçesine dikti: ‘‘Bir motosiklet alacağım ve o bahçeye koyacağım, buradan da seyredeceğim’’ dedi. Hatta bahçede motosikletine yer bile beğendi. THY'de çalışan kızkardeşi Esra'nın Nice'e tayin edilmesine çok sevinmişti. Murat'la, Ela'yla oraya gidecekler, Güney Fransa'yı motorla dolaşacaktı. Güneş çoğalınca mutfağa geçtiler, kahve içerken Nietzsche ve Aristo'dan sözettiler. Saatler geçmişti. Birden sigaralarının bittiğini fark ettiler. Ah, doğumgünü olan 22 Nisan'a kadar bırakmaya söz verdiği o sigara! Bitmeseydi...
1972'de İstanbul'da doğmuş, dört yaşına kadar konuşamamıştı. Duygulu, sessiz ama meraklı bir çocuktu. Babası okumayı seven bir avukat olduğundan, ev kitaplarla doluydu. O ise ağzında süt dolu bir biberonla kitapları incelerdi hep. Dört yaşındayken bir gün, Kuran Kursu öğretmeni olan teyzesinin evine gittiler. Alt kattaki kütüphane odayı görünce bayıldı. ‘‘Ne olur burada yatalım’’ dedi annesine. Yattılar. Ama sabaha kadar, kütüphaneli odada altıma işeyeceğim diye gözünü uyku tutmadı.
Son sigarayı birlikte içip çıktılar. En yakın bakkalda hiç sigara yoktu. Bir başka bakkal, ‘‘Kısa Parliament var’’ dedi. Ömer, ‘‘Bir bakayım’’ deyip ‘‘Yok, çok kısa almayayım’’ diye ilk esprisini patlattı. O hep böyle yapar, herkesi canayakınlığı ve esprileriyle bağlardı zaten. Üçüncü bakkal, ‘‘Sabancı sigaralarının hiçbiri yok’’ cevabı verince ‘‘Aa Sabancı sigarayı bırakmış, bize de bıraktırmaya çalışıyor’’ yorumunu yaptı. Bağdat Caddesi'nde sigara buldular ve yürümeye başladılar. Saat 19.00 civarıydı.
Dört yaşındayken alfabeyi çözdü. 5,5 yaşına geldiğinde annesi ona iyi bir anaokulu ararken, Özel Kalamış İlkokulu, birinci sınıfa almayı teklif etti. Erkenden okula başladı. Her sabah köşedeki ayakkabıcıda ayakkabılarını boyatmadan asla içeri girmezdi. Büyüdükten sonra da hep süslü, bakımlı oldu, sürekli tip değiştirdi. ‘‘Ev hali’’ hiç olmadı, öyle ki evde de ayakkabı giyer, annesi itiraz edince de ‘‘Tamam her ayakkabıdan iki çift alacağım, birini evde giyeceğim’’ derdi.
Birer kahve daha içmek için bir kafeye girdiler. Bu sefer bardaki çocuğa taktı: ‘‘Sen burada sıkılmıyor musun, biraz da aşağıya insene, ama çok güzel kahve yapıyorsun!’’ Bir ara Ela geldi, onunla dışarı çıkıp özel konuştular, yeniden Murat'ın yanına döndü. Acıkmışlardı. Sucuk yemeye giderken, yoldaki çiçekçi çocuğu gördü. Yanına oturup konuşmaya başladı: ‘‘Sen burada üşümüyor musun?’’- Alıştım abi. Bir şeyler kokluyorum, insanlara bakıyorum. ‘‘Öyle şeyler koklayacağına, çiçekleri kokla.’’ - Artık kokularını almıyorum abi. ‘‘O zaman bir insanlara, bir de çiçeklere bak, çiçekler sana asla ‘Ne bakıyorsun?' demez.’’ İkbal’e gidip sucuklarını ısmarladıklarında, bir ekmek arası da çiçekçi çocuğa göndertti. Bir kilo da sucuğu çok seven annesi için aldı.
Tarabya Özel Dost Koleji'nden sonra annesinin zoruyla hiç çalışmadan girdiği üniversite sınavlarında, Trabzon İktisat, Uludağ İşletme, Marmara Matbaacılık gibi okulları kazandı, İngiltere'de, Amerika'da okullara yazıldı ama hiçbirini sürdürmedi. Okumak değil, iş hayatına atılmak istiyordu. Ailesi birinci sıradaydı onun için. ‘‘Yakınlarının başarısında payın olursa mutlu ol’’ diye yazmıştı bir kez. ‘‘Hayatta en güzel şey düşünmek/Daha da güzeli pozitif düşünmek’’ti onun için.
Sucukçudan çıktılar, yolda bir arkadaşına rastladı, evi arayıp kızkardeşi Esra'ya ‘‘Beş dakika sonra oradayım’’ dedi. Murat'a da gelmesini, ‘‘Rüzgar Gibi Geçti’’yi seyretmeyi önerdi. Saat 24.00'ü geçmişti. O sırada duydular gürültüleri. Mercedes'inden inmiş bir adam, bir taksiyi tekmeliyordu. Murat içinden, ‘‘Eyvah, hiç dayanamaz, Ömer şimdi müdahale edecek’’ diye geçirdi.
Dört yıldır Sanatevi Reklam Ajansı'nda metin yazarıydı. İnsanlara karşı olduğu gibi işine karşı da özveriliydi. Dolayısıyla onu hissedar yapan Filiz Peker ‘‘Bu devrin insanı olmadığını’’ düşünüyordu. Hak ve adalet için savaşan ve ‘‘kaderi bununla çizilen’’ iyi bir çocuk! Kızkardeşine sık sık öğütler verirdi: ‘‘Çok ruhsuzsun, insanları sev, toplumla ilgilen.’’ Arkadaşlar arasındaki kavgaları, sürekli espri yaparak yumuşatan hep oydu. Teyzesine, yaşlı kayınvalidesini hiç üzmemesi için yalvarırdı. Evlerine 13 yıl önce iki aylıkken gelen ve artık kardeşleri olan Melisa'yla saatlerce konuşur, onu gezdirirdi. İnşaat işleri de yapıyordu; ama işçilerin paralarını geciktirince çok dertlenirdi. Bir gün birini eve getirmiş, doğum yapacak karısı için alışverişler yapmış, ertesi gün de memleketine uçakla göndermişti. Ayağında problem olan berber çırağının filmlerini almış, ama bir doktora göstermeye fırsat bulamamıştı henüz. Defterinden bir not daha düştü: Hep daha yukarı, daha yükseğe/ ama yükseldikçe alçalma!
Herkes kavgayı seyrediyordu. Yalnızca Ömer ‘‘yapma!’’ diye bağırıp birkaç adım attı. Bunun üzerine Mercedes'li adam (Metin Kaya) küfürlerle üzerine yürüdü. Ömer'in sol elinde telefonu, sağ elinde sucuk torbası vardı. Bir tekme yedi, bir el ateş sesi duyuldu, yere düştü. Murat, ‘‘Yok, vurulmadı, numara yapıyor’’ diye düşündü o an. Şaka yapıyordu yine...
Annesi Hakime Hanım, Hakimoş'tu onun için. Şantiyeye giderken ‘‘Kremşantiye gidiyorum’’ derdi. Kankası Murat Baltalı ise ‘‘Karakardeş’’iydi. Dostları onu kırsalar da dostlarıydı; ‘‘Dost sen yokken de sana dostluk edendir!’’ diye yazmıştı, artık son yıllarda hep yanında gezdirdiği defterine. Güçlenecek, bireysel konuları değil toplumsal konuları yazacak; kitaba dönüştürüp patlatacaktı.
Hayır. Belki de ilk kez şaka yapmıyordu. Göğsü kan içindeydi. Murat, kendisine de silahını doğrultan adam(!)a ‘‘Sakin ol, arkadaşımı alıp gideceğim’’ dedi. Oysa Metin Kaya, ‘‘kalk lan’’ diyerek Ömer'i tekmelemekle meşguldü. Gaza basıp kaçarken, az daha ayağını eziyordu. Murat'ın yoldan aradığı hiç kimse inanamadı habere: ‘‘Ömer'i kim vurur’’du ki...
Arkadaşları, ölü evinde ağlamaları gerekirken sürekli gülüyor. Çünkü Ömer Faruk'tan bahsetmek, başka bir şeye yol açamıyor. O herkesi sevdi, düşündü, güldürdü.
İlkokulda sessiz ve öğretmenlere saygılı bir çocuktu. İlkokul öğretmeni Emine Hanım, onu tabutuna sarılıp ağlayarak uğurlayacaktı.
Kardeşi Esra ile aralarında bir yaş var. Aynı ilkokulda okudular ve birbirlerini çok kıskanacak kadar sevdiler.
Ela Gökkan, 10 yıldır sevgilisiydi. Zaman zaman kavga ve ayrılıklarla ara verilen ama yine de güçlü bir şekilde süren bir ilişkiydi bu. Her ne kadar arkadaşları Ömer için ‘‘profesyonel çapkın’’ dese ve kızlar etrafında dört dönse de Ela, ‘‘Karşılıklı güven vardı, son yıllarda en azından yapmadığını söylüyordu bana’’ diyor.
Askerliğini geçtiğimiz temmuzda bedelli olarak yaptı.
Onu tanıyanlar, anında sinirlendiğini, ardından hemen gönül almaya giriştiğini söylüyor. Küçük kardeş Melisa bile ‘‘Abimin kızgınlığı rüzgar gibi geçiyordu’’ diyor.
Basketbol, masa tenisi, yüzme sporlarını başarıyla yapan Ömer Faruk, son birkaç yıldır da dalmaya başlamıştı.
Kızkardeşi Esra evlenmeye karar verdiğinde Ömer çok mutlu olmuştu. Esra'ya göre ilk kez bir erkek arkadaşını seviyordu.
Tuğçe-Can Kepekli'nin 10 Aralık 98'deki nikahında şahitti. ‘‘Bu evlilik hiç bozulmayacak, çünkü şahidi benim’’ demişti. ‘‘Eşim askerdeyken beni arayan üç arkadaşımdan biri’’ diyor Tuğçe.