Siz sevilen bir yazar mısınız?
- Öyle tabii. Gerçi bunun bir terazisi, ölçüsü yok. Ama nereye gitsem, okuyucularımdan aldığım tepkiler genelde olumlu. Bugüne kadar hiç kimseden en ufak bir saygısızlık görmedim...
Meslekte ulaşmak istediğiniz hangi nokta kaldı?
- Kalmadı ki.
Ne yani, deniz bitti mi?
- Ne alakası var, denizde yüzmeye devam ediyorum. Ama ulaşacağım herhangi bir hedef kalmadı. Nefesin güçlü olduğu sürece o denizde yüzeceksin. O da senin görevin. Hürriyet gibi Türkiye'nin bir numaralı gazetesinde en çok okunan, en çok rağbet gören bir köşeyazarı olmuşsun, bundan sonrası artık idari görev. Genel yayın yönetmenliği, vesaire. Ama gazeteciliğe adım attığımdan beri benim idari bir görevde hiç gözüm olmadı.
Peki Başyazar olmak filan?
- Yok, zaten öyle bir ayrımı da kabul etmem. Kim başyazardır, kim değil o belli değil. Onlar ünvanlar. Önemli olan, insanlar seni okuyorlar mu, mesajlarını alıyor mu ve sana saygı duyuyor mu? Önemli olan budur.
Uzun zamandır aynı şeyi yapıyorsunuz, heyecanınızı kaybetmediğinizi nasıl söyleyebilirsiniz?
- Heyecanını kaybedersen gazeteciliğin biter. Ama bazen de kaybedersin. Sonuçta insanız hepimiz. Bazı yazılar olur, zorlamayla yazarsın.
Sizin yazılarınız da mı arada şişer?
- İtiraf edeyim, bazen olur. İçinden yazmak gelmez, zoraki yazarsın. Çünkü konu yoktur o gün. Ölü mevsimlerde, yazın filan biraz sıkışırız konu bulmakta. Ama yine de her yazını okunur hale getirmek senin yeteneğindir.
Peki o heyecanla yazdığınız yazıları, gazete basıldıktan sonra okuduğunuzda ne olur?
- Gazete bir gece önce gelir eve, sabırsızlıkla beklerim. Kendi yazımı tekrar tekrar okurum. İlk defa okuyormuş gibi.
GÜÇSÜZLERLE UĞRAŞMAM İyi bir haber geçti elinize. Biri bir ihbarda bulundu mesela ve doğruluğunu kanıtlayabiliyorsunuz. Bu heyecan ne ile kıyaslanabilir hayatta?
- Hiçbir şeyle!
Güzel bir kadınla filan...
- Hayır, hiç bir şeyle kıyaslanmaz. Asla! O muhteşem bir olaydır. Çünkü ertesi gün, o mesajı sen milyonlarca insana ileteceksin. Milyonlarca insan senin o mesajından etkilenecek. Yok böyle bir heyecan hayatta!
Yani iyi bir yazı kadar hiçbir şey sizi tahrik etmez hayatta?
- Tahrik değil, doyum sağlamaz.
Siz köşenizde herkesi yargılayabiliyorsunuz. Size gelen malzemeler biterse, köşeyazarlığınız biter mi?
- Bitmez. Çünkü malzemelerle değil kendi kafanla yapıyorsun bu işi.
Peki gazetecilik anlayışınızda zaman zaman suçsuz ve iyi insanları rahatsız etme tehlikesi yok mu?
- Bugüne kadar masum insanları rahatsız etmedim ki. Birisi de çıkıp desin ki sen şu şu masum insanı rahatsız ettin. Üzerine gittiklerimin tamamı Türkiye'yi bu duruma getirenler. Güçlülerle uğraşırım, güçsüzlerle değil. Bir de dini siyaset malzemesi yapanlarla, Türkiye'yi bölmeye çalışanlarla, hırsızla uğraşırım.
Çok okunuyorsunuz ama çok da korkuluyorsunuz...
- Korkanlar varsa, hırsız takımıdır, üç kağıtçı takımıdır.
Ama ben de sizden korkuyorum!
- Senin korkmana gerek yok. Normal bir insan benden niye korksun? Ben sadece bir haksızlığa uğradığım ya da birileri bir haksızlığa uğradığı zaman kaplan kesiliyorum.
Ya insanlar sizin yaptığınız tür yazarlıktan bir gün sıkılırsa...
- Çok iddialı söylüyorum, milyonlarca insan benim yaptığım gazetecilikten son derece memnun. Ki ben gelen mektupların hepsini saklarım, e-mail'leri bile yazıya döktürürüm...
DOĞRUDAN KAFA ATIYORUM Neden? ‘‘İnsanlar benden memnun’’u kanıtlamak için mi?
- Hayır, bunlar Türkiye'nin arşivi. Bütün yazılı mesajları Eskişehir Anadolu Üniversitesi'ne veriyorum, onlar kitap yapacaklar. Türkiye'nin dökümü var o mesajlarda. Ve bunu yapan başka bir yazar da yok.
Takılmış plak gibi hep aynı şeyleri yazıyor diyenlere verecek cevabınız nedir peki?
- Haksız bir eleştiri, gayet geniş bir yelpazede yazıyorum.
Yazılarınızdaki üslup özel olarak geliştirilmiş bir dil mi? Mesela Hakkı Devrim de eleştiriyor, ama daha dolaylı ve kibarca. Siz zaman zaman doğrudan kafa atıyorsunuz...
- Evet ben doğrudan kafa atıyorum. Çünkü dolaylı yollardan iş yapmayı sevmem. Konuşurken de paldır küldür aklıma gelen herşeyi söylüyorum. Tereddüt edeyim, ima yoluyla işi götüreyim benim yaradılışımda yok.
KELLE KOLTUKTA YAPTIK Zaman zaman memleketi arka plandan idare eden adam olduğunuzu düşündüğünüz oluyor mu?
- Arka plandan filan idare etmiyoruz.
Yani açık açık mı yapıyorsunuz?
- Yok canım, bizim işimiz memleket idare etmek filan değil. Tabii toplumu olumlu yönde etkiliyorum, bunu biliyorum. Açıkça söyleyeyim, eğer biz bir kaç kişi olmasaydık bu basında...
Kim o bir kaç kişi?
- İsim vermek istemiyorum.
Bir tanesi Uğur Mumcu. Öyle değil mi?
- Gayet tabii, biri Uğur... İşte biz bir kaç kişi olmasaydık, PKK'cısı, dincisi, entel takımı vesairesi bugün son derece etkin bir duruma gelirdi. Biz bunların önünü kestik.
Bir tür kahramansınız yani!
- Estağfurullah. Öyle bir şey yok. Ama kendi ülkeme karşı görevimi yaptığıma inanırım. PKK terörü devam ederken, pek çok anlı şanlı gazeteci Apo'yla görüşme kuyruğundaydı ve ‘‘Sayın Öcalan’’ diye hitap edip onunla konuştular. Biz bunların frenine bastırdık. Kelle koltukta yaptık bunları.
ÖZEL YAŞAMIM FARKLI Tam olarak siz kimdiniz?
- Biz, bir kaç gazeteci arkadaş... Birinin ismini verip, öbürünü vermezsen olmaz. Biz ülkemiz için yaptık bunları. Kavgadan hiç çekinmem, biri bana bulaşırsa üzerine takır takır giderim.
Peki bir kadın için düelloya yapabilir misiniz?
- Hayır yapmam. Hiçbir kadın için bunu yapmam.
Bütün bu eli sopalı ve testereli adam görüntüsünün altında başka bir Emin Çölaşan yok mu?
- Emin Çölaşan özel yaşamında yumuşak, düzgün, sakin, kimseyle kavga etmeyen, hoşgörülü, duygulu bir insandır. Sadece Türkiye'yi soyanlara, bölmeye çalışanlara karşıdır.
Sadece onlarla kavga ederken sertsiniz yani...
- Bazen sevdiğim insanlara karşı da sert olabilirim, o ayrı. Ama bu onları kırmaz, incitmez. Özel yaşamımla yazılarım farklı benim. Pek çok insan beni belki haklı olarak çok sert, acımasız biri zannediyor. Öyle değilim.
Duygusallığınıza dair hoş bir örnek verseniz...
- Duygusalım derken şunu kastediyorum. İnsanları korumak. Burada açıklanmaz tabii. Maddi ve manevi. Yani olay şudur: Güçlülere kılıç çekip, güçsüzleri savunmak...
Bir tür Zoro'sunuz yani.
- Onu bilmiyorum...
O da güçsüzlerin yanındadır...
- Evet, ben de öyleyim.
Hayattaki tek ölçünüz dürüstlük müdür?
- En önemli ölçülerimden biridir.
MUNİS AMA GERÇEKÇİYİM Sizin ‘‘O benim arkadaşım yamuk yapsa bile korururum’’ gibi bir ölçünüz yok yani.
- Yamuk olarak söylemiyorum ama çok sevdiğim insanları bile acımasızca eleştirmişimdir yazılarımda. Murat Karayalçın'ı mesela. Benim kardeşim gibidir. Ama Murat'ı başbakan yardımcılığı yaptığı dönemde acımasızca eleştirdim. Hatta bir ara küstü bana. Sonra, İstemihan Talay. O da sevdiğim bir arkadaşımdır, oğlunun belgeleri gelmişti, yayınladım. Teşvikiye Camii'nin arazisinde bir dondurmacı açmıştı. Kültür Bakanlığı'nın etkisinin de olduğu anlaşılıyordu, belgeliydi yazdım. Yazmasan olmaz. Ama bütün sevdiklerin ve yakınların için de oturup paldır küldür yazı yazamazsın. Sonuçta insansın. Bazı şeyleri görmezden gelebilirsin, çok doğaldır. Bunun tersini söyleyecek her hangi bir köşeyazarı da tanımıyorum. Varsa da yalan söylüyordur.
Sizin ölçülerinizi reddeden bütün diğer köşeyazarlarını defterden siliyor musunuz? Yoksa size rağmen usta ve iyi olduğunu düşündüğünüz yazarlar var mı?
- Gayet tabii iyi yazarlar var. İsim vermek gerekirse, İlhan Selçuk, Hasan Pulur. Başka genç arkadaşlarımız da var. Mesela bizim Ertuğrul Özkök'ü ben iyi bir yazar olarak görürüm. Yazıları etkilidir. Sedat Ergin iyidir. Fikirlerini reddetsem de önem verip okuduğum başka kişiler var.
Sizce siz aşağıdaki şıklardan hangisine giriyorsunuz? a) Dürüst ama saldırgan b) Munis ama gerçekçi c) Çalışkan ama yanlış anlaşılan e) Saldırgan ama haksız yere suçlanan
-Munis ama gerçekçi.
Dolduruşa geldiğim olmuştur Gazeteciler meslek hayatları boyunca ne tür görünmeyen sınavlardan geçiyor?
- Pek çok sınavdan. Bir dolu şey öğrenirsin. Ben hálá öğreniyorum mesela...
Bu kadar tecrübelisiniz. Ama hálá öğreniyorum diyorsunuz. Bir örnek verin. Hangi olayda ne öğrendiniz?
- Şöyle söyleyeyim, birisi seni dolduruşa getirebilir mesela.
Ama siz hiç dolduruşa gelecek biri gibi durmuyorsunuz!
- Mutlaka dolduruşa geldiğim de olmuştur. Ama bunu asgari düzeyde tutmaya çalışırım. Gelen bilgileri çok ciddi bir süzgeçten geçiririm. Çoğunlukla ihbarlar, imzasız mektuplarla gelir. Türk toplumunun huyudur maalesef. Bilgi doğrudur belki yine de kullanmam. Yarın öbür gün yanlış çıkar diye. Belgeler, e-mail'le, faksla, mektupla gelir.
Minik kuş mu getirir?
- Yok, o sadece bir simge. İmzasız ihbarlar dışında dolduruşun başka bir şekli de var: Tanıdığın biridir, muteber insandır, siyasetçidir, gelir senin yanına, başkalarına olan hıncı kini ya da siyasi görüş ayrılıkları nedeniyle sana bir şeyler verir. Resmen birilerini kötüler; orada artık senin gazetecilik deneyimlerin devreye girer. Sınavlar bunlar yani.
Peki siz bu sınavlarda hiç ikmale kalmadınız mı?
- Yok. Ama çok ufak tefek yanılgılarım olmuştur.
Bari bir hata söyleyin ki, onun da hatası varmış diye yazabileyim...
- Yıllar önce ODTÜ Rektörü için bir yazı yazmıştım. Meğer rektörleri karıştırmışım, kendisinden değil ama başkalarından tepki geldi, ama ben bu hatamı düzeltmedim. Sonra o insan vefat etti. Hálá bu olayın vicdan azabını çekerim. Her gün yazı yazıp, bu tür hatalara düşmemek mümkün değil. Elin mahkum.