Güncelleme Tarihi:
O zamanlar gençtik tabii. Aklımız bir karış havalardaydı. Hepimizin bir kalem arkadaşı vardı. Chat’leşemediğimiz için mektuplaşırdık. Benim de kız arkadaşım İngiltere’de yaşıyordu. Mektuplaşırken amacımız hem İngilizcemizi ilerletmek, hem de yurtdışındaki kız arkadaşımızla samimiyeti geliştirmekti…
Derken bir gün isteklerimiz amacını aştı ve onu Türkiye’ye davet ettim. Hayır filan der sanıyordum. Demedi, geldi… Bizimkileri nasıl ikna ettiğimi hatırlamıyorum ama kabullendiler ve artık birlikte gezmeye başladık. Zaten iki hafta kalacaktı. Onu rahmetli Salim Bayar’la tanıştırdım, Hakkı Öcal’la tanıştırdım. Yazıişleri müdürlerim kızla adeta röportaj yaptı… Sıra, okulunu bitirince ne olacaksın sorusuna geldi. Kız “İtfaiyeci olacağım.” Demesin mi? Kafamdan aşağı kaynar sular döküldü sanki…
Oradan nasıl kaçtığımızı sormayın… Ancak moralim fena halde bozulmuştu. Yani mühendislik idealleri olan bendenizin kız arkadaşı nasıl itfaiyeci olabilirdi ki. Hem böyle bir meslek var mıydı?
Neyse kız vaktinden iki gün önce gitti de rahatladım. Soğumuştum. Aradan bir sene geçti, kızdan bir mektup aldım. “Dünyanın en mutlu insanı benim, itfaiyeci oldum…” diyordu. Mektup o kadar uzundu ki, Mary boş zamanlarında tiyatroya gittiğini, tenis oynadığını ve bol bol kitap okuduğunu yazıyordu. Yani kendine göre çok eğleniyordu. Mutluydu… Yani bir hayat tarzı vardı, yaşamayı öğrenmişti…
Kendimi düşündüm… Onu yargıladım. Ne biçim eğleniyor bu, diye söylendim. Tenis oynuyormuş, kitap okuyormuş, tiyatroya gidiyormuş. Bunlar eğlence mi be!!! Bizde eğlence dediğin zaman, felekten bir gece çalmalı… Sabaha kadar içmeli, bütün paraları Leyla’ya basmalı, çıldırmalı… falan filan… Eğlence bu…
Ama yıllar sonra anladım ki itfaiyecilik çok güzel bir meslek… Kaportacılık, tornacılık harika bir iş… Önemli olan hem çalışmasını, hem de yaşamasını bilmek…
Galiba biz çocuklarımıza nasıl yaşayacaklarını öğretemedik. Sadece mühendislerin ve doktorların tenis oynayabileceğini, ata bineceğini, kitap okuyacağını, tiyatroya gideceğini, sinemaya gitmekten keyif alacaklarını sanıyorlar. İtfaiyecilerin, tornacıların, kaportacıların bunları yapması yasakmış gibi bir his var içlerinde…
Ve biz onlara sevmeyi öğretemedik… Meslekleri insanların güzelleştirdiğini anlatamadık. Çöpçülün ne kadar önemli olduğunu belletemedik. Ve bu meslekte çalışanların da isterlerse tenis oynayabileceklerini, tiyatroya gidebileceklerini, kitap okuyabileceklerini ve müzik dinleyebileceklerini de öğretemedik. Galiba biz yaşamayı bilmiyoruz… Ne dersiniz?