Güncelleme Tarihi:
Hayrettin Akpınar Bulgaristan Gümülcüne doğumlu. İlkokulu bitirdikten sonra babasının zoruyla saatçilik mesleğini öğrenmiş. Çünkü babası; “Dünyanın bin bir türlü hali var. Mutlaka oku ama ikinci mesleğini de öğren. Bu meslek senin altın bileziğin olur” diye öğütte bulunmuş. Sonra da onu bir saat ustasının yanına çırak olarak vermiş. Böylece saat tamirciliğine yönelen Akpınar o günleri şöyle anlatıyor: “Babam beni Gümülcüne’nin en iyi ustası olan Hafız Hüseyin Efendi’nin yanında işe başlattı. Geceleri ortaokula gidiyor, gündüzleri ustamın yanında çalışıyordum. Atölyedeki ilk iki ay, sadece ustamı izlemekle geçti. Önce bana sadece saat kayışlarının nasıl değiştirileceğini gösterdi. Daha sonra arka kapakların nasıl zedelemeden açılacağını ve cam değiştirme gibi ince işleri... Hassas malzemelerin cımbızlarla nasıl tutulması gerektiğini öğrenmekse yıllarımı aldı. İlk olarak masa saatlerini tamir ettim. Çünkü onların parçaları büyük ve tamiri daha kolay. Saatleri açıyor, ustamın bana söylediği arızalı parçaları çıkarıp yerine yenilerini takıyordum. Zaman içinde ustama sormadan hangi parçanın değişeceğini öğrenmek bana çok keyif vermişti. Artık saat dünyasının o gizemli derinliklerinde kaybolmuştum.”
TAMİRCİLİKTEN İTHALATÇILIĞA
Akpınar liseyi bitirdikten sonra saatçilik mesleğinde ilerlemeye karar vermiş ve ustasının yanında devam etmiş. Ancak 1976’da ailesi Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiş.
Bursa’ya geliş öyküsünü şöyle anlatıyor: “Türkiye’ye gelince hemen askere gittim. Askerden dönünce de bir dükkân açtım. Burada bir yıl saat tamiri ve ticareti yaptıktan sonra saat camı üretimi işine girdim. Günlük ortalama 5 bin saat camı üretip bunları iç pazara sunuyordum. 15 yıl bu işi yaptım. 1994’te bir ithalat şirketi kurarak yabancı markaların satışına başladım. Şimdi de tamamen Türk tasarımı olan SCR adlı saatleri üretiyorum.”
İLK SAATİM TAKASLA OLDU
Akpınar’ın koleksiyona başlaması da şirketini kurduğu ilk aylara denk geliyor. Komşu esnaftan biri 20’nci yüzyılın başlarından kalma gümüş kaplı, Longines marka bir cep saatini getirip yeni bir kol saatiyle değiştirmek istemiş. Yani ilk koleksiyon saati Akpınar’ın ayağına gelmiş bir anlamda. Sonra o saate âşık olmuş: “Bunu kesinlikle satmayacağım ve bunlardan bulursam alıp koleksiyon yapacağım diye yola çıktım. Ama şimdi zorlanıyorum çünkü eski cep saatlerinin dış yüzeyleri genellikle altın ve gümüş gibi değerli maddelerden oluştuğundan, çoğu saatçi bunları eritmeyi tercih ediyor. Pek çok saat işte bu yüzden yok olup gidiyor. Bu yüzden koleksiyonumu genişletemiyorum.”
SATMAYI AKLIMDAN BİLE GEÇİRMEM
Akpınar, üzerinde Oris damgası bulunan bir saatini anlatırken, “Bunu Oris’in yetkililerine gösterdim, çok şaşırdılar. 1904’te Osmanlı Sarayı için üretilen saat, kadranında tuğra deseni taşıyor. Oris’in kendi koleksiyonunda bile bulunmayan bu saatin bir diğer özelliğiyse kadranın üzerindeki rakamlar. Saatçilikte en sık kullanılan kadranlar Roma rakamlı, Arap rakamlı ve çizgilerden oluşturulan indeks rakamlı olanlardır. Türk rakamlı kadranlarda en belirleyici özellik 5 yerine 0’ın konulmuş olması. Bu saatte de Türk rakamları var” diyor gururla.
Ayrıca Roma rakamlı tasarımların standart ve çok bulunabilir oldukları için her zaman Türk rakamlı tasarımlardan daha ucuza satıldığını da söylüyor. Koleksiyonda, kadranı dışında farklı kullanımlara yönelik pedometreli (adım ölçer), müzik kutulu, görme engelliler için özel olarak yapılmış kabartma rakamlı ve karanlıkta da kolayca kullanılabilen tek bir kolla saati sesli olarak ileten tasarımlar da var. 300’ün üzerinde parçanın bulunduğu koleksiyonda gümüş, altın, mine işlemeli saatler, farklı kurma sistemleri, aksesuvarlar, saat yapımında kullanılan el aletleri, makineler bulunuyor. Koleksiyondaki saatlerin hepsi çalışır durumda. Saatlere değer biçmekse Akpınar açısından imkânsız.
MÜZE AÇACAĞIM
30 yılı aşkın bir sürede oluşturduğu koleksiyonu ‘Türk Saatçilik Müzesi’ adını vereceği bir müzede sergilemek istiyor Hayrettin Akpınar. “İsviçre’deki saat markalarının çoğunun binalarında müzeleri de var. Binalarda ayırdıkları özel alanlarda bunları sergiliyorlar. Herkes bana müzeyi neden kendi ofisimde açmadığımı soruyor. Bu bana göre biraz bencilce. Çünkü koleksiyonum çok değerli. Bu değerli parçaları sadece bizim ofisimize gelenlerin değil, herkesin görmesini istiyorum, İstanbul’da bir mekân arıyorum. Müze içinde kendi koleksiyonu dışında farklı koleksiyonların sergilenebileceği ve saatler üzerine çeşitli eğitimlerin verilebileceği genişlikte salonları olmalı” diyor.