Geçen hafta Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Nobel Akademisi ona niye bu ödülü verdiğini çok kısaca açıkladı: Kentinin melankolik ruhunu ararken kültürler arasındaki çatışma ve birleşmeninin yeni simgelerini keşfettiği için... Okuyacağınız parçalar Orhan Pamuk’un İstanbul adlı kitabından seçildi. Pamuk’u kalıpların dışında, yaptığı işle, yazısıyla tanımak, akademinin bahsettiği melankolik İstanbul’u bir kez daha keşfetmek için.
YAZAR OLACAĞIM BEN!
Beyoğlu’nun sokakları, karanlık köşeleri, kaçma isteği ve suçluluk duygularıyla kafamın içinde, neon lambaları gibi yanıp sönüyordu. Bazı öfke ve aşırı duyarlık anlarında hissettiğim gibi, şehrin bütün o sevdiğim yarı karanlık, yarı çekici, kirli ve kötücül sokakları içindeki kaçılacak ikinci dünyanın yerini çoktan almışlardı. Annemle o akşam aramızda bir kavga çıkmayacağını, az sonra kapıyı açıp beni teselli edecek sokaklara kaçacağımı ve uzun uzun yürüdükten sonra gece yarısı eve dönüp bu sokakların havasından ve kimyasından bir şeyler çıkarmak için masama oturacağımı biliyordum. "Ressam olmayacağım", dedim. "Yazar olacağım ben."
BEN DOĞDUĞUMDA
İSTANBULBen doğduğumda İstanbul, dünyadaki görece yeri bakımından iki bin yıllık tarihinin en zayıf, en yoksul, en ücra ve en yalıtılmış günlerini yaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkım duygusu, yoksulluk ve şehri kaplayan yıkıntıların verdiği hüzün, bütün hayatım boyunca İstanbul’u belirleyen şeyler oldu. Hayatım bu hüzünle savaşarak ya da onu, bütün İstanbullular gibi en sonunda benimseyerek geçti.
BABANNEME HER GİDİŞİMDE İÇİMDE BİR HÜZÜN UYANIRDI...Babamın ve amcamın iflasları, mal mülk paylaşımları ve annemle babamın kavgalarıyla büyük aile ve bizim küçük aile kenarından köşesinden çatlaklarla, kırıklarla ufalanarak fakirleşip yok olmaya doğru hızla giderken, babaannemin dairesini her ziyarete gidişimde içimde bir hüzün uyanırdı. Osmanlı Devleti’nin yıkımının İstanbul’a verdiği eziklik, kayıp ve hüzün duygusu bir başka bahaneyle ve biraz gecikmiş de olsa, en sonunda bizleri de bulmuştu.
Biz Nişantaşı’na konaklar yanıp, yıkılmaya başladığı zamanlarda gelmiştik
Her biri deli bir şehzade, afyonkeş bir saraylı, tavan arasına kilitlenen bir evlat, ihanete uğramış bir padişah kızı, sürgüne yollanmış ya da vurulmuş bir paşanın hikayesiyle ve Osmanlı Devleti’nin çürüyüp, dağılıp gitmesiyle aklımızda özdeşleşen bu yanık ve yıkık konaklar bizim apartmanda sessizlikle geçiştirilirdi. Bizler Nişantaşı’na, 1930’larda, bütün bu Osmanlı paşaları, şehzadeleri, yüksek memurları Cumhuriyet’le birlikte tasfiye edildikten sonra ve saray
yavrusu konaklar bakımsızlıktan boşalmaya, yanıp yıkılmaya başladığı zamanlarda gelmiştik.
Günlük hayatının kırık dökük, kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır İstanbul’un sırrı?
Büyük tarihinin yanında yaşayan yoksulluğu, dış etkilere o kadar açık olmasına karşın içine dönük mahalle hayatını bir sır gibi sürdürüyor oluşu, dışa dönük anıtsal ve doğal güzelliğinin arkasında günlük hayatının kırık dökük, kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır İstanbul’un sırrı? Ama bir şehrin genel nitelikleri, ruhu ya da özüne ilişkin her söz kendi hayatımız hakkında, daha çok da kendi ruhsal durumumuz hakkında dolaylı olarak konuşmaya dönüşür. Şehrin bizim kendimizden başka bir merkezi yoktur.
Batılılaşma çabası, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir banaBatılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: Tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi. Yerine güçlü, kuvvetli, yeni bir şey, Batılı ya da yerli, modern bir dünya kurulamadığı için bütün bu çaba daha çok geçmişi unutmaya yaradı; konakların yakılıp yıkılmasına, kültürün basitleştirilip güdükleştirilmesine, ev içlerinin yaşanmamış bir kültürün müzeleri gibi düzenlenmesine yol açtı. Yıllar sonra ağır ağır benim içime işleyecek bütün bu tuhaflığı ve hüznü, çocukluğumda bir sıkıntı ve kasvet olarak yaşadım.
İstanbul’u benim için İstanbul yapan
"akşamüstü siyah-beyaz" duygusu...
Tenha arka sokaklarda, beton apartmanlarla ahşap evlerin benim çocukluğumdaki kıvamını gösterdiği (sonra yavaş yavaş ahşap evler yıkıldı ve bana bir şekilde onların devamı gibi gelen apartmanlar aynı sokakta, aynı yerde, aynı duyguyu vermeye devam etti), sokak lambalarının soluk ışığı hiçbir şeyi aydınlatmadığı ve İstanbul’u benim için İstanbul yapan "akşamüstü siyah-beyaz" duygusunu çok iyi yansıttığı için Ara Güler’in bu fotoğrafı bazen aklıma gelir.
ZENGİN BİR BATI ŞEHRİNDEN KALKIP İSTANBUL’A GELMEK
Şehrin ayrılmaz bir parçası olan hüzün duygusunu vurgulayan ve İstanbullular tarafından bir kader gibi paylaşıldığı için, yeniden ve yeniden üretilen siyaz-beyaz havasını daha iyi anlamak için zengin bir Batı şehrinden İstanbul’a uçakla gelmek ve hemen kalabalık sokaklara dalmak ya da bir kış günü şehrin kalbi Galata Köprüsü’ne çıkıp kalabalıkların burada nasıl hep rengi fark edilmeyen, solgun, boz, gölgemsi elbiselerle dolaştığını görmek gerekir.
BOĞAZ HAREKETLİ BİR DENİZİN ÖZGÜRLÜK GÜCÜ
Boğaz’da gezmenin zevki, büyük, tarihi ve bakımsız şehrin içinde hareket ederken derin, güçlü ve hareketli bir denizin özgürlük ve gücünü içinizde hissetmektir. Boğaz’ın akıntılı sularında hızla ilerleyen yolcu, çok kalabalık bir şehrin kirinin, dumanının, gürültüsünün ortasında denizin gücünün kendisine geçtiğini, bütün bu kalabalığın, tarihin, yapıların içinde hálá bir başına ve özgür kalmanın mümkün olduğunu sezer.
BOĞAZ’DAN GEÇEN GEMİLERİ SAYMAK PEK ÇOK İSTANBULLUNUN HUYU
Boğaz’dan geçen gemileri saymanın yalnız benim bir tuhaflığım değil, her yaştan benzerim pek çok İstanbullunun huyu olduğunu, pek çoğumuzun günlük gidişat sırasında felaketlerin, ölümün, büyük altüst oluşların yaklaşıp yaklaşmadığını anlamak için pencereden, balkondan Boğaz’a şöyle bir bakış atıp gemileri saydığını, ben alışkanlığımı ve huzursuzluğumu başkalarıyla paylaşmaya başladığım zaman öğrendim.
MAHALLE TAKIMADALARINI
CİHANGİR’DE ÖĞRENDİM İLK KEZ
İstanbul’da bir mahalle hayatı olduğunu, şehrin kimsenin kimseyi tanımadığı bir yer, duvarlarla hayatları ayrılmış, ölenlerle bayram edenlerin birbirinden habersiz olduğu bir apartman daireleri anarşisi değil, herkesin uzak yakın birbirini bildiği bir mahalle takımadaları olduğunu, daha sonra bizim de (bizler gittikçe yoksullaşırken) taşınacağımız Cihangir’de öğrendim ilk.
TEŞVİKİYE CAMİİ’NDE
Evde kimseciklerin olmadığı bir öğleden sonra, hizmetçi kadın Esma Hanım, ibadet aşkından çok, evde canı sıkıldığı için kimseden izin almadan beni camiye götürdü. Teşvikiye Camii’nde, Nişantaşılı zenginlere hizmet eden hizmetçiler, aşçılar, kapıcılar ve arka sokaklardaki küçük dükkan sahiplerinden yirmi otuz kişilik bir kalabalık bir ibadet havasından çok, bir dayanışma ve arkadaşlık duygusuyla halılara oturmuş, namaz vaktini beklerken fısıltıyla dedikodu yapıyordu... Dinin yoksullara ait olduğunu bir kere daha öğrenmiş, ama gazetelerdeki karikatürlerin, evdeki Cumhuriyetçi havanın aksine dindarların zararsız kişiler olduklarına hükmetmiştim.
OKULDAN KAÇTIĞI YILLARDA
KEŞFETTİKLERİLise yıllarımda derslerden kaçarak Bebek’i, Ortaköy’ün arka sokaklarını, Rumelihisarı, Emirgan, İstinye vapur iskelelerini ve çevrelerindeki balıkçı kahvelerini, sandal çekme yerlerini, oralardan binilen vapurlarla gidilebilecek yerleri, Boğaz vapurlarına binmenin zevklerini, Boğaz köylerini, pencerede uyuklayan yaşlı teyzeleri, mutlu kedileri ve sabah kapıları kilitlenmeyen eski Rum evlerinin hálá görüldüğü arka sokakları keşfettim.
Batılı gözlemciler, İstanbul’da Batılı olmayan
"egzotik" şeyleri görüp yazmayı seviyor
Batılı gezginlerin İstanbul hakkında yazdıklarının asıl acı verici yanı, bazıları çok parlak yazarlar olan bu gözlemcilerin şehrin ve İstanbulluların özelliği diye abartarak sözünü ettikleri şeylerin, kısa bir süre sonra İstanbul’dan yok olduğunu fark etmektir. Çünkü Batılı gözlemciler, İstanbul’da Batılı olmayan "egzotik" şeyleri görüp yazmayı seviyor, şehre hakim olmaya çalışan Batılılaşmacı hareket de bu özellikleri, kurumları, gelenekleri Batılı olmaya engel oluyor diye kısa sürede dağıtıp yok ediyor.
Bütün bir şehrin, İstanbul’un
hüznünden söz etmeye çalışıyorum
Şimdi hüznü melankoliden ayıran şeye geliyoruz. Tek bir kişinin duyduğu melankoliye değil, milyonlarca kişinin ortaklaşa hissettiği o kara duyguya, hüzne yaklaşıyoruz. Bütün bir şehrin, İstanbul’un hüznünden söz etmeye çalışıyorum... İki kelime ve duygu arasındaki asıl fark, İstanbul’un Delhi’den ya da Sao Paulo’dan çok daha zengin olması değil, İstanbul’da geçmiş zaferlerin ve medeniyetlerin tarihinin ve kalıntılarının çok yakında olmasıdır. Ne kadar bakımsız, ilgiden yoksun ve beton yığınları arasına gömülmüş olurlarsa olsunlar şehrin yalnız büyük anıtsal camileri ve tarihi binaları değil, kenardaki köşedeki küçük kemerleri, çeşmeleri, mescitleri bile onlar arasında yaşayan milyonlarca kişiye bir büyük imparatorluktan artakalmış olduklarını acıyla duyurur.
TRAMVAYI SEVERDİM
1914’ten beri bizim sokaktan geçen, Maçka’yı, Nişantaşı’nı Taksim Meydanı’na, Tünel’e, Galata Köprüsü’ne şehrin bana o zamanlar başka bir ülke gibi gelen yoksul, eskimiş ve tarihi köşelerine ulaştıran tramvayı severdim. Erkenden yattığım geceler kulağıma hüzünlü bir müzik gibi gelen iniltisini, ahşap kaplı içini, şoför "mahalli" ile yolcu koltukları arasındaki sürgülü kapının çivit mavisi camını ve son durakta, biz annemle kalkış saatini beklerken, demir manivelalarla oynamama izin veren sürücüsünü...
KARIN ŞEHRE GETİRDİĞİ TELAŞ VE HATTA FELAKET HAVASINI SEVERİM
Kar çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekerek beklemeleri gibi, ben de çocukluğumda karın yağmasını beklerdim. Dışarıya sokaklara çıkıp karda oynayacağım için değil, kar altında şehir bana daha güzel gözüktüğü için. Bu güzellikten şehrin çamurunun, pisliğinin, çatlaklarının ve bakımsız yerlerinin örtülmesindeki yenilik ya da şaşırtıcılık duygusundan çok, karın şehre getirdiği telaş ve hatta felaket havasını kastediyorum.
Hayat o kadar berbat olamaz, diye düşünürüm bazen.
Ne de olsa, sonunda insan Boğaz’da bir yürüyüşe çıkabilir
1950’lerin sonunda, babamın ya da amcamın kullandığı 1952 model Dodge marka araba ile hava almak için bir Boğaz gezisine çıkmak pazar sabahlarını vazgeçilmez alışkanlığıydı. Bizler kaybolup giden bu Osmanlı kültürü için biraz kederlensek bile, Cumhuriyet’in yeni zenginlerinden olduğumuz için "Boğaziçi Medeniyeti" bize kayıp duygusu ve hüzünden çok büyük bir medeniyetin uzantısı olmanın gururunu ve teselli duygusunu verirdi. Boğaz’a her gidişte, mutlaka Emirgan’a uğranıp Çınaraltı kahvesinde kağıt helva yenilir, bir yerde, Bebek’te, Emirgan’da kıyı boyunca yürünür, Boğaz’dan geçen gemiler seyredilir, yolda annem arabayı durdurup bir saksı ya da iki iri lüfer alırdı..."Hayat o kadar berbat olamaz," diye düşünürüm bazen. "Ne de olsa, sonunda insan Boğaz’da bir yürüyüşe çıkabilir."
İSTANBUL, HÜZNÜ
GEÇİCİ BİR HASTALIK GİBİ YAŞAMAZ
Hüzün, dışarıdan bakan birinin değil, İstanbullunun kendi durumundan çıkarak geliştirdiği bir tepkidir. Klasik Osmanlı müziği, Türk pop müziği ve 1980’lerde gelişen ve arabesk denen müzik kendine acıma ile kederlenme arasında çeşitli incelik dereceleriyle gidip gelerek hep bu duyguyu açığa vurur. Şehre dışarıdan gelen Batılı, çoğu zaman ne bu hüznü ne de melankoliyi hisseder... Ama İstanbul, bu hüznü geçici bir hastalık ya da başımıza gelmiş kurtulunması gereken bir acı gibi değil, kendi seçtiği bir şey gibi taşır.