Güncelleme Tarihi:
Kayıplara karışan satıcılar-2
Yine sabahın alaca karanlığında, Fatih, Bayezid, Eminönü meydanlarına sıra sıra sehpalar kurulur; üstlerinde koca koca lengerler: kuskuscular. Feslerine yazma sarılı, poturlu moturlu, tepeden tırnağa kadar yağ içinde Safranbolulular, Çankırılılar, Boyabadlılardı.
(...) Pilavcıların berisinde yine sehpalar ve tablalar ve Anadolulular
‘‘Fodlaaaa!. Fodlaaa!’’ avazlarını basarlar.
Fodla, pide gibi ince, yayvan, en esmer ve karışık undan pişirilmiş bir nevi ekmek, daha doğrusu hamurdu. Medresede okuyan softalara, fakir fıkaraya imarethanelerden yiyecek olarak çorba ile beraber verilirdi. Sabahın ayacı işleyince köseleye döner, diş kesmezdi. Dediğim güruh 5 paraya bir fodla alır, 10 paraya da ortasına bir kepçe kuskus koydurur, gövdeye atıverirdi. Yenicami'nin arkası, yani şimdiki yeşillikli boşluk sıra sıra kahvelerle, kuşbaz dükkanlarıyla doluydu. Meydan pazar yeri, bin bir ayak, taşralı halkla mahşer. Yiyeceğe içeceğe, giyeceğe, kullanılacağa ait neler satılmaz. Her tarafı kaplayan uğultulara burada da başka nağmeler karışır:
On paraya bir tabak,
İnanmazsan ye de bak.
O da nedir derseniz, yazsa dondurma, kışsa mahallebi. Bunların, seyir yerlerinde, mahalle aralarında gezen Arnavutlar gibi beyaz patiska sarılı dondurma kutuları, boyalı saçtan cicili bicili tabaklığı yoktu. Mahallebi için de ne sehpaları, ne de tabakları dizecek resimli, çiçekli gözleri vardı. Hepsi doğma büyüme İstanbullu... Bellerinde salaşpurdan önlük, önlerinde çuval sarılı bir kutu ile yerde üç beş tabak, yahut tahta bir masa; kutuda dondurma, masanın üstünde teneke kaplarda mahallebi. Dondurmanın yalnız kaymaklısı; sütü, şekeri gayet kıtı, salebi bolu. Tabağa tepeleme doldurur, nişasta peltesi renginde durur. Mahallebinin sütünü hak getire, sade pirinç unlusu. Kutudan mablakla kesip şappadak avucuna alır, tabağa kor; yemeğe tuz eker gibi şeker serper veya cacığa zeytinyağı gezdirir gibi pekmez döker. (...) Köprü üstünde dilencinin de, satıcının da bini bir paraya. Ne antika şeyler görülür, ne yakası açılmadık tekerlemeler duyulurdu. Meselá hokkabaz kılıklının biri ötüp durur: ‘‘Uçmaz, kaçmaz, Üsküdar'a geçmez, on paraya bir bülbül.’’ ‘‘Canlı mı cansız mı? Yenir mi, yenmez mi? Filán memleketi bahşedeyim de söyle! demenize kalmadan bildireyim: Renk renk boyalı, ince uzun tenekeden, üstündeki ıvır zıvırı ileri geri çekince bülbül gibi öten bir düdük.’ (...) Sirkeci'nin Ali Efendi, süslü, Nefaset gibi lokantalarında; İştaysbruh ve İstasyon birahanelerinde; Halep, Meriç, Edirne kabili otellerin kahvelerinde arşın surat, ölü benizli, burunî, avurdu avurduna çökük, fakat kılık kıyafeti düzgünce bir burma bıyıklı mekik dokur, elinde camlı bir kutu, esanslar, lávantalar, bıyık kozmatiği, tarafı, cep aynası falan satardı.
(İstanbul Yazıları. İBBKİDBY. 1994)