Güncelleme Tarihi:
Şehrayin
Doğru dürüst manasını bile bilmiyorum. Edebiyat yapmıyorum. Sahiden bilmiyorum. Şöyle anlar gibi olmuyor değilim. Ama sanmam ki bu yazıya başlık koyacak kadar yetsin.
Meşaleler, fenerler, kestane fişekleri; mavi, yeşil, kırmızı yanan, yıldız yıldız dökülen -o, çocukların ellerinde döndüre döndüre salladıkları telden yapılmış, bir kısmı da güneş parlaklığında- magnezyumlu maytaplar, káğıttan bayrak, marş, mızıka, süslü araba, dizginine çevreler bağlanmış, at, fayton, izci, bahriyeli, Mehmetçik; donanmış daire...
Saydıklarım, usanıp da saymadıklarım bir yerden geliyor, hep bu kelimenin etrafını sarıyorlar, şu şehrayin kelimesini de hiç sevmem. Bayramları süslenmiş arabaları, kalabalığı.
İşte böyle bir gecede kendimi, fıçıları odalar kadar büyük olan bir meyhanede buldum. Bir fıçının başındaydım. Koyu lacivert bir şarap, fıçının zorla açabildiğim musluğundan parmak kalınlığında akıyordu. Eleni, oturduğum yerden gözükmüyordu, ama ben onu görüyordum. Orada şapkaları, pardösüleri bekliyordu. Bir Rumca şarkı, gitara sesi geliyordu. Eleni beyaz, incecik yüzlüydü. Dolgun kalçalarının yüzünde yaptığı aykırılık iliklerime kadar arzu veriyordu. Bir de bileklerine deli oluyordum. Kara önlüğünün bilek başlıkları sıkı sıkı, ince bir lastikle büzülmüş derisine yapışmıştı. Kalınca bileği vardı. Üzerinde seyrek, siyah, incecik, yumuşak kıllar...
Meyhaneden çıktım. Şimdi ahşap evlerin son ışıklarını seyir için kanapeye oturdum. Saat kim bilir kaçtı? Doğuda bir ışık vardı. Ortalık yalandan bir ağardı geçti.
Canım bir yağmur yağsın istiyor!..
Bütün kahveler, meyhaneler kapandı. Şehir, rüzgársız ağaçlar gibi serin bir sessizliğe gömüldü. Canım bir yağmur yağmasını istiyor. Gözümü, gönlümü ıslatacak bir yağmur.
Demin meyhanede bir adaya gitmiştim. İmroz muydu, Kıbrıs mıydı, Malta mıydı, Sakız mıydı? Sahilde motor beni bekliyordu. Deniz kestaneleri yemiştim. Üstüne mürekkep balığı çorbası içmiştim... Kapkaraydı çorbam. Fıçının musluğundan Eleni'nin bileği kalınlığında akan şarap, yine mosmordu. Parıl parıl yanan bir bıçakla beyaz bıyıklı bir adam, kıvırcık, sarı sakallı bir genci bıçaklamıştı. Benim bıyığımda dört tel beyaz vardı. Cephane yüklü motor açıkta, pat pat bekliyordu. Rıhtımda kızlar, keskin keskin ter kokuyordu. Şarap içerken o sıra, hiç olmazsa dostum, düşmanım vardı. Sokağa çıkınca, kimsem kalmamıştı. Hiç kimsem. Dost istemiyorum. Bir düşmanım olsaydı. Keşki bir tek düşmanım olsaydı da, onu, o cildi yumuşak, kokusu ekşimiş düşmanı düşünseydim. Yalınkat bir düşüncem olurdu. Bütün kahramanlıklarım uçmuştu. Düşmanımı boğazlayamazdım. Nerden içmiştim bu şarabı. Koltuk altımdaki saldırma beni sinirlendirmiyor, gıcıklamıyordu. Baktım, yerinde de yoktu.
Evet, bir yağmur yağsın istiyorum. Camlardan düşüncelerimizin resmini, haritasını çizerek aksın, şakır şakır dökülsün. Ayakkabılarımı elime alayım, paçalarımı sıvayayım. Sokaklardan:
Yağmur yağıyor / Seller akıyor / Arap kızı / Camdan bakıyor!
Şarkısını söyleyerek...
Ah! Şakır şakır, gönlüme bir yağmur yağsın da bak!
(Havuz Başı. Bilgi Yayınevi. 13. basım. 1995)