Güncelleme Tarihi:
Selâtin meyhaneleri
(...) Geç saatte Lânga'ya geldiğimiz vakit meyhanede birkaç kişi kalmıştı. Bir köşeye oturduk.
Biraz sonra çalgıcılar da geldiler, ada havaları çalmaya başladılar. Bir aralık patron, çalgıcılara birşey fısıldadı. Cemil beyi pek sever, huyunu hususunu bilir, kendisine hizmet ederdi. Yanımıza geldi ve bir parça çalması için yalvarmaya başladı. Cemil bey kemençesini hiçbir yerde bırakmaz, paltosunun sol iç cebinin yanındaki bir düğmeye, torbanın ağzından öyle iliştirirdi ki dışardan hiç belli olmazdı. Bunu bilen patron elini uzatıp kemençeyi işaret ediyor:
-Şu adamlara bir parçacık çal, sonra yine yerine koy!’’ diye yalvarıyordu.
Çalgıcılar da geldiler. İçlerinden biri eteğini öptü. Cemil bey, zaten sevdiği bu adamlara daha fazla dayanamazdı. İtina ve hevesle kemençesini çıkarırken onlar etrafımızı almışlardı. Kısa ve temiz bir akorddan ve bir iki dokunuştan sonra onların edasında, nikriz, arazbar, karcığar nağmeleriyle bir taksime girdi. Ondan sonra bir sirto kaptırdı ve başının hafif bir işaretiyle, lâvtacılar refakata başladılar.
Arkasından bir kleftiko, yine bir taksim, bir kalamatiano... Çalgıcılar, refakat ettikleri fesli efendinin adını kendi mütevazi çevrelerinde yıllardanberi duymuşlar, fakat bir anda ona bu kadar yakın bulunabileceklerini akıllarından bile geçirmemişlerdi. Yüzlerinde açıkça okunan hayran bir saadet duygusu kocaman Sakız lâvtalarında ihtiyatlı bir çoşkunluk halinde dökülüyordu. Eski meyhaneye bütün bir Ege folklorunun kıvrak ve aydınlık renklerini bir anda dolduran Cemil'in son yayında bir kıyamet koptu; bir ağızdan: ‘‘Yasu!’’ nidaları yükseldi. Hepsi ayakta idi. Cemil beyin kimi elini, kimi eteğini öpüyor, sonra birbirlerine sarılıyor, birbirlerini dinlemeden Türkçe, Rumca karışık bir sürü sevinç ve hayranlık cümleleri savuruyorlardı. Patron: ‘‘Benden keras!’’ dedi. Yerlerine oturdular, kadehler doldu. Cemil beyi Adalar denizinden beklenmedik bir zamanda karaya çıkmış bir yarı Tanrı gibi seyrediyorlardı. Arasıra içlerinden biri yerinden fırlıyor, gözlerini açarak, kollarını sallıyarak, göğsüne yumruklar vurarak kısa ve çoşkun bir nutuk veriyor, başka birisi, kocaman, renkli mendilini yüzüne kapamış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Kıyı meyhanesinden, karanlık sokağın denizi gizlice içine çekmiş, serin ve tuzlu havasına çıktığımız zaman kendimizi bu fakir, fakat gönlü zengin insanların samimi neşeleriyle dolmuş, hafiflemiş, rahatlamış hissettik. (...)
(Tanburi Cemil'in Hayatı. Sakarya Basımevi. 1947)