Güncelleme Tarihi:
Nerede başlıyor hikâyeniz?
- 29 Ocak 1965’te İstanbul’da. Ailem Selanik göçmeni. Baba tarafım Manastır Kocacık. Onun ailesi mübadeleden önce gelmiş, babam da İstanbul’da doğmuş. Anne tarafımsa Selanik Vodina. Bir mübadele çocuğuyum yani. Babamı küçük yaşta kaybettim. Galatasaray Lisesi’ne girdikten bir sene sonra. Biz üç kardeşiz. Dolayısıyla annemin üstünde oldu bütün bir hayat. Ailenin büyük çocuğu olarak hep annemin yanında, ona destek olarak yaşamaya çalıştım.
Organizasyon yeteneğinin temelini o yıllarda aramak lazım...
- Muhtemelen. Çünkü 12 yaşındaydım babam vefat ettiğinde. Annem de çok genç, 37’ydi. Yolunda giden bir yaşamın varken her şey bir anda altüst olabiliyor. Bu yüzden biz sürekli kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir aile olduk. Sanata ilgimse, bir klişedir, lise yıllarında başladı. Hem Galatasaray Lisesi hem de Boğaziçi Üniversitesi’nde kültür ve tiyatro kulüplerine üyeydim.
Aile destekliyordu herhalde.
- Yok! Dans ve tiyatroya gönül verdim diye eleştirildim. “Bırak artık hoplayıp zıplamayı. İki yabancı dilin var, başka alana yönel” dediler. Ben de Boğaziçi Üniversitesi’ne gittim. Orada sosyal faaliyet yoğundu.
Hangi bölüm?
- Hikâyem ilginç. Liseden edebiyat mezunuyum. Boğaziçi’nde biyolojiye girdim. İki sene sonra kulüp çalışmalarıyla yürümedi. Çünkü her akşam prova vardı. Dersler çok ağırdı, benimse temelim yoktu. Sonra sosyolojiye geçtim.
Üniversitenin tiyatro kulübünden çok önemli isimler çıktı. Size neler kattı kulüp?
- Dans kulübündeydim. Tiyatro kulübüyle ortak çalışmalara başladık. Mezun olduktan sonra da devam ettik. O dönemki rektörümüz Prof. Dr. Ergün Toğrol dedi ki “Bunun İngiltere’de bir örneği var, yarı profesyonel tiyatrolar.” Yani mezun oldukları okula bağlı çalışan genç gruplar. Gündüz kendi işlerini, akşam okulun çalışma salonunda prova yaparlar.
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun kuruluşunu mu anlatıyorsunuz?
- Evet, bu şekilde kuruldu BGST. Ben de oradaydım. Yaklaşık 10 yıl sürdü. Bu arada üniversiteden mezun olunca evlendim, 26 yaşında. Hamile kaldığımda yüksek lisans yapıyordum. Tezimi doğumdan sonra verdim. Doktorada iki bölümü kazandım. Biri kendi bölümümde, Atatürk İlkeleri ve Cumhuriyet Tarihi, diğeri İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji. İkisinin derslerini de çılgın gibi takip ettim üç aylık bebekle. Sonra birini tercih etmem gerekti. Sosyolojide Cumhuriyet dönemi dans tarihi üzerine tez yazdım.
Hamile olduğunuz dönemde de tiyatro çalışmaları sürüyor muydu?
- Evet. Doğumdan altı ay sonra da bir gösteriye çıktım Tiyatro Boğaziçi’nde. Eski eşim de Bilsak Tiyatro Atölyesi’nin oyuncularındandı, yönetmendi de. Dolayısıyla bebek büyürken hem benim hem de onun provaları sürüyor, arada kalıyorduk. Akademik kariyer yaparken, sahneden uzak kalmadım.
Sahnenin yanı sıra, gazetecilik geçmişiniz de varmış. Nasıl yöneldiniz?
- Evlendiğimde para kazanmam gerekiyordu. Bir ilanda çevirmen aranıyordu. Babadan kalma daktiloda yazdım başvurumu. Bir hafta sonra Tevfik Yener’le çalışmaya başladım. Dört sene sürdü. Ama kültür sanat daha çekiciydi. Takvim gazetesinde dış haberlere çeviri yaparken Yeniyüzyıl’a da röportaj yaptım. Özellikle dans ve tiyatro topluluklarıyla röportaj yapıyordum. Böylece vakıf, hayatıma girdi. Sonra risk alıp 2003’te Lozan Vidy Tiyatrosu’nda staj için istifa ettim. 2004’te prodüksiyonunu Heiner Goebbels’in yaptığı ‘Eraritjaritjaka’ oyunu için yönetmen asistanlığı yaptım. Bitince İstanbul’a döndüm.
Dikmen Gürün’le tanışıklığınız ne zamana dayanıyor?
- Lozan’dan döndüğümde dört ay işsizdim. Fransızlara Türkçe dersi veriyor, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde dersler veriyordum ama dışarıdan. Sonunda Dikmen Hoca aradı. Zaten hep iletişimdeydik. Üniversiteden hocamdı. Doktora tezimde de jüri üyesiydi. Oradan biliyordu beni. Lozan’dayken de “Hocam ben dönüyorum” demiştim. O da “Gelince konuşuruz” demişti. Hatta hiç unutmam, 14 Şubat’ta İKSV’de Tiyatro Festivali Direktör Yardımcısı oldum.
O günden bugüne neler yaptınız festival bünyesinde. Sekiz yılda neler değişti?
- Çok şey öğrendim. Çok güzel projelere imza attık beraber. İstanbul’da festival yapmak kolay değil. Festival mekânları olmayan bir şehir. Başka şehirlere gittiğinizde en azından bir ya da iki semtte tiyatro mekânı görülüyor. Ama burada özellikle Atatürk Kültür Merkezi kapandıktan sonra çok sınırlı alanlarda festival düzenlemeye çalışıyoruz. Zor şartlarda yani. Artık sponsorluklarla destek alan festivaller yapılıyor. Yanlış bir kanı var. “Nasıl olsa para alıyorsunuzdur” diye. Ama öyle bir şey yok. Tiyatro festivali olarak daha az sponsor buluruz. Genç nesil de herhalde tiyatroyla pek ilgilenmiyor.