İstanbul Film Festivali’nin gizli kahramanı HÜLYA UÇANSU

Güncelleme Tarihi:

İstanbul Film Festivali’nin gizli kahramanı HÜLYA UÇANSU
Oluşturulma Tarihi: Nisan 02, 2006 00:006dk okuma

Saçlarını tepeden toplamış, babasının Bandırma’daki iki sineması arasında koşturup, bir duvardan diğerine atlarken görseydiniz onu, ne kadar cingöz ve haylaz bir kız, derdiniz. İstanbul’un en iyi okullarında okuyup, İstanbul Film Festivali’nin yaratıcılarından biri olacağını, Elia Kazan, Harvey Keitel ya da Sophia Loren’i ağırlayacağını tahmin edemezdiniz.

Hülya Uçansu kültür hayatımızın gizli kahramanlarından. 25 yılda 2.2 milyon kişiyi sinemayla buluşturan İstanbul Film Festivali’nin yönetmeni. 25 yıldan sonra bayrağı devretmeye hazırlanıyor. Yani bu yıl onun için son. İşte programlarını çalıştığımız, biletlerini kapıştığımız, dünyanın belli başlı film festivalleri arasına giren etkinliğin arkasındaki isim ve öyküsü...

1950’de güneşli ve neşeli bir kıyı kasabasında, Bandırma’da, iki katlı ve bahçeli bir evde doğdu. Baba Selim Ozar ticaretle uğraşıyordu. Kasabanın çeşitli yerlerindeki büyük dükkanlarında beyaz eşya satardı. Ayrıca biri kapalı, diğeri yazlık, iki sineması vardı. Uçansu’nun sinemayla ilişkisinin başladığı yer bu sinemalardı.

Ozarlar’ın evine alışılmadık bir düzen ve denge hakimdi. Selim Bey dünyanın en pamuk yürekli insanıydı. Çocuklarına çok düşkündü. Evdeki otorite, sertlik ve mesafe, anne Necla Hanım’daydı. Baba sabahın 9’unda dükkanına gider, akşam 7’de eve gelirdi. Boş zamanlarında resim yapan sakin bir adamdı. Bütün Bandırmalı kadınların genel özelliği olduğu üzere çok iyi yemek yapan Necla Hanım ise tam tersi. Sürekli mekan değiştirme ihtiyacı hisseder, gittiği zaman dönmek, döndüğü zaman ise gitmek isterdi.

Hareketlilik bakımından Hülya annesine çekmişti. Buna haylazlık da diyebiliriz. Hatta bir keresinde doğumunu yaptıran Ebe Şefika, annesi Necla’ya "Evladım doğurtmadığım çocuk kalmadı. Seninki gibi düz duvara tırmananını hiç görmedim" demişti. Hülya’dan üç yıl sonra doğan Melda’nın usluluğunun aileye huzur getirdiği söylenirdi.

ÖNCE ANNE, SONRARAHİBE DİSİPLİNİ

Bandırma’nın en iyi ilkokuluna yazdırdı annesi onu. Bugün tanınmış bir hukuk profesörü olan sıra arkadaşı Haluk Burcuoğlu’yla beraber okulun medarı iftiharı olarak mezun olduğunda annesi hayat planını çizmişti. Baba baskısı nedeniyle ortaokuldan ayrılan Necla Hanım, kızı için "Bu çocuk İstanbul’da okuyacak" demişti.

Hülya’yı sınavlara soktu. Üsküdar Amerikan ve Avusturya Lisesi’ni kazanan kızını bir dostunun "Böyle disiplinli okul bulamazsın" tavsiyesi üzerine Avusturya Lisesi’ne yatılı kaydettirdi. Baba, Hülya’nın ondan uzakta okuması fikrine çok zor alıştı. Derdinden yataklara düştü ama Necla Hanım’a hayır demenin imkanı yoktu. Kabullendi.

11 yaşındaki küçük kasaba kızı kendisini bir anda Yeniköy’de buldu. Okul, kendilerini Tanrı aşkına adayan rahibeler tarafından yönetilen büyük, soğuk, mermer ve üşütücü bir binadaydı. İyi eğitim alıyor, sistemli çalışmayı, zorluklara karşı koymayı öğreniyordu.

Annesi Necla Hanım’ın disiplininden sonra rahibelerin kuralları hafif gelmişti. Alışmıştı ama canı da sıkılmıyor değildi. Bir sevgi ve neşe ortamından söz etmek mümkün değildi.

Ortaokuldan sonra sınava girip bugünkü Robert, o zamanki Arnavutköy Amerikan Kız Lisesi’ne geçti. Yeni okul cennet gibi geldi. O dönemde hayatının aşkı, bugünkü eşi Ali Uçansu’yla flört etmeye başladı. Ali Bey’in babası, 1950’lerde Bandırma’da belediye başkanlığı yapmıştı. O sırada aileler tanışmıştı. Bir gün İstanbul’da tekrar karşılaştıklarında çocuklar için bunun anlamı başkaydı.

21 yaşında liseden mezun olduğunda "Ay yeter bu okumak, ben bir sürü şey biliyorum. Üniversiteye ne gerek var" diye düşünüyordu. Topağacı’nda çocukları evlendiği için evinin tek odasını kiraya veren Hayriye Teyze’nin evinde kalmaya başladı.

Bir yıl Care adlı bir Amerikan yardım teşkilatında, bir yıl da bir müteahhitlik firmasında çalıştı. Aman ne kadar sıkıcı işlerdi bunlar! Bu sırada diş hekimliğini bitiren ve çalışmaya başlayan Ali Uçansu onun bu sıkıntısını fark etmişti. Şöyle dedi bir gün: "Sana öğrencilik ne kadar yakışacak, keşke üniversiteye başlasan..."

Biraz aşkın gücüyle biraz da sözün haklılığıyla üniversite sınavına girdi, tek tercih yaptı ve kazandı: İngiliz dili ve edebiyatı. Hocası Cevat Çapan’ın deyişiyle İngiliz filolojisi o sırada altın yıllarını yaşıyordu. Mina Urgan, Murat Belge, Berna Moran, Akşit Göktürk gibi isimler ders veriyordu.

İkinci sınıfın sonunda, 16 Nisan 1975’te Ali Uçansu’yla evlendi. Son sınıfta kızı Selva’ya hamileydi.

HAMİLE HAMİLE MİTİNGLERE KATILDI

Terörün yükseldiği, 1980 öncesi yıllardı. Edebiyat fakültesi ülkücülerin kontrolündeydi. Hülya Uçansu’nun net bir politik görüşü yoktu ama sosyal demokrat eğilimliydi. Derslerden çıkarılıp, hamile haliyle zorla Eminönü’ne yürüyüşlere götürülürdü. Her sabah karı-koca kavga ederlerdi. Ali Bey onun okula gitmesini can sağlığı bakımından tehlikeli bulurdu, o ise Avusturya disipliniyle her gün okula gitmekten vazgeçmezdi. Dönüşte mutlaka eşini arar "Eve geldim" derdi.

Aynı yıl yeni mevsimin programını almak için Taksim’deki Sinematek’e uğradı. Aslına bakarsanız yaşamını değiştiren o gün oldu: 17 Eylül 1975.

Girişte yüzü ve sesi aşina olan bir bey "Merhaba hoşgeldin, bu yıl onuncu yaşımızı kutlayacağız bizimle yarım gün çalışır mısın" dedi. Konuşan Onat Kutlar’dı. Teklifi kabul etti. Ama bir yandan okul, bir yandan yeni evlilik, ev işleri, çocuk, bir de Sinematek’in kontrol altına alınamayan dağınıklığı... Bu tempoya fazla dayanamadı. Ayrıldı ama çok köklü dostluklar kurmuştu.

Bir yıl Antalya ve bir yıl da Balkan Film Festivali için Vecdi Sayar ve Onat Kutlar’la çalıştı. 1979’da Ahmet Taner Kışlalı’nın Kültür Bakanı olduğu dönemde İstanbul Film Yapım ve Gösterim Merkezi’ni kurdular. Ama 12 Eylül’den sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerine tayinleri çıkınca istifa ettiler.

HÜLYA TUVALETE GİTTİ BİZ NELER YAPTIK

1982’de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın yönetim kuruluna giren Onat Kutlar, film festivalini düzenlemek üzere Hülya Uçansu’yu davet etti. Hayatını şenliğe dönüştürecek büyük macera 1 Şubat 1983’te böyle başladı.

30 Aralık 1994’e kadar vakıfta hocam dediği Kutlar’la çalıştı. Ta ki Kutlar, o gün The Marmara Oteli’nin pastanesine konan bir bomba yüzünden ölene kadar... Kutlar’ın ölümünün ardından Uçansu artık bu yolda tek başınaydı.

Festivalin kuruluş yıllarında Hülya Uçansu için deyim yerindeyse dehşet ve panik günleri yaşanıyordu. Öncelikle kendini kabul ettirmesi gerekiyordu. Örneğin festivalin danışma kurulu toplantılarından birinde, şöyle bir olay yaşanmıştı: Uçansu 5 dakikalığına ihtiyaç molası verip toplantıdan ayrıldığında aralarında Şakir Eczacıbaşı’nın da bulunduğu erkeklerden oluşan kurul festivale bir yarışma sokmaya karar vermiş, hatta verilecek ödülün adını bile bulmuşlardı. Altın Lale! Uçansu toplantıya döndüğünde biraz kızmış, biraz şaşırmış ama kararın yerindeliği nedeniyle pek ses çıkarmamıştı. Zaten ses çıkarsa da bir şey değiştiremezdi. Yıllar yılı Şakir Bey’in "Hülya bir tuvalete gitti, biz neler yaptık" diye keyiflenerek anlattığı hikaye olarak kaldı bu olay.

Festival, ilk yılların acemiliğini kısa sürede attı, Vecdi Sayar’ın da sayesinde yurtdışındaki festivallerin standardını yakaladı. Sinema salonları dolup taşarken, perde arkasında Uçansu’ya soğuk terler döktüren sayısız aksilik yaşanıyordu: Kaybolan bobinler, kötü çeviriler, bozuk sesler, Bolognini’nin dramatik filmi Kamelyalı Kadın’ı aksanıyla komediye dönüştüren çevirmenler...

Uzun uğraşlardan sonra Emir Kusturica’nın Çingeler Zamanı’nı getirdiklerinde olay olmuştu. Üç seansın da biletleri tükenmişti tükenmesine de bir sorun vardı. Filmde İngilizce altyazı yoktu. Sırpça bilen çevirmen bulundu ama durum umutsuzdu çünkü film Çingene dilindeydi. Durumu kurtarmanın o saatten sonra imkanı yoktu. Seanslardan sonra olayı olduğu gibi seyirciye anlattılar. Anlayışla karşıladı seyirci.

ADI OLMAYAN FİLMİN KONŞİMENTOSU

Hülya Hanım’ın mükemmeliyetçiliği ve dolayısıyla panik hali, çevresindeki herkese geçiyordu bu arada. Bir keresinde "Filmin Adı Yok" adlı Yugoslav filmi gümrüğe gelmişti. Gümrükçü telefonla onlara filmin adını sorduğunda Hülya Hanım’ın yardımcısı "Filmin Adı Yok" diye cevap verdi. Gümrükçü müthiş bir dehşete kapıldı: "Evyah! Filmin adı yoksa ben şimdi onun konşimentosunu nasıl bulurum?"

Uçansu, 1993’e kadar altyapısı zayıf koşullarda, geceli gündüzlü çalıştı festival için. Özellikle festival öncesindeki üç ay eve doğru düzgün uğrayamıyordu. Böyle zamanlarda kayınvalide Latife Hanım ve kayınpeder Kamil Bey bavullarını toplayıp gelirlerdi. Hem torun Selva’ya hem de gelin Hülya’ya bakmak için.

O günler artık geride kaldı. Festival, dünya sinemasına yön veren yönetmenlerin yanı sıra artık çok ünlü oyuncuları da ağırlar oldu. Michelangelo Antonioni, Elia Kazan, Istvan Szabo, Carlos Saura, Bertrand Blier, Bertrand Tavernier, Peter Greenaway, Jerry Schatzberg, Theo Angelopoulos, Robert Wise, Claude Sautet, Sophia Loren, Abbas Kiarostami, Jane Campion ve Harvey Keitel geldi. Gerard Depardieu yolda.

Uçansu, 25 yıldır aynı istek ve disiplinle işine koşuyor her sabah. İstanbul’un en sevdiği etkinliklerden birini, film festivalini hazırlıyor. İtalya’da takı tasarımcılığı yapan kızının armağanı takıları takıyor önemli günlerde. Uğur getiriyor çünkü. Bir de vakit buldukça Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelip "Biz de sinema günü yapmak istiyoruz" diyenlere bütün sabrıyla tecrübelerini aktarıyor.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!