Kültür sosyoloğu, Ayasofya Müzesi Başkanı ve “İstanbul’da Yaşama Sanatı” adlı kitabın yazarı Doç. Dr. Halûk Dursun, şehrin ilkbaharını yazdı.
ÇİÇEKLER
Lale Emirgan’da coşarİstanbul’un bahar müjdecileri sadece kuşlar değildir. Hayvanat dışında esas nebatat, yani bitkiler baharın habercisidir. Hangileri mi? Gelin çiçeklenme sırasına göre şöyle bir dizelim onları: Ormanlarda, kırlarda kardelenlerle başlayan, çiğdemle süren, özellikle dere kıyılarında çuha çiçekleri, bataklık nergisleriyle devam eden bir süreçtir bu. Hareketlenme kırmızı gelincikler ve sarı hardal çiçekleriyle sürer.
Evlerin bahçelerindeki sümbül ilk haberini verir baharın. Kırlarda yabani sümbüller, Arap sümbülleri, aksoğanlar, papatyalar katılır onlara.
“Yine göm gök tere batmış, çıka geldi çemene
Nev bahar erdi diye müjdeler verdi sümbül”
Sümbülden sonra lale, daha bir şehirli, hatta daha bir saraylı olarak sıraya girer. Eski İstanbul’da bahçelerde başlayan lale yetiştirme merakı son yıllarda parklara, korulara yayılmıştır. Özellikle Emirgan’da, Göztepe’de, Yedikule’de belediyenin,
Fenerbahçe’de Turing’in parklarında İstanbullular lale seyrine çıkabilir.
Laleden sonra da artık meydan uzun bir süre güle bırakılır. Gül devri “ayş eyyamıdır, zevk-u sefa hemgamıdır” yani artık kırlarda yeme içme, mesire yani piknik dönemi başlar. Şakayık nicedir unutulup gitmiştir İstanbul’umuzda. Tıpkı kokulu şebboylar, karanfiller ve de özellikle kokulu beyaz mis zambaklar gibi.
AĞAÇLAR
Erguvan şölenini Çengelköy’le Vaniköy arasında izleyin Mart ortalarında, Anadolu Yakası’nda Maltepe sahillerinde, Süreyya Paşa’ya doğru sırtlarda ve adalarda mimozalar “bahar geldi” diye çığlıklar atar. Aslında, mimoza değil, bir akasya türüdür bu ağaç. Kıbrıs, Girit, Ege adalarında çokça bulunur.
İstanbul’da ve Boğaziçi’nde baharın en büyük habercisi ise erguvandır. Hıristiyanlığın meşhur Yahuda ağacı... Hz. İsa’yı ihbar edip yakalanmasına, çarmıha gerilmesine sebep olan müridi Yahuda, sonradan pişman olur. Kendisini beyaz çiçekli bir ağaca asar. Utancından kıpkırmızı kesilip erguvana dönüşen ağaç, bu tarihi olaydan alır diğer ismini.
Erguvanlar, nisan ortalarında önce İzmit Körfezi’nin güney sahillerinde, Hereke çevresinde çiçeklenir. Yavaş yavaş, yalı yalı, sahil boyunca İstanbul’a yaklaşır. Fenerbahçe burnundan İstanbul’a göz kırpar. Yahya Kemal “Dün Fenerbahçe’de gördüm iri bir zümrüt içindeydi bahar” derken boşuna şiir yazmamıştır. İstanbul’un en güzel erguvan parklarından birisidir Fenerbahçe.
Sonra Fethi Paşa’dan, Papaz Korusu’na yayılır erguvan çiçekleri. Karşıya Cemalettin Efendi Korusu’na geçer, Ortaköy sahilinden Bebek üzerlerinden Rumelihisarı’na ulaşır. Boğaziçi’ni kaplar. Anadolu Yakası’nda en hoşlandığı yerlerden birisi Çengelköy, Vaniköy arasıdır.
Erguvanla birlikte Boğaziçi bahçelerini mis kokulu leylaklar doldurur. O erguvan gibi kendiliğinden, hüda-i nabit çıkmaz.Dikilmesi, budanması, bakılması lazımdır. İşte o zaman coşar. Bahar akşamlarında İstanbul’un vazgeçilmez kokusudur leylak. Taa ki filbahri kendisini bastırana kadar. Bu ikisine de galebe çalabilen sadece hanımeli ve yasemindir. Ama onların faslı gelene kadar çoktan bahar bitmiştir.
İstanbul ve Boğaziçi’nin konaklarının, köşklerinin ve yalılarının en dekoratif, en göz alıcı, en dikkat çekici çiçeklerinden, daha doğrusu sarmaşık ve ağaç karışımı bir çiçekten bahsetmeden olmaz. Bu eski İstanbulluların tabiriyle, yani İstanbul ağzıyla “salkım” çiçeğidir. Daha çok mor renkte olmasından dolayı mor salkım olarak da bilinir. Hâlbuki birkaç rengi bulunur; beyaz, sarı ve mor. Hepsi de sarmaşık olarak başlayıp, gittikçe kalınlaşır ve neredeyse bir büyük ağaca dönüşerek; bahçe duvarlarına, balkon kenarlarına, oluklara tırmanarak çatıya kadar yükselir. Sarmaşık kelimesi zaten “ışk” yani aşk kökünden gelir, dolayısıyla sarılarak aşk yapan bir çiçektir. Bu sarılmanın, yani bu aşkın en güzel görüntüsü ağaçlarla beraberken ortaya çıkar. İstanbul baharlarında çok az kişinin bildiği, fark ettiği, görebildiği bu aşk ilişkisi servi ağacıyla ilahi bir misyon ve mesaja dönüşür. Servi eski kültürümüzde Elif harfinin, yani Allah’ın karşılığıdır. Mor salkım eski inanca göre, serviye sarılarak ilahi bir aşka dönüşmüş olmanın görüntüsünü yansıtır. Serviyle olan mistik ilişkisi dışında mor salkım, zaman zaman kırmızı çiçekli at kestaneleriyle, erguvanlarla, pavlonyalarla sarılarak, içi içe geçerek mükemmel bir renk cümbüşü sunar baharda İstanbullara.
Yalıların, sarayların bahçelerinde manolyanın yaprağından önce çiçeği açan bir türü belirir. İstanbullu ona Saray Lalesi adını verir. Ve bundan sonra artık bahar çiçek açmış defneler İstanbul’a göçmen gelmiş pavlonyalarla yalı bahçelerine, at kestaneleri ve ıhlamurlarla da İstanbul’un meydanlara kadar iner. İstanbullu’ya sesini daha bir gür, daha bir yüksekten duyurur.
İstanbul’un öyledir baharı... Bir aşk oluverir aşinalık. Ve ondan sonra en güzelini şarkılar söyler: “Bahar oldu güzel evde durulmaz / Bu mevsimde Çemenzar’a doyulmaz...”
KUŞLAR
Bülbülün sahnesi Göksuİstanbul’a baharın gelmekte olduğunun ilk habercisi çaylak kuşudur. Tarihi şehrin eski sakinlerine baharın ilk müjdesini verir. 1960’ların sonuna kadar Beyoğlu’nda çaylak yaşadığını
Galatasaray Lisesi’nin bir küçük öğrencisi olarak hatırlarım. Saint Antoine kilisesinin tepelerinde döne döne dolaşırdı çaylaklar.
İstanbul’un kalabalık mekanlarında, ancak başını kaldırıp göklere bakınca baharı
haber veren işaretlerdi bunlar. Bu şehre esas bahar müjdecileri apartman aralarında bile olsa hâlâ cicigiy cicigiy şeklinde ötüşen baştankara kuşlarıdır. Tıpkı sonbaharın habercisi kasım sakaları gibi. Baştankaraları Alemdağı’nın ispinozları izler ve “esas oğlana” bülbül’e sahneyi terk eder. Bülbülün mekanı İstanbul’un tüm koruları olmakla beraber en çok Boğaziçi’nde ötmekten hoşlanır. Kuzguncuk’ta, Fethi Paşa, Çengelköy’de Papaz, Çubuklu’da Hidiv, Kandilli’de Cemile Sultan korularında, Çamlıca tepelerinde, Beykoz ve Emirgan korularında, İstinye Koyu’nda ötüşür durur. Ne var ki en çok sevdiği mekân, sabahlara kadar dem çektiği Anadoluhisarı’ndaki Göksu Deresi kıyılarıdır. Özellikle de Otağtepe’nin yamacında, dereyle mezarlık arasında. Bir zamanlar Üsküdar’ın meşhur Bülbül Deresi vardı. Üzeri kapatılıp, Selman-ı pak Caddesi’ne dönüştüğünden bu yana Üsküdarlılar bülbül dinlemek için Küçük Çamlıca parkına çıkmak zorunda.
Bülbülün erkeği öter ve buna “dem çekmek” denir. Dişi ancak kısa seslerle cik cik şeklinde cevap verir ki bu erkeğe kulağım sende, dinliyorum, keyif alıyorum, devam et, coş, göster kendini demektir. Erkek de coştukça coşar.
“Müjdeler olsun gülşene kim vakt-i çerağan geldi / Bülbül âşuftelenip, bezm-e gazelhan geldi” beytinde belirtildiği gibi baharda çayırların, kırların, koruların gâzelhanıdır bülbül. Sesini kesmesi, dut yemesiyle olur derler. “Dut yemiş bülbül gibi susmak” tabiri oradan gelir. Halbuki bülbül artık eşini bulmuş, dişisi yumurtlamış, yuvada “Evlad-u ıyâl” derdi başlamıştır. O arada dutlar da olgunlaşmış ve bahardan yavaş yavaş yaz mevsimine geçilmiştir. Bülbül vazifesini yapmanın gönül rahatlığıyla “uykuya çekilmiştir.” Taa gelecek bahara kadar. Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yoktur. (Fotoğraflar: www.trakus.org)