İstanbul’a bahar yakışır

Güncelleme Tarihi:

İstanbul’a bahar yakışır
Oluşturulma Tarihi: Nisan 26, 2010 00:00

İstanbul’da her mevsimin bir başka güzelliği vardır ama baharın yeri ayrıdır. Çünkü İstanbul baharda, bülbüller şakırken fethedilmiştir. Bahar deyince birçoğunun aklına sadece lale gelir. Oysa İstanbul bu aylarda rengarenk olur. Erguvanlar, mor salkımlar, erik ve şeftali ağaçlarının beyaz, pembe çiçekleri, akasyalar, at kestaneleri, leylaklar, papatyalar, katır tırnakları hep bu mevsimde açar.

Dört mevsimden hangisi İstanbul’a daha çok yakışır diye sorsanız, tereddüt etmeden “bahar” deyiveririm. Bu yanıtın nedenleri çoktur. Tüm vahşi saldırılara karşı yapılaşmaya direnmiş Boğaz tepeleri yeşillenir, erguvanlar yeşillerin arasından patlar, laleler, sümbüller çiçeklenir. Erikler beyaza, şeftaliler pembeye boyanır. Katır tırnakları sararmaya başlar, çimenlerin arasında beyaz ve sarı papatyalar, gelincikler salınır, at kestanelerine arılar hücum eder. Beyaz ve eflatun çiçekler açan leylaklar, bu cümbüşte artık görünmez olmuştur artık. Çünkü onlar daha çok köşk bahçelerinin nazlı çiçekleridir. Köşkler yerini çok katlı apartmanlara terk ettiği için, artık leylaklara da pek rastlanmaz.

Tüm bunların ötesinde, gençlik yıllarımda en güzel aşklarımı Yıldız ve Emirgan parklarında yaşadığım için, bu aylarda hâlâ içim kıpır kıpır olur. Bunlar benim baharı sevme nedenlerimdir. Ama Ahmet Hamdi Tanpınar’ın başka nedeni vardır: Yazara göre, yüzyıllardan beri süren İstanbul’u fethetme rüyası, Boğaz vadilerinde erik ve badem ağaçlarının çiçek açtığı, kumru ve bülbül seslerinin duyulduğu o bahar günlerinde hakikat olmuştur. Onun için bahar İstanbul’a çok yakışır. Tanpınar şöyle devam eder:

“Fatih İstanbul’u bir nisan sabahı muhasara etti ve bir mayıs sabahı şehre girdi. Bu demektir ki, fetih ordusu şehri kuşatırken bizim olan Boğaz vadilerinde, Çamlıca tepelerinde, Rami, Davutpaşa kırlarında erik ve badem ağaçları çiçek açmıştı. Otağ Tepe’de, Fatih’in çadırının etrafı, şüphesiz bir ipek halı gibi bahar çimenleri ve kır çiçekleriyle döşeli idi ve Fatih beyaz atının üstünde bir burçtan öbürüne koşarken, Haliç sularında, Marmara’da, tıpkı bizim gibi İstanbul baharının değişen renklerini görüyordu. Yine bu demektir ki, fetih ordusunun ilk top sesleri arasında kumruların aşk daveti işitiliyor, son hücum tekbirinde bülbül sesleri dem tutuyordu.”

LALEYE TAKILIP KALMAK

Bahar deyince akla hemen lale gelir ama, bu diğer ağaçlara ve çiçeklere haksızlık etmek olur. Örneğin erguvanlar, mor ve beyaz sümbüller, mor salkımlar, kan kırmızısı güller, sarı papatyalar, erik ve şeftali ağaçlarındaki rengarenk çiçekler de İstanbul baharını süsleyen renklerdir.
Bahar sadece çiçeklerle gelmez. Kentteki manav tezgahlarında da baharın izleri gözlenir. Yemyeşil marullar, demet demet taze soğanlar, taze sarımsaklar, bezelyeler, baklalar, hemen tükenen çağlalar, kütür kütür yeşil erikler bu mevsimin konuklarıdır.
Baharı anlatmaya önce laleden başlamak gerekir.
Lale, nisanın ortasında kendini gösterir. Göstermesiyle birlikte tartışmalar başlar. Kimi lale soğanlarının gizlice Hollanda’ya götürüldüğünü öne sürer, Osmanlı çiçeği olduğu konusunda ısrarcıdır. Oysa lale özbeöz Selçuklu çiçeğidir. Lale sevgisi Osmanlı’ya Selçuklu’dan mirastır. İstanbul’un abartılı lale sevgisi Patrona Halil isyanında kent yakılıp yıkılıncaya kadar sürmüş, sonrasında azalmıştır.

1730’dan itibaren Hollanda’dan getirilen türler yüzünden “Lale-i Rumi” soğanları yitip gitmiştir. Selim İleri bu yok oluşu, “İstanbul, Lale ile Sümbül” kitabında şöyle anlatmıştır: “Avrupa kökenli yeni kırmızı lale, soğanın bolluğu ve kolay üretimi ile İstanbul lalelerini tamamen unutturmuştur. Risalelerdeki tanımlamalardan ve resimlerden, yitirilen bu özgün türün bütün çeşitleri badem biçimli, çiçek yaprakları mekikvari ince uzundu. Bu nedenle de halk, Avrupa’dan getirilen laleye ‘kaba lale’ adını vermişti.”
/images/100/0x0/55ea6c2ff018fbb8f87ee511

KENTİN ERGUVANLARI

Nisan ortasından itibaren başta Emirgan ve Yıldız parkları olmakla birlikte, refüjler, göbekler, yol kenarları her renkten lalelerle bezenir, lale bayramları düzenlenir. Bu yüzden de erguvanların koruları eflatuna boyaması göz ardı edilir. Laleye gösterilen sevgi erguvandan esirgenir. Oysa bu ağacın çiçekleri, allık gibi İstanbul’un yanaklarına renk verir, onu güzelleştirir.

Erguvan eflatun, lila renkli çiçeklerini, mayıs başından itibaren tüm cömertliği ile salıverir. İstanbul’un yeşil korularına renk katar, seyredenleri mest eder. Yıldız Korusu, Emirgan Korusu, Boğaziçi Üniversitesi’nin ve Amerikan Kız Koleji’nin bahçeleri, Kuruçeşme sırtlarındaki Hatice Sultan Korusu, Küçük Bebek’te Arifi Paşa Korusu, Anadolu Yakası’da Beykoz Ormanları, Paşabahçe’de Tepeüstü, Hidiv Kasrı’nın denize bakan yamaçları, Fethi Paşa Korusu, Küçüksu sırtlarındaki Sevda Tepesi, Kandilli’de Cemile Sultan Korusu... Bunlar Boğaz’ın yeşil süsleridir. Nisanın ikinci yarısından sonra, bu yeşilliklere bir de erguvan eklenir. Bir renk cümbüşü kopar gider.

Erguvan, İstanbulludur, şehre çok yakışır. İngilizce adının “Judas Tree” yani “Yahuda Ağacı” olması yüzünden, bu güzelim ağacın asıl memleketinin İsrail olduğu öne sürülür. Gerçekten de İsrail’in Judea bölgesinde erguvan ormanları vardır. İsminin buradan geldiği belirtilir. Kitaplara göre bu güzelim ağaç Akdenizlidir. Soğuğu sevmez. Narindir. Kuzeyli sert rüzgarlar üşütür onu. Hepsi doğru olabilir ama bunlar beni pek etkilemez. Ben hep bildiğimi söylerim: “Erguvan İstanbul ağacıdır. En çok İstanbul’a yakışır...” İstanbul’un kuzeyli rüzgarı poyraz da erguvanın dallarıyla oynaşmayı çok sever.
Renginin öyküsü ise şöyle anlatılır: İsa’ya ihanet eden Yahuda, bu ihanete dayanamayıp, kendini bir erguvanın dalına asar. O güne kadar beyaz çiçek açan ağaç, bu olaydan öylesine utanır ki, çiçekler kızarır, bugünkü erguvan rengini alır.

BAHARIN HABERCİSİ

Türk edebiyatının en büyük ustalarından Ahmet Hamdi Tanpınar da benim gibi erguvan sevenlerdendir. “Beş Şehir”de “gülden sonra bayramı yapılacak çiçek varsa o da erguvandır” der: “O, şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Dionyssos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber vermek ister gibi zengin, cümbüşü israfıyla her tarafı donatır, bahar şarkısını söyler. İstanbul surlarının üstünde, çok eski bir sabah ezanının oracığa takılmış kırık parçasına benzeyen küçük bir caminin, Manavkadı Camii’nin yıkık duvarları arasında tek başına fırlamış bir erguvan ağacı vardır ki, bana gösterdikleri günden beri her bahar bir kerecik ziyaretine gider, bu şehrin sabahlarında toplanmış hissini veren mahmur bakışlı kandilleri seyrederdim. Harap ve bakımsız mazi yadigarları ve etrafında uyuyan ölüler arasında bu erguvan ağacı benim için ezeli ve ebedi arzunun, daima yenileşen hayat akışının bir timsalidir ve manzaraya hakim yumuşak duruşundan bu fazlasıyla hissedilir...”

Çocukluk yaşlarımda, konu komşu, Ortaköy’den doluştuğumuz Boğaziçi vapurunda, erguvanları seyretmek için Sarıyer’e kadar gidip geldiğimizi hâlâ anımsarım. Özetlersek bahar İstanbul’a bir erguvan soyluluğu ve güzelliği ile gelir.
/images/100/0x0/55ea6c2ff018fbb8f87ee513

İSTANBUL’UN GÜZELLERİ

Erguvanı bu kadar çok översek, mor salkımı, at kestanesini, sümbülleri küstürmez miyiz?
Başta yazmıştım, leylaklar pek görülmüyor artık. Mor salkımları görmek için ise ara sokaklara girmek gerekir. Bu inatçı sarmaşıklar hâlâ bir asırlık ahşap evin, eski bir duvarın, unutulmuş bir çardağın bir kenarına tutunup, mor salkımlarını tam bu ayda sallandırmaya başlar. Mor salkımlar nedense eski sokakların çiçekleridir. O sokakları süslemeyi severler.

At kestaneleri de, ters üzüm salkımını andıran beyaz çiçeklerini bu aylarda açar. Bu yüce ağaçların görüntüsü de insanın aklını başından alır.

Beyaz çiçekli akasyalar, baygın kokuları ile İstanbul baharının parfümleridir. Bu parfümü koklayanlar, hülyalı duygulara kapılır. Yoncalar tam bu mevsimde pembe ve beyaz çiçeklerle bezenir. Bahar rüzgarı, tüm İstanbul’a denizin, çiçeklerin, ağaçların, kırların kokusunu taşır, insanın aklını baştan alır. Batan güneşin ışığı, hem Haliç’te hem de Boğaz’da suyun üstüne birer mücevher gibi dökülür. Yine gün batımında, başta Üsküdar olmak üzere Anadolu Yakası’nın tepelerindeki evlerin camlarında altına dönüşür.

Kilyos, Şile yoluna doğru, yeşilliklerin arasındaki kır kahveleri de kışın yalnızlığından silkelenip, masaları, iskemleleri bahçeye taşırlar. Semaverler, mangallar yakılır, kahveler yapılır, vakit sabahsa sıcak poğaçalar yenir, öğle ise etrafı ızgara kokuları ile çocuk kahkahaları kaplar. Baharda kır kahvelerinde hep şenlik vardır.
Baharda Haliç’in köprüleri, Boğaziçi’nin iki yakası amatör balıkçıların hücumuna uğrar. Çünkü bu mevsimde balık bollaşır. Çapariler kırçalar, istavritlerle dolar. Şansı olanın oltasına çinekop, daha şanslılara da sarıkanat takılabilir. Herkesin hayalini, akşam yemeğinde masaya konacak tava balıklar süsler.

Bahar İstanbul’a birdenbire gelir ve birdenbire yerini sıcak yaz günlerine bırakır. Onun için vakit geçirmeden İstanbul’a gelin veya İstanbul’daysanız hemen kırlara çıkın. Papatyalarla süslenmiş çimenlerin üstüne uzanıp, kuşların neşeli seslerini dinleyin, baharı koklayın. O zaman yaşamın ne kadar keyifli olduğunu göreceksiniz. İçiniz neşe ile dolacak.
İstanbul’un baharı insanı yaşama bağlar.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!