Issız ve yaÄŸmurlu anılar çok konuÅŸturacak

Güncelleme Tarihi:

Issız ve yağmurlu anılar çok konuşturacak
OluÅŸturulma Tarihi: Ekim 05, 2002 00:00

Türk edebiyatının en kırılgan yazarlarından biri olan Selim Ä°leri'nin DoÄŸan Kitap’tan çıkan anıları, can yakmakla can sıkmak arasındaki kırılgan bir zeminde duruyor. Ancak, asıl önemlisi edebiyat, sinema ve tiyatro dünyasındaki küçük ayak oyunlarının, ikiyüzlülüklerin gözler önüne serilmesi. Ä°leri, bir bakıma ayna tutuyor bu dünyaya. Aynaya yansıyan görüntülerin önemli bir kısmının iç açıcı olduÄŸunu söylemek mümkün deÄŸil ne yazık ki.Yazarlığınızın çekirdeÄŸinin çocuklukta atıldığını söylüyorsunuz. Kötü geçmiÅŸ bir çocukluk muydu sizinkisi?- Benim çocukluÄŸum için tam kötü geçti denilemez. Aslında birçok çocuktan çok daha bile iyiydi. Ama benim yaradılışımdan gelen geçimsizlik gibi bir problemim vardı. Küçük yaÅŸtan itibaren etrafı gözlemeyi ve insanların mutsuzluklarını yakalamayı tercih ettim. Bu da benim diÄŸer çocuklardan daha farklı bir yaÅŸama biçimine kaymama sebep oldu.Bu durum yazarlığınızı besledi mi?- Yazarlığımı çok besledi tabii. Erken yaÅŸta yazı yazmaya baÅŸladığım için birikimim hep çocukluÄŸuma aitti. Kitabı okuyunca pek çok isim rahatsız olacak...- Eh, olacaklardır herhalde. Ben yine de barışık bir kitap olduÄŸunu düşünüyorum. Benim hiç kimseye karşı öfkem yok, kırgınlıklarım, dargınlıklarım var sadece.Ä°YÄ° HOCALARIN TESÄ°RÄ°Rauf Mutluay, Behçet Necatigil, Vedat Günyol gibi çok iyi hocalarınız olmuÅŸ. Bu önemli bir ÅŸanstı herhalde...- Adını anmadıklarım da dahil, gerçekten olaÄŸanüstü öğretmenlerim oldu lisede. Hukuk Fakültesi'nde ise hocalarımın hiçbirisi beni etkilemedi. Küçük yaÅŸta yazmaya baÅŸlamak, içe kapanıklığın doÄŸal bir sonucu mu?- Bende hep sanata yatkınlık vardı. Ressam olmak isterdim mesela. Neden, çünkü mahallemizde Zeki Faik Ä°zer otururdu ve onun evi çok çekici gelirdi bana. Tennessee Willams'ın 'Sırça Kümes' adlı radyo oyununu dinledikten sonra, 'Ben de yazı yazacağım' dedim. Ya hazırlıktaydım, ya da orta birde. Hemen akabinde de roman yazmaya baÅŸladım. Bir de Galatasaray Lisesi'nden fena halde ÅŸikáyetçisiniz...- Galatasaray Lisesi'nin dışıyla içi birbirini pek tutmuyor. Fransız hocalar, tam anlamıyla bir sömürge ülkesinde ders verir gibi bir tavır takınırlardı. Bunu hissedebiliyorduk. Okuttukları çocukları sürekli küçümserlerdi. Bu da beni okuldan uzaklaÅŸtırdı. Bir de sanıyorum bütün yatılı okulların biraz faÅŸizan bir dünyası var. O dünyadan da nefret ediyordum ben. Bir an önce baÅŸka yere kapağı atmak istiyordum. Attım da.AÅžAÄžILIK KOMPLEKSÄ°Yazı hayatı kadar, edebiyat çevresine de çok erken dahil oluyorsunuz. Kemal Tahir, Behçet Necatigil, Edip Cansever gibi isimlerle hayli yakınsınız. Bu erken tanışma, bir ÅŸans mıydı sizce?- Her zaman deÄŸil. Bu isimlerin yanında deÄŸilse bile, diÄŸerlerinin yanında ezilirdim. YaÅŸamı sadece bir edebiyat estetiÄŸi olarak görüyor, buna mukabil insani deÄŸerlere hiç mi hiç önem vermiyorlardı. Kendilerinden çok küçük bir insanın edebiyat hevesine kaba bir tavırla yaklaÅŸmaları beni periÅŸan etmiÅŸti. AÅŸağılık kompleksini daha fazla hissettiÄŸim dönemlerdi bu dönemler. Sadece edebiyat deÄŸil, sinema çevresine girince de hissetmiÅŸtim ben bunu.Bu aÅŸağılık kompleksi meselesi önemli galiba. Sanat veya edebiyat tarihinin ünlü isimlerinin büyük bir çoÄŸunluÄŸunun yaÅŸadığı bir duygu olsa gerek. Böyle bir kompleksi olmasa niye yazarak kendisini ifade etmeye çalışsın ki...- O yaÅŸlarda bunun böyle olduÄŸunu bilemiyor insan. Dostoyevski'nin yaÅŸamını okuduÄŸum zaman onun da tıpkı benim gibi edebiyat dünyası tarafından ezildiÄŸini gördüm. Bu bir miktar rahatlattı beni. Ama ben Türkiye'de insan iliÅŸkilerinin, özellikle acımasız olduÄŸunu düşünüyorum. Bu da ayrı bir kompleks getiriyor. Buna raÄŸmen, hiçbir zaman yazarlıktan piÅŸmanlık duymadım. Bugün demode bir dinozor gibi hissediyorum kendimi ama bundan da ayrı bir haz duyuyorum. Bizi yetiÅŸtiren insanların idealleri ve memlekete yaklaşımlarıyla, bugün yapılan edebiyat arasında en küçük bir akrabalık yok. Benim dönemimde ister saÄŸ görüşlü olsun, ister sol görüşlü olsun, insanların memleket ve dünya için söyleyeceÄŸi bir çift söz vardı. Bugün bunlar kimsenin umurunda deÄŸil. Edebiyat bir satış yarışına indirgendi, hırsa indirgendi. Bu bence yanlış ve tehlikeli. Edebiyat, sinema ve tiyatro dünyasının bu kadar içindeyken neden birdenbire kenara çektiniz kendinizi?- Olayların içine girmektense, gerisinde kalmayı tercih eden bir yaradılış var. Bu çok etkili oldu hiç şüphesiz. Bir de bu dönemde AmerikanlaÅŸma ciddi ÅŸekilde baÅŸlamıştı. Bir yerin elemanı olmanız gerekiyordu. Bunu ben hiçbir zaman istemedim. O dönemdeki saÄŸa da, sola da pek sempatim yoktu. Bunlardan birine mensup olmadığınız zaman da var olma ÅŸansınız giderek azalıyordu. Ama bir baÅŸka sebep daha vardı. Annem alzheimer hastasıydı ve benim askerlik sorunum bir türlü çözülmüyordu. Askerlik konusunda anlatılanlar dolayısıyla askere gitmemiÅŸtim ve büyük bir problem olarak karşımda duruyordu. Bunlar da kendimi geriye çekmeme sebep olmuÅŸtu. Geri çekilmekle birlikte edebiyat dünyasındaki geliÅŸmeleri izlemeyi sürdürdünüz herhalde. Nasıl deÄŸerlendiriyordunuz olup biteni?- Bugün bir gösteri var ortada ve herkes o gösterinin içinde kendi ÅŸovunu yapmakla meÅŸgul. Oysa dünün dünyasında, insanların kendi egolarını öne çıkartmak gibi bir dertleri yoktu. Mesele kendinizi veya eserinizi öne çıkartmak deÄŸil, o eserin üzerine kapanmaktı. Bugün herkes nasıl satabileceÄŸine kafa yoruyor.Eski edebiyatçılar bu imkánları bulsalardı ÅŸayet, söz geliÅŸi eserlerini daha geniÅŸ kitleye ulaÅŸtırmak için medyadan faydalanmazlar mıydı?- Ona karşı deÄŸilim ama kitapların kitleye ulaÅŸtığını düşünmüyorum. Alıyorlar ama okumuyorlar. Buna o kadar çok ÅŸahit oldum ki, o kitabı ben yazmışım gibi gelip bana söylüyorlar, ÅŸikáyetlerini. Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Murathan Mungan, Elif Åžafak, Perihan MaÄŸden gibi çoksatan yazarları okuyor musunuz siz?- Bunlar benim arkadaÅŸlarım. Ama hiçbirisinin son dönemde öne çıkan kitaplarını okumadım. Bir tavır mı bu?- Evet tavır, günün havasından çıkmasını istiyorum.ORHAN PAMUK NASIL ÖDÃœL ALDI?1979 yılında Milliyet Gazetesi'nin roman yarışmasında seçici kurul üyesiydim. Seçici kurulda Oktay Akbal, Orhan HançerlioÄŸlu ve baÅŸka kiÅŸiler vardı. Yarışmaya katılan romanlar arasında benim aday kitabım ‘‘Bozkır Çiçekleri’’ydi. Sonra sırayla Mehmet EroÄŸlu'nun ‘‘Issızlığın Ortası’’ ve Orhan Pamuk'un ‘‘Karanlık ve Işık’’ı. (Karanlık ve Işık, Cevdet Bey ve OÄŸulları'nın ilk adıdır.) Toplantı günü uzun uzadıya tartışıldı. Orhan HançerlioÄŸlu'nun Freud'a karşı saplantılı bir nefreti söz konusuydu. HançerlioÄŸlu, Selçuk Baran'ın ‘‘Bozkır Çiçekleri’’ni önermeme gülüp geçti. Onun adayı ‘‘Karanlık ve Işık’’tı. BaÅŸka da bir aday tanımıyordu. Ben ‘‘Bozkır Çiçekleri’’nin ÅŸansı olmadığını anlamıştım. Bu kez ikinci adayım ‘‘Issızlığın Ortası’’nı savunmaya giriÅŸtim. Hiç olmazsa bu iki roman, yani Pamuk'un ve EroÄŸlu'nun romanları ödülü paylaÅŸsınlar istiyordum. Oktay Akbal da aynı kanıdaydı. Ä°ÅŸte o zaman Freud meselesi çözümlendi. Orhan Bey, ‘‘Issızlığın Ortası’’ndayı Freud'un yöntemlerinden yararlanılarak yazılmış bir roman olarak görüyor, ödülün paylaÅŸtırılmasına yanaÅŸmıyordu. Ama sonuçta oy çoÄŸunluÄŸu paylaÅŸtırmayı saÄŸladı. HançerlioÄŸlu'nun yüzü asık. Yeniden ‘‘Bozkır Çiçekleri’’ne döndüm, hiç olmazsa ikincilik falan (...) ‘‘Bozkır Çiçekleri’’ne gelince, ÅŸimdi birden hatırladım, seçici kurulda Hilmi Yavuz da vardı ve Hilmi Yavuz, Selçuk Baran'ın eserini içtenlikle savunmuÅŸtu.Program sonrası boÄŸaza Façyo'ya gidildi ben çarçabuk sarhoÅŸ oldum, habire Bülent Bey'e içki doldurmaya kalkışıyorumNezihe Araz, Bülent Ecevit ve Arsen Gürzap'la bir ‘‘Ankara’’ programı yapmıştık. Bülent Ecevit o dönemde televizyon söyleÅŸi programlarına hiç katılmıyordu. Gelirdi, gelmezdi davet ettik, kırmadı ve geldi. Tufan Erol'un çok güzel bir Ankara peyzajını da getirmiÅŸti, programda gösterilmek üzere. O akÅŸam çeÅŸitli potlar kırdım. Çekimden sonra BoÄŸaz'da bir lokantaya gidildi, galiba Façyo'ya. Yine aynı gün bir baÅŸka çekimde konuÄŸumuz olan Cüneyt Gökçer, Ayten Gökçer, sonradan Façyo'ya gelen RahÅŸan Ecevit, Can Gürzap ve ‘‘Ankara’’ programının konukları, Meltem Yönder'le Tunca Yönder programın yapımcıları olarak veriyorlar yemeÄŸi. Bülent Bey binde bir, o da bir kadeh viski içermiÅŸ. Ben çarçabuk sarhoÅŸ oldum. Bülent Bey'e içki doldurmaya kalkışıyorum. Meltem'le Tunca kaÅŸ göz ediyorlar. Niye öyle yaptıklarını bir türlü anlamıyorum. Sonra RahÅŸan Hanım'ın mesafeli bakışları karşısında bir ölçek derlenip toparlandım.Askerdeyken borç istediÄŸim Yüksel Uzel’in zarafetiBekçiye Yüksel Uzel'le görüşmek istediÄŸimi söyledim, adımı falan söylüyorum adam bana deli gözüyle bakıyor. Derken merhamete geldi, içeriye haber verdi. Dört beÅŸ dakika sonra Yüksel Hanım'ın yardımcısı geldi.-Ablamı niye görmek istiyorsunuz?-Yüksel Hanım'a adımı söylediniz mi? Beni tanır.- Sizi nereden tanıyor?- Siz, Selim Ä°leri deyin, tanıyacak. Söylediniz mi?Ablam sahnede. Åžimdi söyleyemem- Acil bir durum. Çok acil...Kendime, diretiÅŸime, inadıma ÅŸaşırıyordum. Kızcağız, ‘‘Bekleyin’’ dedi ve gitti. Birden çıkış kapısında Yüksel Uzel, pembe bir tuvaletle, sahne kıyafetiyle. Önce beni tanıyamadı, ‘‘Selim Bey’’ diyor, ‘‘Benim’’ dedim. ‘‘Tokat'ta askerlik yapıyorum.’’ Beni hemen kulise aldı, viski ikram etti. ‘‘Sizin için ne yapabilirim’’ dedi. Can havliyle, ‘‘Bana borç para verir misiniz’’ dedim. ‘‘Ne demek? Ama isterseniz önce beni dinleyin.’’ Önde bir masada oturdum. Azap içindeydim. Sonra yine kulis. Yüksel Hanım, utana sıkıla bir zarf uzatıyor bana. Bu anı adeta örtbas etmek isteyerek. ‘‘Ankara'da daha ne kadar kalacaksınız?’’ diye soruyor. Evet, hayatımda o güne kadar sadece bir kez görmüştüm Yüksel Uzel'i.Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!