İSMİYLE MÜSEMMA BİR DÜNYA VATANDAŞIYDI: BARIŞ "Simsiyah bir gecenin koynundayım... Yapayalnız..." (DÖNENCE'den...) Küçüksu, 3 Şubat 1999 Simsiyah... Sâdece gecemiz değil, gündüzümüz de karardı. Üç gündür aralıksız ağlıyorum. Mahallemizdeki tuhafiyeci Mustafa Bey, Barış için, "Onun ardından ağlamayan var mı?" dedi. Doğru, yok... Ama, yapayalnız olduğu doğru değil. Asla... Şu 3 Şubat gününde yaşanan sevgi seli, herhalde,
Atatürk, Zeki Müren ve Uğur Mumcu hariç, hiç kimseye nasip olmamıştır. Barış yalnız değildi. Zorlayan hiçbir şey yoktu. Allah'tan, devlet katından birileri de yoktu., Kanlıca'daki mezarlıkta. Aman, eksik olsunlar!... Her şey daha temiz oluyor; "show'suz... Ama, halk vardı, gönülleri dopdolu... Insanlar akın akın geldiler, sel dinmedi bir türlü. Akın akın geldiler, birbirini ezdiler. Özlenecek, hasret duymaya değer, nâdir yaratılmış bir insana yakın olabilmek, mezarını görebilmek, kabrine, toprağına el sürebilmek için birbirini çiğnediler. Ben de... Türk insanı, Barış'ın sâyesinde, onun aziz hatırâsında bütünleşti. Her şeyi unutttuk. O güzel, evrensel insanı bir daha sevdik, andık, ağladık. Onda, kendimizden bir parça bulduk. Hem de ne kıymetli anılar, enstanteneler... Hem böylesine Türk, Anadolu'nun sesi, onun bağrından kopmuş; hem de daima sevdayla tutkun olduğum lisanımıza böylesine vakıf, yürekten vururcasına dillendiren, hepimizi bir diyardan alıp öbürüne götüren bir başkası gelecek mi? O, gitti... Gün geçtikçe ruhen yoksullaşıyoruz. Onun deyişiyle, "Leyleğin ömrü lak lak. Değerler oldu tepetaklak..." Benim ömrümün nâcizâne bir sayfası da kapandı, gitti onunla birlikte. Gençliğimi, üniversite yıllarımı gömdüm az önce... "DAĞLAR, DAĞLAR..Kurban olam, yol ver geçem...Sevdiğimi son bir olsun, yakından görem."Bizim nesil, Barış'ın şarkıları ile adam olduk, sahiden. Onunla birşeyler öğrendiğimizin belki de, farkında bile değildik. Daha çok duygu seline kapıldık, savrulduk belki... Ama, o coşku ne güzeldi' Bana mısın demedik, sevdik. Zira, daima sevgi aşılıyordu. Yüreğimizin derinliklerindeki aşka, o gizli, ortak sevgiye dokunuyordu. Aşkın, zedeleyen yanına hiç aldırmadan. Erken terketti bizi. Göçtü... Biz de bittik. Ölümün acısının tarifi bulunamıyor. Hele, bir de erkense. Hayat, ansızın alıverdi onu elimizden... Meşum gün... Barış'ı uğurlayacağız. Ama, nasıl? Türkiye'de yüzbinlerce insan, bu sabah uyandığına bin pişman, eminim. Bir gün "Dönence"nin geleceğine nasıl inanacağız? Elimiz mahkûm, inanacağız. Bu ülke, böylesine kıymetli, evrensel değerde insanlar yetiştirebiliyorsa, inanacağız. Sabah, sızlana sızıldana fakirhanemi toparladım, saçlarımı yıkadım, çöpleri attm. Zira, hayat devam ediyor. Ancak, Kanlıca'ya, mezarlığa yetişebileceğim. Otobüs şoförü genç, yakışıklı da. Yol boyu Barış'ı konuştuk. Mezarlığın yerini tarif etti. Tam inerken dönüp baktım. Şoför kardeşimiz muhabbet dolu nazarlarla uğurladı beni. Bakışlarındaki yumuşacık sevgi yükü, Barış içindi aslında. Yokuşu tırmandım, insan ve sevgi selinin arasında. Sürüklendik. Ama, insanları aşmak mümkün değil ki. Korkunç bir polis kordonu. Neymiş efendim, güvenlik? Kargalar güler... Adamlarla itişirken, arada istem dışı kucaklaşmalar pahasına, mezarlık meydanına ulaşabildim. Herkes ağlıyor... Birden, müthiş bir hareket oldu. Yanıbaşımdaki polise sordum: "Geliyor mu?" "Evet..." dedi. Önce inanamadım... Bir marangoz hatası yüzünden her yere geç kalan ben, ilk defa bir randevuya erken gelmişim. Utanarak. kendimle gurur duydum. Polisler telsizle konuşuyor. Mezarlık yolu uzun. Yol boyu tıklım tıkış, adam almıyor ve herkes onu bekliyor. "Eller üstünde mi gelsin, cenaze arabasıyla mı?" Hemen yanımdaki polisle konuşuyoroz. "Millet, tüm ahali onu bekliyor. Eller üzerinde taşınmalı ki, insanlar onunla bütünleşebilsin." Beyhude bir teselli olduğunu bile bile... Polis, sürüyle emniyet talimatı almış, çaresiz... "Haklısın, ama yol öylesine tıkalı ki. Ben de eller üzerinde gelmesini istiyorum. Ama, şaşırdım, kaldım." "SEN YOKSUN YA, ÇOK YAZIK..." Barış bir kaç dakika sonra geldi. Tabutu çiçeklerle kaplı. Deli gibi kabrinin kazıldığı yere koşmaya başladım. En az 100 polis beni durdurmaya çabaladı. Tabiî ki, başaramadılar. Her seferinde, "Bırakın beni..."dedim. Birisi, arkamdan, "Akrabası galiba..." demez mi? Komik... Barış ile yakın tanış olmadık, onun karakterinden fışkıran sıcaklığın dışında. Ne salaklık! Bir insanı sevmek için, illa, akrabası mı olmak lazım? Bir noktada gene boğuşmaya varan itiş kakış. Bir ara yere bakacak oldum, ki eyvah! Yeni kapatılmış bir mezarın üzerindeyiz. Avazım çıktığı kadar, "Allah rızası için açılın, yapmayın. Bir mezara basıyorum." Diye haykırmışım. Allh adını duyan ahali ânında açıldı. Tekrar bayır aşağı koşarken, yarı yolda gene güvenlik kordonu, izdihamı yara yara Lale'yi getirdi. Değil yürümek ya da konuşmak, nefes alamaz haldeydi. Nasıl seviştiklerini hep biliyorduk. Ağaca dayanmış, mecali tükenmiş Lale'ye bakarken, sevdiğim hayatta diye suçluluk duydum. Aramızda bir metre mesafe var, yok. Insan kucaklamak istiyor: Ama, acısını paylaşayım derken, tâciz etmek daha olası. Kalbimde binbir cümle. "Ne şanslısın. Seneler boyu, dünya güzeli bir insana yoldaşlık ettin." demek istedim. Sonra, "bağışlanma ricası"nın eşiğinden de döndüm: "Affet bizi. Sevdiğin adamı, erkeğini tek başına gömmene izin vermedik. Ne çare ki, bir adam bu kadar çok sevilirse, böylesine bir duygudaşlık akışını durduramazsın." Barış sahiden eşsizdi... "Sıradan olmayı" reddetmişti! Bunun tüm bedellerine de katlandı. Özel olanı da -hemen- kavrardı. Nazan Şoray'ın "Halhal"ı çok istediğini anladığında, "bir insan, birşeyi çok istiyorsa, mutlaka elde eder, etmeli de..." demişti. Stüdyoda, iki kıtalık şarkıyı iki günde zor zahmet okuyabilenlerin, "sanatçıyım..." diye ortalarda dolaştığı bir ortamda, Nazo Gelin "Halhal"ı ilk seferde okuyuvermişti.Üstad'ın tesbiti nasıl da isabetliymiş... Malûm, "özel"in hakkını vermek, Türk toplumunda zor rastlanan bir haslet. Insanımızın"özel biri" ile ilk toslaşmasında, ivedi tepkisi -çoğu zaman- "haset"tir. Barış, o inanılmaz her türlü insana "nüfuz" kaabiliyeti ile, "haset duvarı"nı bir sıçrayışta aşmıştı. Hiçbir şablona eyvallah demeyip bu kadar çok insana erişmek, yüreklerinde taht kurmak, hangi kula nasip olmuş? En büyük hayranları, destekçisi, çocuklardı. Halkımızın -daha da kötüsü, gençlerimizin- 500 kelime ile "gûya" Türkçe tekellüm ettiği bir devirde, çocuk korolarına "AYI"yı okuturken, cümbür cemaat'i belletmek, değme babayiğidin harcı değildir. Çocuk kısmı kül yutmaz! Tekrar pols kordonu. Ahaliyi yarıp önce Batıkan'ı, sonra da Doğukan'ı getirdiler. Ne de güzel çocuklar... Annelerine sarıldılar, gittiler. Biz kaldık bir başımıza. Nihayet, Barış'ın mezarına varabildiğimde, tükenmiştim. Boğaziçi'nin en güzel panaromalarından biri, aşağıda uzanıyor. Güneş gözlerimizi yakıyor. Ve o, toprağın altında, bunların hiçbirini göremiyor. Barış'ın başucunda hiçbir dua okumadım. Dualar kifayetsiz... Öylece, onu örten toprağa baktım. Ama, elimi bile süremedim. Kültürümün çok nâdide bir parçası, orada yatıyordu. Daima doğru bildiğini yapmış bir adam. Dünya, evrensel bir değeri, fazla erken kaybetti. "Niçin kendini bu kadar çok yordun? Bizi terketmeye hakkın yoktu ki..." GAZETECILIK BAŞA BELA! Barış'ın mezarı başında, gencecik bir foto muhabiri. Fotoğraf çekmeye çabalıyor. Ama, sâdece "çabalıyor"! Zira, delikanlı iri kıyım da olsa, o itiş kakış da, netlik âyârı denen şey, hak getire. Üstelik, yamaçtayız. Yağmurun ıslattığı toprakta, yamaç aşağı öyle kayıyoruz ki, ayakta dahi durmak imk^nsız. Maddî-manev^î tüm enge hesapları altüst!.. Genç irisi foto muhabiri her kayışında üzerime kapaklanıyor. Bu istenmeyen samimiyet yüzünden, çerçöp cüssemle (???) ezilmek üzereyim. Zor zahmet bir istinat noktası yakalayıp adını dahi bilmediğim gazeteciyi sırtından desteklemeye çalıştım. (Meslek dayanışması...) En az on dakika mücadele verdik, bir kaç kare fotoğraf için. Artık, dayanamayacağım. Insan duvarını nasıl aşabildiysem, ağlaya ağlaya sahile indim. Yol üstünde bazı gençlerin, "Ayyy, TV muhabirleri geldi. Soru sordu,
film çekti. AkÅŸama ekrandayız." sözleri refakatinde. "BEN NASIL UNUTURUM SENI?CAN BEDENDEN ÇIKMAYINCA..." BoÄŸaz'ın o her an deÄŸiÅŸen renklerine bakarken, "Nasıl unuturuz?" diye düşündüm. Bizim nesil, çok ÅŸanslıydık. "DaÄŸlar, DaÄŸlar"ı, "Domates, Biber, Patlıcan"ı yaÅŸadık. Bir tek adamın, farklı kültürleri biribirine nasıl nüfuz ettirdiÄŸini öğrendik. 57 yaşında gidilir mi? Atatük'ü de 57 yaşında kaybetmedik mi? 57 uÄŸursuz bir rakam olabilir mi? Kimse gibi deÄŸildi!.. "Bakın... Ben deÄŸiÅŸik bir ÅŸey yapmak istesem... Berbere giderdim... Bu yaşıma geldim. DeÄŸiÅŸik bir ÅŸey yapmayı hiç istemedim. Ben buyum." Adama bakar mısınız? "DeÄŸiÅŸik"in Barışça'sı... Berberle sahiden hiç arası yoktu. BilindiÄŸi gibi, "sıradan" olmayı reddetmiÅŸti. Åžeffaftı. "Yasaklar yasaktır. Ve dâima yasak olmalı"ya inanmıştı... Medyanın dön dolaÅŸ uzun saçlarını diline pelesenk etmesi, akıl almaz bir sığlıktı. Ama Barış, yel yepelek saçlarıyla, Türk kültürünü, geleneÄŸini çok uygarca temsil etti. (Anlayana...) Yetmedi, Batı nosyonunun inceliklerini, Avrupa'yı Avrupa yapan zihniyeti "içkin" -eski deyiÅŸle, "mündemiç"- bir karakterdi.Ali Sirmen'in müstesna sözlerini anmamak mümkün mü: "Gayrı ciddi bir toplumda, asık suratlı, ama laubali insanların arasında, güler yüzlü, ama çok ciddi bir adamdı..." Küçüksu, 1 Åžubat 2000...Bir ozan ne demiÅŸ?"Ah akÅŸamlar!..Ah yaÄŸmurlar!..Yârimin gözyaÅŸları..." GözyaÅŸları tüm sevdalılardan ırak olsun. Yine de, seneler devriliyor... Barış'ı unutmadık. Bizim nesil istese de unutamaz. GözyaÅŸları bizim. Çünkü, kısır kalan biziz... Küçüksu, 2001Iki yıl geçti. Barış'ın kupürleri günbegün kabarıyor. Bu yıldönümü, çeÅŸitli tarihlerde verdiÄŸi mülakatlarda kendini nasıl anlattığına dönmek için iyi bir fırsat olmalı. (Ä°KÄ°NCÄ° YAZI: BARIÅž'ın AÄžZINDAN... Jülide ERGÃœDER - 2 Åžubat 2001, Cuma Â
button