Güncelleme Tarihi:
Haldun Taner’in o hüzünlü öykü kitabının adı gibiydi. Evet, "Şişhane’ye yağmur yağıyordu". Ve sokakta fırtınanın kırıp dağıttığı şemsiye ölüleri yatıyordu. Bir dükkandan masal gibi, şiir gibi ışıklar yayılıyordu yağmurlu Kıblelizade Sokağı’na. Renklerin kıblesi gibi olan bir dükkandan süzülüyordu bu ışıklar. Gece mavisi, lila, mor, erguvan, oksit sarısı, aşı boyası, zerde turuncusu, firuze ışıklardı bunlar. İçinde envai çeşit lambalar yanan avizelerden süzülerek yağmur damlalarında kırılarak, bu tenha sokaktan İstanbul’a dağılıyordu.
Dükkanın içinde, sokaktan daha tenha bir adam oturuyor, önündeki kağıda durmaksızın bir şeyler çiziyordu. Arada bir yerinden kalkıp bir avizeye yöneliyor, lambalara giydirdiği camları okşayıp düzenliyor, yan masada duran ve fırından yeni çıktığı belli olan rengarenk camları çizgilerine uydurmaya çalışıyordu.
Dört-beş yıldır hangi evde, dükkanda, galeride güzel bir aplik ya da avize görsem, onun, yani Neşat Fehmi Erdoğdu’nun eseri olduğunu öğreniyordum. Sinan Genim’in, Emine Çaykara’nın, Hakan Kıran’ın, rahmetli Sakıp Sabancı’nın evlerinde gördüğüm o göz kamaştırıcı avizeleri yapan hünerli ellerin sahibiydi Erdoğdu. Bilmiyordum, aynı semtin çocuğu olduğumuzu konuşunca öğrendim.
Haliç kıyısında büyümüş. Fener’de. Kimsenin başkasının ışığını engellemediği o orta zaman İstanbul’unda. Kıyıya dik inen her sokağından denizin görüldüğü, güneşin, cumbalarındaki pencerelerde kırılarak evlerin içine süzüldüğü bir mahallede yani. Her evin kapı girişlerinin türlü çeşit renklerdeki camlarla süslü olduğu yerlerde yetişmiş. Mabetlerin aydınlatmalarından, çinilerin tüm hayatı içine alan renklerinden, kubbelerdeki derin dalgalanmalardan, vitraylardan süzülerek mabetlerin içini uhrevi bir iç bahçeye dönüştüren o değişik iniş çıkışlardan etkilenerek büyümüş.
HAYAT ESPRİDEN ANLAMIYOR
Fehmi Bey, daha ortaokul yıllarında çizmiş yolunu. Bu yüzden lisede edebiyat bölümünü seçmiş. Ama postacı, üniversite sınav sonuçlarını açıklayan mektubu getirdiğinde şaşkınlık içinde kalmış. Biri hariç, tüm tercihleri güzel sanatlar okullarına yönelikmiş. Bir de öylesine, şaka olsun diye yüksek matematik yazmış seçeneklerin arasına. O zamanlar espriden pek anlamayan hayat şakayı ciddiye almış. Puanı İTÜ’deki yüksek matematiğe gitmesini zorunlu kılmış. "Pek anlamazdım aslında ama girince çok sevdim matematiği. Tıpkı yaşam gibi karışık problemler ve denklemler örgüsü olan matematikten çok şey öğrendim. Eğer biraz gayret edersek çözülemeyecek problemin bulunmadığını anladım bu sayede" diye anlatıyor o şaka gibi geçen bir yılı. Ertesi yıl tekrar girmiş sınava ve hedefini tam on ikiden vurarak, o zamanlar adı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (DGSA) olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Seramik Bölümü’nü kazanmış.
Resim, heykel, geleneksel el sanatları, mimarlık, seramik gibi farklı disiplinlerin atölye ve dersliklerinin yan yana bulunduğu bu güzel üniversiteyi bitirdiğinde, artık "olmaya" başladığını anlamış. Bunu sadece o anlamamış. Almanlar da fark etmiş bu genç adamdaki olağanüstü yeteneği. Ve okulu bitirdiği gün Almanya’daki büyük bir seramik ve porselen fabrikasından iş teklifi almış. Kabul etmemiş. Burs sınavlarına girip kazanmış ve bu sefer Almanya’ya yüksek lisans yapmaya gitmiş. Köln Üniversitesi’nde geçen dört yılın ardından Türkiye’ye dönmüş ve 1978’de DGSA’da hocalığa başlamış. 12 Eylül sonrasında üniversiteleri sultası altına alan askeri anlayışla bağdaşamamış, YÖK’le yıldızı bir türlü barışmamış. Ve 1984’te bir gün istifasını verip yeni bir yol çizmiş kendine. Önce seramik yapmayı planlamış ama sonra "kendimi şöyle bir toplayayım sonra yaparım" diye düşünüp daha sonra mesleği olacak ışık işine dalıvermiş.
IŞIĞIN DÜNYASINDA SERAMİĞİ UNUTTU
Işık işi dediğimiz avizecilik, Fehmi Bey’in baba mesleği. İki abisinin ortak olduğu Bankalar Caddesi’ndeki dükkanda ve atölyede çalışmaya başlamış. Geleneksel tarzların dışında kalan modelleri önceleri çok garipsenmiş. Ama bir müddet sonra bu farklı stilin de bir alıcısı olduğu ortaya çıkmış. Çok ama çok tutulmuş işleri. Seramik hamurları, fırını atölyenin bir köşesinde kalmış. Işıkla camın, renklerle demirin, papatya ve laleler biçiminde şekillenen avize ve apliklerin dünyasına dalmış. Çok sevdiği iki abisini de peş peşe kaybedince bütün iş üstüne kalmış. Gün geçtikçe daha bir sevmeye başlamış ışığı.
Erdoğdu, ışığı hep sevmiş ama onunla uğraşmadan da edememiş. Çıplak, bağıran, insanı yaydığı huzmelerle körleştiren ışığı giydirerek terbiye etmiş. Mabetlerin derinliğini ve loşa yakın aydınlığını taşımış eserlerine. İçinde yüzlerce ampul taşıyan avizeler, onun elinde rengarenk yüzlerce muma dönüşmüş.
Ortaya çıkardığı ürünler tek ve eşsiz olmuş hep: "Kimse aykırı bir şey ürettiremedi bana. Modayı hiçbir zaman takip etmedim. Çok satıyor diye bir parçadan yüzlerce üretmedim. Çünkü biliyorum ki, beni, benim dışımda hiç kimse zedeleyemez. Vizyonu olmayan biri misyon aktarabilir mi? Bu gördüğünüz işleri ortaya çıkarırken motivasyon verdiğimi, beğeni yüksekliğini desteklediğimi ve daha yukarı itmiş olduğumu düşünüyorum. Bunda İstanbul’un ışıklar içinde var olan bir semtinde büyümüş olmamın, sanat eğitimi almamın ve donanımımın çok yüksek bir payı olduğuna inanıyorum..."
BÜTÜN MALZEMELERİ YERLİ
Bu titiz ve aşırı detaycı sanatçıyı sinirlendirmek istiyorsanız, "Bunlar ithal mi?" diye sormanız yeterli. Çok sık karşılaştığı bu soru, tüylerinin diken diken olması için yeterli. Dükkana adımını atan ve Erdoğdu’yu tanımayanların ilk sorduğu sorulardan biri buymuş. Oysa tek bir parçası bile ithal değil bunların. Ta ilk başladığı günden bu yana kullandığı tüm malzemeler yerli malı. 20 yıl önce, istediği malları bulmakta çok sıkıntı çektiği dönemlerde bile ithal malı kullanmaktansa, camsız aplikler ve avizeler yapmayı tercih etmiş. Cam yerine zarf giydirmiş ampullere.
IŞIKLI ART DEKO HEYKELLER
"Ampulü ben üretmediğim için gücüyle oynayamam. Ben ışığı giydiriyorum" diyen Erdoğdu, tasarımlarında demir ve cam kullanıyor. Okside edilmiş demiri, aydınlatma elemanlarının omurgasında Art Deco tarzında şekillendiriyor. Çeşitli biçimler alan bu demirler bazen bir avize, kimi zaman bir ayaklı lamba ya da aplik olarak ortaya çıkıyor. Daha doğrusu heykelleşiyor. Tasarımları, ışıkları yanmadığında heykel kimliğiyle var oluyorlar. Tekli, ikili, üçlü aplikler, masa lambaları, avizeler, hepsi sanki birer heykel. Bir kelebeğin kanatlarından iki aplik çıkıyor, mor bir lalenin ortasından zarif bir ışık yayılıyor mekana.