Güncelleme Tarihi:
Geçen seneden planlandı yolculuk. İki Alman, üç Avusturyalı, bir de ben. Üç kadın, üç erkek, dördü öğretmen, biri müzisyen. İstanbul’da öğretmenlik yapıyorlar. Bir Alman gazeteci arkadaşımız iki yıl önce İran’a yolculuk yapmış, büyülenmişti. Çektiği fotoğraflar eşliğinde izlenimlerini aktarınca çok etkilenmiştik.
23 Ocak’ta uçakla Tebriz’e gittik. Açıkçası ben epeyce tedirgindim. Çünkü zihnimize yıllardır İran hakkında, Amerikan merkezli negatif bilgiler pompalanmıştı. Tuhaftır, Alman ve Avusturyalı arkadaşlarım benden daha sakin ve pozitifti. Komşumuza biz şüpheyle bakarken, onlar yıllardır gidip geliyordu. Üstelik Türklere vize yoktu.
İran’dan iş yaptığımız arkadaşım Hüseyin bizi havaalanında karşıladı. Bizi otele bıraktı. İlk iki gün, kenti gezdik. Çayhanelerde porselen demlik, ince belli bardakla servis edilen çayları doğal kesme şekerle içtik. Ertesi gün, Hüseyin, bir arkadaşı ve kızlarıyla bizi gezdirmeye geldi. Kızları üniversite öğrencisiydi. Çok zarif makyaj yapmışlardı, çok güzel İngilizce konuşuyor, spor ayakkabı giyiyorlardı. Tüm şehri kuşbakışı gören, yemyeşil bir tepedeki restorana gittik. Varlıklı ailelere hizmet veriyor. İranlılar nasıl sakin, huzurlu, şaşarsınız. Kimse sesini yükseltmiyor. Tane tane, usul usul konuşuyorlar. Ezan bile ahenkle okunuyor. Kulağınızın dibinde bomba gibi patlamıyor.
Çarşılarda, lokantalarda ilk dikkatimi çeken sebzelerin kokusuydu. Salatalığın kokusunu üç metreden duyuyorsun. Hormon, kimyasal kullanılmıyor. Baharatlar binbir çeşit. Sofraya oturduğumda, yemeklerinin Adana, Urfa mutfağı gibi yağlı olmasını bekliyordum. Yanılmışım. Hüseyin’in kızı Leila’ya, “Geceleri sokağa çıkabiliyor musunuz” diye sordum. “Elbette” dedi. Gecenin üçünde bile rahat yürüyebiliyormuş. Sonraki geceler sokaklarda gezen erkekli kızlı grupları ben de görecektim. O güzel Tebriz gecesinde, kentin ışıklarını seyredip, derin sohbetler ederken “İran’a ne çok haksızlık etmişiz” diye düşündüm. Bütün bilgilerim, yargılarım tepetaklak oldu.
AK SAKALLI MOLLAYA SÜRPRİZ YAPTIM
Tahran’a gitmek üzere gece trenine bindik. Yataklı kompartıman tertemiz, çarşafları sakız gibi bembeyazdı. Çay, çörek, kuru pasta, ayran servisi yaptılar. Sekiz saatte Tahran’daydık. Gardan iki taksiye toplam 8 dolar karşılığı İran Riyali ödedik. Tahran’ın en lüks oteli, beş yıldızlı Lale Otel’de iki kişi kahvaltı dahil konaklama ücreti 70 dolardı. Tahran, Tebriz’den sıcaktı. Gündüz yaklaşık 15 dereceye yükseliyordu sıcaklık. Başkentte iki gün kaldık. Önce ulusal müzeye gittik. Binlerce yıl öncesinden 19. yüzyıla kadar ülkenin tüm macerası görülebiliyor bu müzede. O günlerde Uluslararası Tahran Tiyatro Festivali yapılıyordu. Onlarca salonda Alman, Fransız, İngiliz, Ermeni, Özbek, Mısırlı, Norveçli, Çinli tiyatro grupları gösteri yapıyor, binlerce meraklı kuyruklara giriyordu izlemek için. Nedense Türk topluluk yoktu sadece.
Tahran’ın kapalıçarşıları sayamayacağım kadar çoktu. Halıcılar müthişti. Kökboyadan, rengarenk ipliklerle dokunmuş halılar gözalıcıydı. İstanbul’da 3 bin dolara aldıkları halının burada 200 dolar ettiğini görünce hayıflandılar. Halı alışverişini son durağımız Şiraz’a bırakıp, Kum kentine doğru yola çıktık. Yakıt, sürücü dahil 60 dolara bir minibüs kiraladık.
İki saatlik yolculuktan sonra kutsal yapıların şehri Kum’a vardık. Hazreti Masume’nin türbesinin bulunduğu dev Hazreti Fatma Camii’nin avlusuna girdiğimizde, her yıl burada yapılan özel bir törenle karşılaştık. Şiiler rengarenk bayraklar, davullar ve folklorik giysileriyle ibadetteydi. Müslüman olmadığımızı düşünüp, giremeyeceğimizi söylediler. Ben yoluma devam ettim. Bir görevli sertçe uyarıp, kendisini takip etmemi istedi. Avlulardan, kemerlerden geçip, bir kubbenin içindeki beyaz giysili, ak sakallı mollanın önünde durduk. Görevlinin konuşmasında İngiliz sözcüğü geçince atılıp Türk olduğumu söyledim. Mollanın yüzü güldü, önünde diz çöken görevliye talimatlar verdi. Görevli beni caminin içlerine doğru kibarca uğurlayınca bütün kapılar açıldı. Eşsiz güzellikteki caminin her yerini gördüm. Kapıda endişeyle bekliyordu arkadaşlarım. Dönüşte gördüklerimi anlattım.
SİNAGOGLARIN, KİLİSELERİN KAPILARI ARDINA KADAR AÇIK
Mucizeler kenti İsfahan’a vardığımızda Abbasi Otel’e yerleştik. Öylesine konforlu ki beş yıldız yetmiyor. Mozaiklerle donatılmış, minyatürler ışıl ışıl. Hayatım boyunca çok gezdim, böyle güzel otel ve şehir görmedim. Cami, türbe, medreseler... Acem, Afgan, Ermeni, Gürcü, Yahudi, Arap, Azeriler... Sinagog, kilise, şapeller... Hangi dine ait olursa olsun tüm ibadethaneler restore edilmiş, rengarenk. Sinagogların ve kiliselerin kapıları ardına kadar açık. İlahi sesleri ezanlara karışıyor, tütsüler buhurlara. Tüm din adamları şehrin içinde kendi giysileriyle dolaşıyor. İran parlamentosunda Yahudi ve Ermeni milletvekilleri olduğunu biliyorduk ama dini hayatın bu denli serbest ve güvenli olduğundan emin değildik. Bu ülkede, başka bir din mensubuna inancından dolayı bırakınız baskı yapmak kem söz bile söylemek büyük bir suç addediliyor. Uygarlık mı istiyorsunuz alın size uygarlık... Türkiye’yi düşündüğümde içimde bir yerler kırılıverdi, acı çektim kendi ülkemin Hıristiyanları ve Yahudileri için...
Meydanlar ve bahçeler çok dikkatimi çekti. İmam Meydanı’na gittiğimde, Türkiye’de gerçek kent meydanı olmadığını anladım. Beyazıt, Taksim ve Sultanahmet devede kulak gibi kalıyor yanında. İran’daki meydanlara bir bina dikmek, bir dükkan açmak kimsenin aklına gelmemiş. Yüzyıllar önce nasılsa, santimi santimine öylece kalmış. Geniş bahçeli saraylar ve evler karşısında diliniz tutuluyor. Bunları görünce bizim hasbahçeler için üzüldüm tabii ki. Çehel Sütun Sarayı’na gittik. Yani Kırk Sütun Sarayı. Aslında burada 20 ahşap sütun var ama bu direklerin önünde bir havuz bulunuyor. Bu 20 sütun suda yansıyınca oluyor 40 sütun. Aşk, dans, akrobasi temalı dev minyatürlerde kadınlar çıplak, erkekler sakilerin elinden şarap içerken resmedilmiş. Rejim değişse de tek santimine dokunulmamış. İranlılar bu minyatürlerle gurur duyuyor, sanatlarını gözbebeği gibi koruyor.
Her kapalıçarşıda farklı mesleklerin avluları, birkaç nargile kahvesi var. El işi cam, minyatür, resim, objeler üretiliyor. Çarşı kahveleri gençlerin buluşma yeri. Kızlar, erkekler buralarda arkadaşlık kuruyor, edebiyat, felsefe konuşuyor, flört ediyor. Herkes Hafız’ı ve Şirazlı Sadi’yi ezbere biliyor tabii ki. Hafız Divanı bir rahleye konuluyor, rastgele bir sayfa açılıyor ve fallar bakılıyor, kaderin, kısmetin neyse çıkıyor ortaya... Üç köprü var İsfahan’da. Geceleri ışıklandırılıyor ve şehir bir peri masalına dönüşüyor.
İsfahan’dan bir otobüse binip altı saatte Yezd’a gittik. Burası bizim Mardin’e, Harran’a benziyor. Labirent gibi sokaklarda kaybolmak çok güzel. Sonra da ver elini Şiraz. Hafız’ın ve Sadi’nin kenti. Bu büyük adamların kabirlerini ziyaret etmezseniz Şiraz’ı görmüş sayılmazsınız. Tam burada, Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiiri çınlıyor kulaklarımda. İranlı entelektüellerin yaşadığı bu şehri bile saatlerce anlatabilirim. Birkaç kez daha gitmek istiyorum İran’a. Kısmetse artık...
ne yiyor
Yerel lezzetler
ne giyer
Rahat spor giysiler
ne okur
Meslek kitapları, yerel müzik CD’leri
en sevdiği 5 yer
• Çıralı • Aix En Provance
• Amsterdam • Stockholm
• Morzin
ne alıyor
Şiir, roman, dergi
neyle seyahat eder
Uçak, otomobil
nerede kalır
Kent merkezindeki küçük otel, pansiyonlarda
kimle seyahat eder
Arkadaşlarıyla
çantasının vazgeçilmezleri
Kamera, günlük defteri, kitaplar, tişört, gezi ayakabısı