Güncelleme Tarihi:
Yenilenen Amica Dergisi, bu ayki sayısında çarpıcı fotoğraflar eşliğinde bomba gibi bir Sezen Aksu röportajı patlatmış. Şebnem İyinam'ın yaptığı bu röportajı o kadar beğendik ki bir kısmını sayfalarımıza almadan edemedik. İşte hiçbir yerde sorulmamış sorular ve cesur cevaplardan bir kısmı... Gerisi Amica'da...
Siz neden böylesiniz?
Galiba, herhalde artist doğuluyor... Sarayköy'de otururken sekiz aylık, şişko, kıçı bağlı ama annesinin yün yumaklarından meme yapan bir bebekmişim ben. Yirmi beş yıldır bana ‘‘Sahnedeki Sezen Aksu'yla evdeki Sezen Aksu arasında nasıl bir fark var?’’ diye sorarlar. Sahnedeki kadına en çok benzeyen kadın, evde kimse yokken banyoda, yatak odasında aynada kendisini seyrederken görünen kadın.
Yaşamınızı hem kahraman hem anti kahraman olarak, hatta ancak ikisi bir aradayken sürdürdüğünüz söyleyebilir misiniz?
Uzlaşan ‘‘kahraman’’ değilim. Bu kelimeyi size kullandıran şeyleri bana yaptırtan şey geçmişimle, varoluş problemlerimle, komplekslerimle, belki de reddedilmelerimle ilgili. Genç kızlığımdan gelen travmalarım var. Çok ciddi toplumsal reddedilişler yaşadım ben.
Genç kızlığınızda İzmir yılları söz konusu olduğunda babanızdan aldığınız en ağır cezayı hatırlıyor musunuz?
Babam son derece muhafazakar bir portre çiziyordu. 16 yaşında kardeşimin odasında ana rahmine çekilmiş vaziyette, babam tarafından öldürülmeyi bekliyordum. 29 kiloya düşmüştüm, çok özel ve ailevi bir meseleydi. Elinde bir kalsiyum sandoz ve D vitamini ile geldi ‘‘Biraz kuvvetlen, seni öyle döveyim’’ dedi. Babamın hala görmediği resimlerim var. 13 yaşımda fotoğrafçıya gidip, bir sehpanını üstünde bikinili pozlar vermişim. Bir insan niye yapar bunu 13 yaşında?
Her şeyin yanı sıra bekaret bekçileriniz de vardı, öyle mi?
Hem de ne şiddetli! O bekaret meselesi yaktı beni, zaten.
Babanız tarafından öldürülmeyi beklediğiniz an da, bu korkunun eseri miydi?
Bunu bir gün herhalde konuşabilecek duruma geleceğim. Ama onların hala çok yara aldıkları, mesele ettikleri bir şey olduğu için, ben de hala konuşamıyorum. Ama belki bir gün, en azından yazarım. Çok ağır bir kanama geçirerek hastanede yattım ben. Ölüme çok yaklaşmıştım.
Kürtaj mı olmuştunuz?
Evet, ama kanama kürtajdan önceydi. Üzüntü nedeniyle hormonal bir bozukluk. Durmadan kan veriyorlardı. Çok hazin bir şey yaşanıyordu, aile birbirine girmişti. Başucumda bir pikap, hastanede fırlamalık, piçlik yapmaya devam ediyordum. Pikapta Ajda Pekkan'ın şarkısı çalıyordu. ‘‘Bir sevgilim var 17 yaşında/Her akşam bekliyorum köşe başında’’ diye. O zamanlar da yaşadıklarıma hep mizah eşlik ediyordu. Bütün bunlar çok öfkeli bir kadın modeli çıkarabilecekken, başıma gelenlerle acayip eğleniyordum.
Tutuklu şarkısını Onno Tunç için yazdığınız biliniyor. Bir yerinde ‘ayrılık ölümden beter’ diyorsunuz. Gerçekten ayrılık daha mı beterdi?
Onna’yla yaşadığım vahşi bir şeydi. Ehlileştirilebilecek gibi de değildi. Ayrılığımız da öyleydi. Ölümden beterdi.
Ya diğerleri?
Ahmet... Benim Rüzgarlı Tepelerim. O öyle dururdu.
İntihar duygusunun kenarında dolaştığınız oldu mu hiç?
Ben intiharın çok keskin ve sahici bir noktasına geldim. Dünyadaki bir sürü şeyin farkına vardığım halde kendi acımı dünyanın merkezi zannettiğim bir an. Onno'nun ölümünden sonra, çok ağır bir ilaç tedavisi görüyordum, sağlığım yerinde değildi. Sert şeyler yaşıyordum. Banyoda herşeyi hazırladım, yanımada küçük bir teyp aldım. O sapık artistik güç hap yanımda, yine bir ritüel hazırlamışım yani. Sanki ölmeyeceğim de devamını seyredeceğim gibi. Yatak odam dördüncü kata ve o güne kadar Mithat Can bir kere kapıyı çalmadan içeriye girmemiş. Ama o gün içeri girip direkt banyonun kapısını çaldı ve ‘‘anne’’ dedi. ‘‘Efendim Mithat Can?’’ dedim. O sırada evlat sevgisi denen şeyin aslında yegane beklentisiz sevgi olduğu anladım.
Ben öleceğim, sonra da ölümsüzlük bulunuacak diye hayıflandığınız oluyor mu hiç?
Ben ölmeyeceğim, bak görürsünüz. Ölürsen namerdim!
Tavsiye sonucu aşk!
Yeni sevgiliniz Önder Bey'le nasıl tanıştınız?
Bir davete gittim, yıllardır tanıdığım insanlar var. Oturmuşuz ilişkilerden konuşuyoruz. ‘‘Yahu’’ dedim, ‘‘Doğru dürüst bir adam yok mu, şöyle her şeyi bir arada olsun’’. O sevgili arkadaşım ‘‘Tam sana göre’’ diye birinden bahsediyor ama ‘‘Tek kusuru var, zengin’’ dedi. Nasıl bir zengin acaba? Çünkü Türkiye'de zenginliğin türleri var. Birtakım ilişkiler kurarsınız, zenginliğinizin sebebi olur. Uzlaşmadığınız adamlarla uzlaşma içinde olmak mecburiyeti doğar. Dolayısıyla kişiliğinizden, prensiplerinizden, erdeminizden çalarlar. Böyle bir zenginle hiç işim olmaz benim. Arkadaşım da bana ‘‘Ne yaptıysa kendi zekası, birikimi ve eğitimiyle yaptı. Üstelik sana hitap edecek bir sürü özelliği var’’ diye methetti. ‘‘Peki tanışalım o zaman’’ dedim.‘‘Bir davet ayarlarız artık’’ dediler. ‘‘Çok uzun sürer, sen bana onun telefon numarasını ver’’ dedim. İnanmadılar, dalga geçiyorum zannettiler. Ertesi gün telefon numarasını çevirdim, ‘‘Önder Bey'le görüşebilir miyim?’’ dedim. ‘‘Buyrun efendim, benim’’ dedi. Ben de ‘‘Ben Sezen Aksu’’ dedim. ‘‘Kim efenim’’ dedi. ‘‘Dün gece böyle böyle bir sohbet oldu.
Arkadaşlarım sizi pek methettiler. Benim de birtakım takıntılarım var bu konuda. Bu Türk filmleri herhalde benim de fena halde beynimi yıkadı. ‘Zengin adam hıyar olur’ gibi önyargılarım var. Mutlaka öyle değillerdir. ‘Ben artık fikrimi değiştirdim, bana da uygun bir arkadaşınız var mı?’ diye sordum. Sizi tavsiye ettiler’’ dedim. Ama acayip de gırgır konuştum. ‘‘Ben sizle tanışmak istiyorum, siz de benle tanışmak isterseniz, telefon numaram şu’’ dedim. Önder birisi onunla dalga geçiyor zannetmiş. Sonra akşamüstü telefon açtı. ‘‘Ben Sezen Aksu’’ deyince inandı. ‘‘Ben şimdi Atina'ya gidiyorum, dönünce görüşürüz’’ diye sözleştik. Atina'dan dönüşte de buluştuk.
Tuhaf bir durum, öyle mi?
Nesi tuhaf? Ben hayatımda her şeyi netleştirdim. ‘‘Sizi tanımak istiyorum’’ dedim. Baktım, hakikaten hoş bir adam. Önce arkadaşlık etmeye başladık, şimdi çok hoş gelişiyor. Kalbım çarpıyor artık. Pırrrr, bundan daha güzel bir şey yok.