'İnsanlığın kaderi bu, düşünmek zorundayız…'

Güncelleme Tarihi:

İnsanlığın kaderi bu, düşünmek zorundayız…
Oluşturulma Tarihi: Şubat 09, 2014 14:44

Bu hafta gösterime giren ‘Daire’nin yönetmeni Atıl İnaç’la filmini ve öykünün tartışmaya açtığı ‘Felsefi’ meselelerin arka planını konuştuk…

Haberin Devamı

‘Daire’de öyküye damgasını vuran başlıca ögelerden biri ‘Taşra sıkıntısı’. Son dönem sinemamızda bu olgu tartışmalı bir yerde duruyor. Kimi yönetmenlerimiz ‘Orada bir köy var uzakta’ mantığıyla taşrayı bir kurtuluş alanı, bir masumiyet bölgesi olarak tasvir ediyorlar. Senin filminden taşrayla birlikte bize yansıyan duygu ise sıkıntı... Bu konuda neler söyleyeceksin?

Kentsoylu – Kırsoylu kavramları ve çatışması sınıflaşma süreçlerinden geçmiş Batı’nın kavramları ve sorunsalı. Kültürel kimlikle alakalı kavramlar. Bizdeki kullanımı ise nerede ikâmet ettiğinin ötesinde çok keskin bir varoluş ve değerler paradigması olarak derin köklere sahip değil. Roman geleneğimizdeki kullanımına, yansımasına baktığımda gerçek anlamda bir kentsoylu kültür kimliği olarak göremiyorum ben. En kabadayı haliyle, kır kökenlilik ile küçük burjuva kimliği arasında bir ayrımı ifade ediyor sanki. Yumuşak bir kontrast. Ama özü ne olursa olsun, insan hayatının temel çatışmalarını besleyen, ‘Öteki’ olanı tanımlayan güçlü bir parametre.

Haberin Devamı

Anlatı gelenekleri hangi kitleye hitap ettiğine bağlı olarak bu kimlik karşısında belirgin bir tavır almış. Dinleyicisi kentli olduğunda, köylülüğü gülünç, vulgar, kör cahil bir kimlik olarak betimlemiş. Taşraya hikâye anlattığında kentliliği, yıkıcı bir hırs içinde, gösteriş budalası, kompleksleri için yaşayan bir özenti olarak ezmiş. Bizim anlatı geleneğimizde bu kimlikleri ele alış biçimimiz belirgin bir biçimde soysuzlaşmış, bencil, özenti kentli-saf, temiz, diğergam taşralı şeklinde olmuş. Popülist siyaset geleneğimizle ciddi anlamda paralellik taşıyan oportünist bir tasvire sırtını yaslamış. Sinema geleneğimizde (ya da edebiyat geleneğimizde) köylüyü aşağılayan, görünce rahatsız olan kibirli kentsoylu tasviri aslında ergenleşme sürecinde kendi ailesinden utanan bir ergenin evrensel tepkiselliğine benziyor. Belki bu çiğliği ve yapaylığı ekseninde eleştirilmeyi fazlasıyla hak eden bir tavır… Ama temelde bu bir kentli – taşralı çalışması değil; ‘Ergen kompleksi’. Konuya kavramsal bir mühendislik özeniyle yaklaşan eserlerimiz de var elbette. Zaten onlar çoktan sanatsal değeri tartışılmaz bir kaidede duruyorlar.

Haberin Devamı

Ben kültürel kimlik veya sınıf eleştirisi (ya da güzellemesi) olarak ele aldığımı ya da eksene bunu koyduğumu düşünmüyorum. Karar veren, belirleyen, kaderi çizen, hayatlara hükmeden, kolektif bir erk kaynağı olarak hikâyeleştirdim. Ama dünyanın genelinde taşra psikolojisinin biraz daha hoşgörülü, uzlaşmacı ve bir parça daha analitik bir tavır yakalaması gerektiğini düşünüyorum. Dünyanın her köşesinde taşra refleksi modern sosyo-ekonomik sorunlar karşısında çözümsüz ve inatçı bir muhafazakârlığa dört elle tutunuyor diye bakıyorum. Ama bunlar filmin genel hikâyesinin dışında kalan şeyler. Soruya dönecek olursam, ‘Daire’nin anlattığı sıkıntı taşra ile doğrudan alâkalı değil, tümüyle kayıtsız ve umursamaz erk karşısında insanoğlunun genel sıkıntısı. Film rahatlıkla dünyanın her hangi bir metropolünde geçiyor olabilirdi.

İnsanlığın kaderi bu, düşünmek zorundayız…

Haberin Devamı

Öyküyü sürükleyen iki ana karakter ‘Kent kökenli’ ve taşrada bilmediği sularda çırpınan balıklar gibiler. Bu sadece oraya ait bir sorunsal mı, büyük kent yaşamı içinde de aynı sorunlar geçerli mi sence?

‘Daire’deki iki ana karakterlerinin taşrada sıkışıp kalmış, son sürat yokuş aşağı yuvarlanan kentsoylu bireyler olması ahlaki ya da değerler sistemine dair bir tercih değil. Daha içsel, kişisel bir aşinalıkla, aidiyet bağıyla yazdığım için yapılmış bir tercih. Hikâyede dominant olan gerek Feramus’un, gerekse de Betül’ün birey olarak (ya da bir zümre olarak) dışlanmış, gereksiz addedilmiş, çaresiz bırakılmış olmaları. Mücadele edecek güçleri giderek zayıflamış. İçinde yaşadıkları coğrafyada bir şey olmaktan, hiçbir şey olmamaya doğru hızlı bir geçiş yaşamışlar. Ve bu kaybetme, düşkünlük psikolojisi iç dünyalarında bazı şeylerin dengesini bozmuş. Sudan çıkmış balık gibi çırpındıkları yer coğrafyanın geneli.

O yüzden filmin derdi taşra ile falan değil, riayet etmek zorunda olduğumuz, yönetimine, takdirlerine boğun eğmek zorunda kaldığımız bir tavırla ilgili. Tuhaf ve sinir bozucu bir sırıtış altına gizlenmiş hınç, şakalar yapan bir zalimlik, adaletsizlik karşısında kahkaha atabilecek kadar duyarsızlaşmış üstü kapalı bir hesaplaşma psikolojisiyle ilgili. Bu ruh hali, taşra ya kent fark etmeksizin her yerde karşımıza çıkabiliyor, hatta sürekli çıkıyor. Misal, yapısal olarak ‘Daire’ye bir anlamda ilham da vermiş olan ‘Vişne Bahçe’si rahatlıkla taşrada değil, Saint Petersburg’da geçiyor olabilirdi. Kısacası ‘Daire’nin hikâyesi gerçek hayatta daha çok şehirlerde yaşanıyor.

Haberin Devamı

Filmin arka planında bir felsefi düzlem var ve ana karakterlerden Feramus, bir felsefeci. Lakin tutunamayışı belki de başlıca etmenlerden biri bu türden bir donanıma sahip olması. Bir başka okumayla ve biraz da abartarak ‘Felsefi öldürür’ gibi bir sonuç da çıkarmak mümkün ‘Daire’den. Bu öykünün yazarı olarak sen bu konuda neler söyleyeceksin?

Tarih boyunca düşünce, eleştirel, sorgulayıcı tavır tehlikeli bir uğraş olagelmiş. İnsanlık projesinin belki de en kıymetli, en gururlandığı niteliği olan düşünme edimi, aynı zamanda en çok cezalandırılagelmiş özelliği de. Tarihe baktığımızda bu genel bir tablo elbette. Ama bizde argo tabirlerden, özdeyişlere kadar girmiş, düşünmekle, felsefeyle ilgili çok ciddi bir hoşnutsuzluk, hatta tehditler yerleşmiş kolektif bilinçaltımıza. En nihayetinde Rodin’in düşünen adamı heykelinin röprodüksiyonlarını akıl hastanelerinin bahçesine koyan bir anlayışı soluyoruz. Elbette Feramus’un bir felsefeci olması kadar, Betül’ün de bir sanatçı olması sembolik bir anlam taşıyor. Kendi özgür iradeleriyle aldıkları kararların sonuçlarına katlanıyorlar gibi görünseler de, elbette birer ‘ide’ olarak kimlikleri, hikâyelerini determine eden bir üst kader hattı çiziyor. Başlarına gelen felaketlerle kendi davranışlarının nedensellik ilişkisi Voltaire’in ‘Candide’ karakterinin maruz kaldığı felaketlere kendisinin yol açtığını söylemek kadar zor. İçinde var olmaya çalıştığı düzenle bu iki karakter arasında bir modalite ya da kod farkı var ve ‘İşletim sistemi’ sürekli kilitleniyor.

Haberin Devamı

Diğer yandan bu tek taraflı bir mağduriyet ilişkisi de değil elbette. İnsanlık dramının dayanağı olan pek çok kanlı kuram da yine düşünce ediminin üretimidir. Tavizsiz analitik bir süzgecin nesnesi insan olduğunda sonuçlar çok acımasız olabiliyor kısacası. Ama Sisifos’un lâneti gibi, insanlığın kaderi bu. Düşünmek zorundayız; tehlikeli veya değil. Sonuç olarak ‘Felsefe öldürür’ gibi bir okuma içinde bir paradoks barındırıyor. Çünkü ölümsüz olmanın da tek yolu düşünce…

İnsanlığın kaderi bu, düşünmek zorundayız…

Geçmiş işlerine bakarak en azından bence en derli toplu filmin gibi görünüyor ‘Daire.’ Anlatım olgunluğunun dışında dertleri bakımından da... Daha önce bu türden yapıtlarla niye tanımadık Atıl İnaç’ı. Fırsat mı olmadı, konjonktür mü böyle gelişti? Aslında şuraya varmak istiyorum, bundan sonra nasıl filmler gelecek senin cephenden?

Bu soruda öz eleştiriye bir davet hissetmemek benim açımdan zor. Zira özeleştiri yapma konusunda mazoşizme varan bir tavrım olduğunu ve fırsat gördüğümde kaçırmadığımı düşünüyorum. Ama her öz eleştiride bir tür gerekçelendirme, meşru kılma, açıklama çabası da oluyor ki, üstü kapalı bir biçimde eleştiriden kaçma refleksi olan bu tuzağa olabildiğince dikkat ediyorum. Sanıyorum yapı olarak ‘Daire’deki Feramus’a benzeyen bazı taraflarım var. Karşıma çıkan seçenekler içinde beni genelde en tuhaf ve doğama uzak olan çekiyor. Uyumsuzluk ve tutarsızlık beni cezbediyor sanıyorum. İçinde mizahi bir durum buluyorum. Sözgelimi çocuklarla hiç anlaşamam ama çocuklara yönelik pek çok sit-com çektim. Böyle anlamsız bir eylemin kendisi bana eğlenceli geliyor. Kainatla kavga etmenin bir yolu gibi hissediyorum. Bunu benim açıklamaya çalışmam yerinde olmaz belki de. Çünkü bu da bir gerekçelendirme çabası. Eleştirilerden dinlemek daha doğru sanırım.

Bundan sonra nasıl bir proje gelecek sorusunun yanıtını vermem zor. Zira kariyer planlaması, projelendirilmiş mesleki kimlik gibi kavramlar bende karşılığı olan şeyler değil. Kapitalizmin önce ürünler için geliştirdiği “Şunu satın alınca bir üründen fazlasını, bir değerler bütününü satın alıyorsunuz” diskurunu akabinde insanlar sanal bir kişilik olarak üzerlerine giymeye başladılar diye düşünüyorum. Ben şu tür ya da bu tür filmlerin yönetmenidir diye bir algı peşinde değilim. Bu tür tutarlılıkların bir duruş olduğunu da düşünmüyorum. Duruş ile tarz birbirine karıştırılıyor. Duruş ahlaki bir ölçüdür. Görünüşüyle değil, insanlar arasında nasıl etkileşime girdiğiyle değerlendirilir. En lüzumsuz diziyi çekerken buz gibi havada 16 saat çalışan ekibin haftalığı ödenmedi diye çekimi durdurmak, ‘Altın Ayı’ kazanmaktan daha değerli benim için.

İnsanlığın kaderi bu, düşünmek zorundayız…

Sinemamıza ait son dönem yapıtlarında politik bir arka yapı pek göze çarpmıyor. Ülkenin içinden geçtiği sürece ilişkin öykülerin perdeye bir türlü yansımıyor. Evet, Kürtler özellikle bugüne kadar çektikleri acıları, kendi yaşadıkları sorunları aktarıyorlar ama genel bir manzaranın izlerini göremiyoruz. Direkt politik anlatıma sahip ‘Slogancı’ filmleri kast etmiyorum, hâkim ideolojiyle dertleri olan, (ki bazı filmler uzlaşabilirler de) yapıtlar göremiyoruz. Sence bunun nedeni ne? Niye bu denli apolitik bir yapı var?

Ticari sinemadan zaten politik, eleştirel, cesur bir söylem beklenemez. Sizin dem vurduğunuz sinema bağımız yapımlar, festival filmleri olsa gerek. Bu bağımsız olduğu mitiyle üretilen filmlerin jeneriklerine baktığınızda ne görüyorsunuz? Devlet fonları, devletlerarası ajansların fonları, uluslararası dağıtım ağları, çokuluslu şirketlerin sponsorlukları, bu şirketlerin desteklediği festivallerin fonları, büyük sermaye medya holdingleri vs. Bağımsız sinema kavramını ‘7. Sanat’a kazandıran ‘Sundance Festivali’nin seçkisiyle artık Amerikan Anaakım medyası bile dalga geçiyor. ‘Bağımsız’ Vampir filmleri, ‘Bağımsız’ zombi filmleri, ‘Bağımsız’ gençlik filmleri vs. yarışıyor kaç yıldır. Siyaset doğru siyasi sinema diye bir şey olmaz. Poligonda kâğıt hedeflerle savaşmaktan, kimsenin kimseye tek bir fiske vurmadığı Amerikan güreşinden bir farkı yok bu tür boş söylemlerin. Cesaret, cüret gerektirmeyen, risk taşımayan politik sanat mı olurmuş? Üzerinde evrensel mutabakat sağlanmış, atış serbest tarihi meselelere, en bayat klişelerle girişmek dışında bağımsız sinemacılara cafcaflı biçem isimleri altında, suya sabuna dokunmayan birey bunalımları kalıyor. “Cinsel hayatımda adını koyamadığım bir sıkıntı var, bir de terliğimin tekini bulamadım, tadım kaçtı” filmleri diye bakıyorum pek çoğuna. Varoluşçu edebiyatın ilk örneklerinde sanatçılar ne cesaret gösterileri sergilediler. Savaş karşıtlığı, sınıf mücadelesi, paylaşım adaletsizliği... Sıkılmış bir biçimde denize, duvara, ovaya, şehre, yatağa, terliklerine bakan adam izlemekten festival seyircisi bayılacak duruma geldi. Ama sinema sanatını fonlayan karmakarışık finansman ilişkileri yüzünden buğulu gözlerle bakan bunca dertli insanın gerçekten neden dertli olduğunu anlatmaya cüret etmek çok zor. Balkanların son yılların gurur tablosu sineması hâlâ Sovyet dönemini eleştiriyor. Amerikalı hâlâ geçen yüzyılın köleliğine vuruyor. Kendi meclisleri her gün tartışıyor 12 milyon kaçak göçmen yaşıyor. Bunların nerede, ne koşullarda yaşadığını herkes biliyor. Geri dönse dönemez, kıpırdasa kıpırdayamaz. Kayıt altında değil, kâğıt üzerinde yok sayılan yaşamlar. Plantasyon köleliğinden daha sert bir kölelik var. Herkes biliyor ama anlatmaya kalkınca yüz yılbaşının hayaletleriyle Amerikan güreşi yapıyorlar.

Bizde farklı olmasını nasıl umabiliriz ki? Bu kadarı bile takdire şayan. Korkarım giderek daha da kötüleşecek. Çünkü dikkat ederseniz, televizyon dizisi çekerek, kendi bağımsız filmlerini finanse yönetmen kavramı da yok oluyor. Festivallerden ödül alan sinema yönetmenlerini televizyon sektörü çalıştırmak istemiyor. Dizi yönetmeni, yazın da gişe filmi çekiyor. Bu arada stüdyo sistemi diye yutturmaya çalıştıkları şey böyle bir şey değildi eskiden. Warner Brothers Antonioni filmlerine yapımcı oldu, Paramount Pakula filmlerine, MGM repliksiz ‘The Wall’a milyonlar döktü, yüzlerce böyle örnek var. Bizde yılda 4 dizi, 3 ticari sinema filmi yapan büyük yapımcılar, “Ben artık para kazanmak istiyorum” diye bağımsız projeleri açmadan geri yolluyor. Pek güzel, ne mutlu o zaman size.

Bundan sonraki projenden ya da projelerinden bahsedebilir misin?

Az önce söylediğim gibi planlanmış, projelendirilmiş bir ‘Yapılacaklar’ listem yok. O yüzden bir sonraki projemi şu anda tam öngöremiyorum. Ama şu kadarını biliyorum, her proje hayatla olan bağı, günlük yaşamın tonunu çok derinden etkiliyor ve bu etki uzun sürüyor. Türkiye’nin mevcut siyasi tablosu, sosyo-ekonomik gelişmeleri bana bir yaşam enerjisi, umut ve üretme isteği vermiyor (öte taraftan kime veriyor bilemiyorum). Büyük olasılıkla yaşam enerjisini yok eden bu olgular üzerine bir hikâyeye girişmek gerekecek.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!