Faruk Bildirici
Oluşturulma Tarihi: Ekim 31, 2010 00:00
Sıra dışı bir ressam Lolita Asil. İsmiyle de resimleriyle de... Resminin asıl objesi insan. Ama o, insanı resmetmek için bildik yöntemleri kullanmıyor; kadavraları inceliyor, otopsilere giriyor. Amacı da insanın içini görmek! İnsanın farklı bir yanını gördüğü de muhakkak, harika portreler, güzel insanlar değilse bile olağanüstü renkler ve hayat çizgileri çıkıyor ortaya
Resme iki yaşında başlamışım. Ama kendimi bulmam lise zamanı. Perspektife o zaman ciddi şekilde kafayı takmıştım. Sınava girip kazanamayınca beş yıl ara verdim. Sonra hiç aklımda yokken 1984’te tekrar resme başladım. O zaman bir resim kursuna gittim. Amcam, Devrim Erbil’in ilk eşi Ayça Serimer’i tanıyordu. Ayça Abla, 1986’da beni Devrim Erbil ile tanıştırdı. Bir yıl misafir öğrenci olarak çalıştım. Hedefim, Mimar Sinan Üniversitesi’ydi. 1987’de altıncı olarak kazandım. Akademide Adnan Çoker’de okudum dört yıl. Master ve doktorayı yine Devrim Erbil’de yaptım. Devrim Erbil öğrenci üzerinde atölye etkisi yaratmıyor, kendinizi bulmanıza yardımcı oluyordu. Bence ressam olmak isteyenler bir kere daha düşünsün.
KADAVRALARDAN SONRA VEJETARYEN OLDUM
Doktora sırasında da ‘İnsan bedeni ile resim ilişkisi’ üzerine tez hazırladım. Bu dönem insana yöneldim. İnsanın evrenle bağlantısını araştırmaya başladım. Çok büyük bir boşluk vardı hayatımda çünkü. Leonardo da Vinci’yi akademide tanıdım. Onun, ’İnsanı merak eden içine bakar’ düşüncesine yoğunlaştım. İtalya’ya o kadar çok gittim ki, anavatanım gibi oldu. Akademide güzel vücut çizmeyi sevmezdim. Rubens’in kadınları beni daha çok çekerdi. Kaslı, deforme olmuş vücutlar, iri kemikler, çok çalışmış elleri ayakları çizmek daha ilgi çekiciydi. Sonraları vücuttaki girinti çıkıntının, kemiğin arkasını görmek için kadavralara yöneldim. İlk kez 1996’da kadavraya girdikten sonra et yemeyi bıraktım. Bir daha da yemedim, vejetaryen oldum.
Balık yiyorum. 2005’te otopsiye girmek için bir dosya sundum. “Ben insanın içini resmediyorum. Ben sanatçıyım görmek istiyorum” dedim. Çapa’da Anatomi Anabilim Dalı Başkanı hocam Prof. Dr. Kayıhan Şahinoğlu beni Cerrahpaşa’ya yönlendirdi. Adli Tıp’ta otopsiye girmemi kabul ettiler.
İSMİM
Nabakov’un kitabının adıYaşlanmak bana uzak geliyor. İsmim zaten yaşlanmaktan alıkoyuyor. Lolita olmanın getirdiği büyük bir yük var üzerimde. Dünyada ismi Lolita olup benim gibi olan kaç kişi vardır? Ben özgün bir kişiliğim, ismim de çok farklı. Çocukken Lolita ismini taşımak zordu, şu an hafiflemiş durumdayım. Annem, Vladimir Nabokov’un ‘Lolita’ kitabının filmini izlemiş. Oradan etkilenmiş. Babam, “Lolita olur mu? Çocuğa Oya ismi koyalım” demiş. Annem de ısrarla “Lolita olacak” demiş. Nabokov’un kitabını okuduğum zaman 13 yaşındaydım. O kitaptaki Lolita ile yüzleşmek başka bir şey. Onun için şimdi uzak dursun o kitap benden. İsmim zamanla sanatçı kişiliğimle bütünleşti. İsmim ve soyadım benim için çok önemli. Ben doğada her şeyin bir güce sahip olduğunu ve enerji taşıdığını düşünürüm. O güç ne kadar ön plana çıkarsa her şeyinize o kadar yansır. Benim ismimde güçlü duruşlar var, gerek mana gerekse harflerin yerleşimi açısından.
EVRENSEL RENKLER
En büyük tabloyu yaptımTürkiye’de bilinen en büyük resimdi, ‘Evrensel Renkler’ tablom. Üç metreye 10 metre. 2000’de, sekiz ayda tamamladım. Doğayı anlattım, bütün renklerin titreşimlerini gösterdim orada. Beş duyumuzla algılayamadığımız bir dizilim var; bütün doğayı, insanı bu etkiliyor. Ne akımlara ne bir döneme asla sanatımı koymak istemiyorum. Akademinin kalıplarını yıktım. Resimlerimde hayatı çizgilerle anlatmak istiyorum.
ANNEM
Dört yaşımda kaybettimÇok yalnız bir çocukluk geçirdim. Benden 1.5 yaş büyük ablam vardı sadece hayatımda. Bebeklerle oynamazdım, kendimle vakit geçirirdim. Büyük hayaller kurmazdım. Annem, ben dört yaşındayken ölmüş, 27 yaşındaymış. Kalp romatizması burada tedavi edilemeyince son çare Londra’ya gönderilmiş, orada vefat etmiş. Ben de bir ara Londra’ya çok gittim geldim, orada sergi açmak istedim. Sonradan hatırladım annemin orada öldüğünü. Londra’da bir sergi açarsam serginin adı ‘Annemin Anısına’ olur. Annemden hiçbir şey hatırlamıyorum. Bende bıraktığı sevgi boşluğu çok büyük oldu ama hayatımda olumsuz şeyler yarattı mı, kesinlikle hayır. Çok olgun bir insan olmamı sağladı. Küçücükken kendimi çok yaşlı hissediyordum. Hani, kaç yaşındasın deseler, “100 yaşındayım” derdim. Ellerimde damarlar gözüküyordu. İnsanın çocukken damarları görünür mü? Belki çok çalışkan olduğum içindi. Beni babaannem büyüttü.
MARDİN
İstanbul’a gelen ilk Süryanilerdeniz
Babam, 1950-55’li yıllarda yaşam zorlukları yüzünden Mardin’den ayrılmış. Mardin’den İstanbul’a gelen ilk iki Süryani aileden biri oluyorlar. O dönemde bunu göze almak büyük cesaret. Şimdi İsveç’teki bazı Süryaniler Mardin’e geri dönüyor. Ne kadar uyum sağlayabilirler oraya, emin değilim. Doğduğumuz topraklar bizi yaşlılık döneminde çok çeker. Babam da son zamanlarında Mardin’i çok özlerdi. Ben maalesef Mardin’i tanıyamadım. Fakat hücrelerimin tanıdığını çok iyi biliyorum. En son açtığım ‘Hayat Çizgileri’ sergisinde yaptığım resmi gören bir mimarın, “Bu resimlerde Mardin’i görüyorum” diye yorumlanması da bunun göstergesi. Demek ki Mardin’in o el işçiliği, tahta oymacılığı, telkari işinin, kentin havasının insanın hücresinde dolaşan bir yanı var. Mardin’i iki kere gördüm. Birkaç gün, o kadar. En son, 1983’te oradaydım. Hazır olduğum ve beni çektiği zaman oraya gitmeyi planlıyorum. Mardin, şu ana kadar çağırmadı. Nedenini bilmiyorum.
BODY WORLD SERGİSİ
Çocuklar da gidebilirBody World (Orijinal vücut dünyası) sergisini 2006’da Manchester’da gördüm. Kadavra ve otopsilere girmemden sonraydı. Büyük bir esin kaynağıydı. Bravo diyorum, gerçekten bravo. Benim yaptığım sanat tarafı. Gunther von Hagens bir doktor olarak işin tıp tarafını yapıyor. İstanbul’da da iki defa gittim, orada çizim yaptım. Rahatlıkla çocuklar da gidebilir.
İNANÇ
İlahileri çok severimBen sanatımı inançla yapıyorum. İlahi gücün hepimizin içinde olduğuna inanıyorum. İçimizde büyük bir parça var. Ben insanı çalışırken o ilahi gücü onun içine yerleştiriyorum aynı zamanda. Onu mükemmel bir varlık, yaratık olarak hazırlıyorum ve sunuyorum. Her gece yatarken ve kalktığımda mutlaka dua ederim. Etmediğim zaman kötü olacakmış gibi düşünürüm. Kiliseye de giderim. İlahileri çok severim ama sesim pek iyi değil.
BABAM
Gümüşçülük işini devraldım
Babamı kaybedeli 10 ay oluyor. İki yıl kadar rahatsızlık dönemi vardı. 80 yaşındaydı. Onun hastanedeki yaşam savaşı benim savaşıma döndü. Hayatım tekrar değişti. 2007’de sanatı ertelemek durumunda kaldım. Babamın Kapalıçarşı’daki dükkanını devraldım. Gümüşçülük bana çok uzaktı, artık alıştım. Bir malın gümüş olup olmadığını dokunmadan anlamaya başladım. İkinci el gümüşçülük yapılıyor dükkanda. Gümüş işleri alıp yeniden satıyoruz. Amcam ve babam, gümüşçülüğü Mardin’deyken öğrenmiş.
SERGİLERİM
Zamanın bir adım ötesindeyimSergileri açmadan önce çok heyecanlanırım. Günlerce uykusuz kalırım. Hele son günler tam doğum sancıları gibi. Resimlerimi beğenmeyen o kadar insanla karşılaştım ki. Beni sevecek değil ama yapmak istediğimi anlayacak ve saygı duyacak insanların çoğalmasını istiyorum elbette. İzleyicinin sanata bakıştaki kemikleşmiş yapısını değiştirmek istiyorum. Resimlerimin insanların evine, koltuklarının rengine, kafasına uyması gibi kaygılarım yok. Ben sıra dışı bir ressamım, yaptığım iş sıradan değil. Bu yüzden anlaşılamamak son derece normal. Çünkü zamanın bir adım ötesindeyim. Eserlerim çok beğenilir, çok alkışlanırsam kendimi yenileyebilir miyim diye kaygı duyarım. Ben sanatçıyım. Afetlere, insanların birbirlerine ve doğaya zarar vermelerine son gelecek elbette. Yeni bir doğasal yaşamın temelleri çoktan atıldı. Bu yeni oluşuma ancak yeni bir insan modeli uyum sağlayabilir. Bütün hücreleri yenilenmiş bir insan. Yeni eserlerimde bunun tohumları 2005’te atıldı. Resmim evrim yaşıyor.
OTOPSİ
Mutsuz insanların içleri de karanlıktıKadavra ile otopsi arasında çok ciddi fark var. Otopsi çok fena. İnsanlar kasap gibi başlarında durmuş, testereyle rutin bir şekilde kesip açıyorlar. Eşsiz bir makine olan vücut zavallı bir duruma düşüyor. Kadavrayı kitaba benzetiyorum. Öğrenciler, sayfa sayfa açarak bakıp vücudu öğreniyor. Yüzeyden derine katman katman iniliyor; renksiz de olsa her tarafında bir bilgi var. Otopsiyse tıpkı
film gibi, her birinin hikayesi birbirinden farklı. 15 gün denizde kalmış biri ya da bir yıl sonra mezardan çıkarılmış bir ceset geliyor önünüze. Otopside daha önce defalarca dıştan çizdiğim insanın içini görmek istedim. İnsanın dışıyla içinin farklı olmadığını gördüm orada. Yaşamında mutluluğu görememiş insanların içlerinde karanlığı gördüm. Midesinden bıçaklanarak öldürülen bir insanın vücudu simsiyahtı. Yaşadığı korkuyu öldükten sonra da içinde, teninde, gözlerinde, her yanında görüyorsunuz. Herkes önlük giyiyor, maske takıp giriliyor otopsiye. Hocalardan biri geldi, anlatmaya başladı. Baktı ki ben çok meraklı bakıyorum, “Siz neredensiniz” dedi. “Ben Mimar Sinan’dan, ressamım” dedim. Kahkahayı patlattı. “Sizin ne işiniz var burada” dedi. “Gözlemci olarak geldim” dedim. Bir ressamın gönüllü olarak otopsiye girmesi doktorlara ilginç geldi. Otopsiyi 15 günlük bir çocuk cesedi geldiği gün bıraktım. Kadavralar ve otopsiler, resmimi çok farklı etkiledi. Hayatımda da çığır açtı. Kadavraları gördükten sonra ‘Ses, Isı, Renk’ sergisini açtım. Otopsiden çıktıktan sonra da ‘Hayat Çizgileri’ geldi. Otopsiye katıldığımız doktorlardan sergiye gelenler de oldu merakla. Tıp ile sanatın ortak konusu insan. Birbirimizi tamamlıyoruz aslında.