Güncelleme Tarihi:
Öyle değil mi ama?
Etrafınıza bir bakın, televizyonları seyredin, gazeteleri okuyun. Ne çok insan kendini iyi bir haltmış gibi yutturuyor, ne uyduruk zevatı adam yerine koyuyoruz, ne ciğeri beş para etmezlere itibar ediyoruz... şaşarsınız.
Ama bu çok önemli değil, çünkü bunların altındaki “kişiliksizlik” o kadar tedavi tanımazdır ki, öyle arsız (Fransızlar “tabii olanı kovsan da dörtnala geri gelir” derler, bizim “can çıkar huy çıkmaz” dediğimiz gibi) ... bir yerden açık verirler sonunda.
Makyajı abartılı olanın bilin ki defosu çoktur, ya cildi bozuktur, ya burnu yamuktur. Aynı şekilde kendini pazarlamak için aşırı (aşırı diyorum, çünkü belli bir doz pazarlama olmazsa olmaz) gayret gösterenler de mutlaka sahtekârdır, sattıkları mal (kendileri) muhakkak tapondur, entellerin, “dünyadaki büyük sanatçılara küçük ismiyle hitap eder” numaraları yapanların hepsinin altında kör cahiller yatar, aristokrak takılanların çoğu kenar mahalle gülüdür...
Bunlara üzülmem, iki gün aldansam, üçüncü gün fark ederim bir sahtekârın karşısında olduğumu.
Ama eğer, gerçekten değeri olup da bunu göstermeyi bilmeyen, benim, dış görüşüne, üstüne başına, tevazuuna, şekilsizliğine aldanıp da ıskaladığım biri olursa, işte buna çok yanarım.
*
Sait Faik ne yazdıysa okudum. Hafızam zayıf olduğu için, pek çok hikayesini döne döne okudum… Ama Uzun Ömer’le yaptığı röportajı sanki ilk kez okurmuşum gibi geldi bana.
Uzun Ömer’i bileniniz de vardır, ilk defa duyanınız da. Hatırlatayım.
Uzun Ömer derlermiş, boyu iki metreyi yirmi santim kadar tecavüz eden dev gibi bir adammış, Köprü altında piyango satarmış. Ben yetişmedim, adını duyduğumda genç yaşta ölmüştü, ama hayatını piyango bayii olarak kazandığı, herhalde dev boyundan posundan başka yerde iş tutması zor olduğu için artık valilik mi, belediye mi kim tahsis ettiyse, Galata Köprüsü’nün Karaköy ayağına doğru, bir camekanın içinde “Uzun Ömer’in ayakkabısı” diye teşhir edilen kahverengi iskarpini hatırlıyorum bir tek. Çocukluk beni yanıltmadıysa eğer, 70 numara mıydı, 75 numara mı bilmem, ama hani çocuk mezarı dedikleri kadar vardı.
Sait, 1947’de yaptığı röportajında, Uzun Ömer’in tertemiz bebek yüzlü bir dev olduğunu söylüyor, kafası, burnu, çenesi, ağzı, elleri… her şeyiyle düzgün, herhangi bir sakatlığı, çarpıklığı yok, ama … normal bir insanınkinin hemen bir misli büyüklükte.
Böyle dev gibi insanlar genelde çocuk ruhlu, temiz yürekli olurlar ya, Ömer de böyle yumuşak huylu, barışık, sakin bir devmiş. Sait, “Tabiat, böyle güzel huylu bir insana böyle bir haksızlığı niye yapmış” diye soruyor.
Neden bilmiyorum, Sait’in bu Uzun Ömer röportajını okurken, birden Ali’yi hatırladım. 20 senedir bir kere bile hatırlamamıştım Ali’yi. Beynimin gece yattığım yerde niye böyle bir bağlantı kurduğunu bilmiyorum, hafızam niye yirmi senelik çer çöpün altından, arayıp, kaybolduğunu sandığım, daha doğrusu varlığını bile unuttuğun bir hatırayı ısıttı acaba? Bilmiyorum. Vardır bir hikmeti deyip, anlatacağım.
*
Kars’ta kısa bir süre, bir ay, bir buçuk ay, takım komutanlığı yaptım.
Sabahtan akşama kadar eğitim yaptırırdık, önce piyade eğitimi, sonra manga, takım ve bölük eğitimi, sonra hepsini sil baştan, yine piyade, manga, takım… Döne döne aynı eğitim, kusturana kadar tekrarlanırdı, sistem “en cahil ve en geri zekalı” askere göre düzenlenmişti. Bir gün size bu tekrarlara dayanamayan İstanbullu hapçı askeri de anlatırım.
Hafızpaşa Kışlası’nın İmamevleri denilen lojmanları tepeden gören bir yamacında eğitim çadırları kurulmuştu. İnsanın kulaklarını cılk yara yapan güneşe, donuna kadar işleyen yağmura, ayak bileklerini bile hissizleştiren soğuğa bakmaz, çök kalk, tüfek al tüfek çat… eğitirdik. Çok üşüdüğümüz zaman da, her tarafından soğuk rüzgarlar esen çadıra sığınır, sıcak birer çay içerdik.
Bölükte, Ali adında bir çipil köylü çocuğu vardı. Sarışın, mavi gözlü, kısacık boylu, ama güçlü kuvvetli bir oğlandı. En çok getir götür işlerine salardık, yay kirişi gibi eğri, kısa bacaklarıyla ondan hızlı koşan, maymun gibi direklere tırmanan yoktu. Nedense, Ali’nin biraz geri zekalı olduğuna karar vermiştik. Okuması yazması yoktu, Ali Okulu’na yazmıştık onu da, ama öğrenebileceğinden emin değildik. Zaten konuşmayı bile doğru dürüst beceremiyordu, anladığından bile şüphemiz vardı. Ama hep gülen yüzü, verilen işi canla başla, çarpık bacaklarıyla koştura koştura yapması yüzünden, seviyorduk Ali’yi.
Bir gün, eğitim alanında verdiğim istirahat esnasında, Ali’yi bölükten ayrı, tek başına, yere çömelmiş gördüm. Doğu’yu bilen bilir, toprak buralardaki gibi çamur olmaz, kışın donduğundan toz gibidir, ıslanınca da farklı bir toz-çamur haline gelir. Soğuk havada birden güneş yükselir, ıslak, çamurlu toprak hızla ısınır ve ortaya, Napolyon’un savaşlarını yahut da Amerikan iç harbini anlatan filmlerdekine benzer bir manzara çıkar, hani konserlerde yerden beyaz bir duman verirler ya… Soğuk ve ıslak toprak birden güneşi görünce, buharlanma olur ve insan, eğitim alanında da asker ve çadırlar, birden, yerden yükselen esrarengiz beyaz sisin içinde bulur kendini…
Ali, eğimli bayıra çökmüş, zaten küçücük olduğu için yerden yükselen sisin içinde kaybolmuş, sağ eli çenesinde, karşı sırtlara bakıyordu. Yaklaştım yanına, dedim ya daha önce doğru dürüst konuştuğunu bile duymamışız, “N’apıyorsun burada bir başına Ali?” diye sordum.
Ayağa fırlayıp esas duruşa geçti, o zaman çipil gözlerinden süzülen yaşı gördüm:
- Aha şu kara koyunları seyrediyom!
- Hangi koyunları? Orada koyun moyun yok!
- Olma’mı Kom’tanım, aha bak şurada, kara koyun otluyo orda…
Hayır, gösterdiği sırtlarda bir tane bile koyun yoktu. Sadece yeşil ot…
Dürbün istedim, maksadım Ali’ye yanıldığını göstermek.
- Ne tarafta Ali senin kara koyun?
- Bir tane değil Kom’tanım, saymışım tam tamına yedi tanedir.
Dürbünle baktık. İnanmayacaksınız ama Ali haklıydı. Ben, askerî dürbünle bile sayılarını bilemedim, ama gerçekten de ta uzakta, yamaçta otlayan kara koyunlar vardı. Benim Ali, yerini gösterdiği halde, dürbünle zor seçtiğim bir uzaklıktaki kara koyunları görmüş, saymıştı.
- Peki niye ağlıyorsun, onu da söyle bakalım!
- Evimi özlemişimdir, köyümü özlemişimdir. Benim de böyle kara koyunlarım vardır.
Kırıkkkale’nin bir köyündenmiş Ali. Beş çocuklu bir ailenin çocuğu. İki kardeşi geri zekalıymış, bir kız sağır, bir oğlan da sağır dilsiz.
Bizim konuşmayı bilmiyor, söyleneni bile doğru dürüst anlamıyor diye bir kenara bıraktığımız Ali bir açıldı pir açıldı, anlattıkça anlattı. O saf ve salak (görünüşlü) Ali’nin altından, “Anamla babam akrabadır, kardeşlerim hep ondan sakat oldu. Cahillik işte Kom’tanım” diyen bir Ali çıkıverdi.
Daha beş yaşındayken çobanlığa göndermişler Ali’yi, okul yüzü görmemiş.
Sonradan anlattı.
“Sabah daha gün doğmadan çıkardım dağlara, kara koyunlarımın peşinde. Bazen bir hafta, iki hafta dağlarda uyurdum. Gece karanlıkta eve dönerdim. Elektik mi var ki bizim oralarda, gün döndü mü herkes yatardı. Anam babam benimle hiç konuşmazlardı. Kardeşlerim sakattı. Ben beş yaşımdan aha bu asker ocağına gelene kadar, inanır mısın, dağlarda tek başıma, bir insanla konuşmadan, kara koyunlarımla büyüdüm. Doğru dürüst konuşmayı burada öğrendim.”
*
Ondan sonraki yirmi küsur sene, Ali kadar mutlu olduğum başka “keşfim” olmadı.
Ama çok kandırıldım.