Güncelleme Tarihi:
Mesela, Allah selamet versin, adı bende gizli (Kod adı E. olsun) bir abimiz var ki, yemeği hiç (!) sevmez. Yemez, yedirir. Daha doğrusu yer ve bizim de gırtlağımıza sokar. Sabah eşi hanımefendinin elinden, tadına doyulmaz börekler geldi. Sonra sürekli grisini çubuklar, nane şekerleri... Telefonla verilen çiğ börek siparişleri, getirtilen çaylar, tostlar...
Ben de (adım bende gizli, kod adım S. olsun) E. abimizden aşağı kalmam maşallah. Kemal’in dediği gibi, “Agop’un kazı gibi” durmadan yerim, herkesi gıcık etmek için kilo da almam üstelik.
Bir diğer arkadaşımız daha var ki, (onun adı da bende gizli, T. diyelim) onun da arası yemekle iyidir. İyi ne kelime, hiç aklından çıkmaz. “Serial eater!” Tıpkı E. abimiz gibi, yemekle ilişkisi şehvet üzerine kuruludur, zeytinyağlı dolmayı ağzına atışını bir anlatır sana, Raquel Welch’i yatağa atıyor sanırsın.
İşte bu T. çarşamba günü bir mide röntgeni çektirecekmiş. 8 saat yememesi gerekiyor. Zannedersin ki dünya nimetlerinden elini ayağını çekecek, Katolik rahipleri gibi perhiz yemini ederek manastıra kapanacak... İki saattir nefes almadan yemekten bahsediyor.
Birisi oradan, “Yahu ciğerimi üşüttün galiba ben!” mi dedi, atılıyor:
- Ahhhhhhhh, şimdi bir Arnavut ciğeri olacaktı ki...
Anlatıyor. “Fantââzilerini” sıralıyor. Hayalinde bir sofrada oturuyor zahir. Halüsinasyonlar görüyor. Mezeler bitti, çorbayı içtik, ana yemek de tamam, tatlıdan sonra bir de sulu armut yedik, “Tamamdır, diyorum kendi kendime, artık bir de kahve içer, yanında acı çikolatayla, sofradan kalkar herhalde.”
Nerde?
İkinci tura geçiyoruz...
- Ulan T. kafamızı becerdin ha!
- Aaaah, kafa demeyecektin abi, şimdi bir yarım baş olacak, şöyle bol kekikli...
Onun için soruyorum, insan kulağından kilo alır mı, diye.