Sibel ARNA
Oluşturulma Tarihi: Aralık 22, 2007 00:00
Her şey Harper’s Bazaar dergisinde Marc Jacobs ve Naomi Campbell’la yapılan röportajı ve şahane fotoğrafları görmemizle başladı. Campbell ve Jacobs, manken ve modacı ilişkisinin dışında 20 yıllık arkadaştı. Birbirlerinin iyi ve kötü günlerini hiç sorgulamadan paylaşmışlar, hatta alkolden kurtulmak için birlikte rehabilitasyon kliniğine yatmışlardı.
Okuduklarımız ve gördüklerimiz, Türkiye’de bu kadar yakın arkadaş olan manken ve tasarımcılar var mı, sorusunu akla getirdi. Evet vardı: Cengiz Abazoğlu ile Çağla Şikel’in, Hakan Yıldırım ile Cansu Dere’nin neler neler paylaştığına inanamayacaksınız.
ÇAĞLA VE CENGİZÇağla ile Cengiz’in arkadaşlıkları 10 yıl öncesine dayanıyor. Çağla 17 yaşında, Türkiye Güzellik Yarışması’nda birinci olduktan iki gün sonra. Cengiz defile yapıyordu ve Türkiye’nin yeni güzeliyle çalışmak istemişti. Çağla provalara annesi ile geldi. Gelirken yanında bir demet papatya getirdi. Farkını daha ilk günden ortaya koymuştu: "İster inanın ister inanmayın Çağla’yı tanıdığım ilk günden beri çok iyi tanıdığımı hissediyorum. Sanki o benim çocukluk arkadaşım. Yanında
poz kesmek, duygularımı belli etmemek gibi durumlara hiç girmedim. Çünkü biz birbirimizi biliyoruz gibi geliyordu."
Cengiz Abazoğlu defilesi Çağla’nın ilk defilelerinden biriydi. Çok amatördü. Podyumda bir manken gibi yürümekten çok bir balerin gibi sekiyordu: "Cengiz’in kıyafetleri en zoruydu. Daracık beller, kabarık etekler, devasa topuklar, sımsıkı topuzlarla podyuma çıkmıştık. İnanılmaz heyecanlanmıştım." Cengiz, Çağla’nın o heyecanının hiç bitmediğini, son defilede bile podyuma çıkmadan önce yaprak gibi titrediğini, buz kesen ellerini tutarak onu sakinleştirdiğini anlatıyor.
Onları Cengiz’in kıyafetleri yakınlaştırdı: "O kadar muhteşem şeyler yapıyordu ki, özel günlerimde hep Cengiz Abazoğlu giymek istiyordum. Atölyesine sık sık gider gelir oldum. Her gelişimde yaptığımız sohbetler daha bir koyulaşıyordu. Yarım saatliğine gelip, beş saat oturduğum zamanları bilirim."
Tanıştıktan iki yıl sonra Çağla, Cengiz’in ilham kaynaklarından biri oldu ve bu durum hiç değişmedi: "Çağla’yı düşünerek tasarladığım onlarca kıyafet var. Onun vücuduna göre çiziyorum, kumaşı bile onu düşünerek kesiyorum. Duruşunu çok beğeniyorum. Her hali zarif. Elini ayağını nasıl kullanacağını çok iyi biliyor. Tuvalet taşırken bütün kadınların yapması gereken şeyi yapıyor, sırtını geriye atıyor. Çökük durduğunu hiç görmedim. Defilelerimde en fazla kıyafeti hep Çağla giyer. Hem o hem ben böyle istiyoruz."
Sırdaşlar, birbirlerinin en olmadık şeylerini biliyorlar: "Bazen o kadar moralim bozuk oluyor ki gideyim Cengiz’e, anlatıp biraz ağlayayım, diyorum. Ağladığım da oluyor ama çoğunlukla Cengiz modumu tamamen değiştiriyor." İkisi gece dışarı çıkmaya, birlikte eğlenmeye, birlikte gülme krizine girmeye bayılıyorlar. "Yakalanmamak konusunda çok ballıyız. Takip eden olmayınca keyfimize bakıyoruz" diyorlar.
Konu Çağla’nın gelinliğine gelince Cengiz, "Tabii ki ben yapacağım" diyor. Çağla "Herhalde öyle olacak" diye onaylıyor. Nasıl bir gelinlik olacağını hiç konuşmamışlar. Bir tek kollarının nasıl olacağı belliymiş: Kat kat ve boncuklu. Tabii ki parlak!
CANSU VE HAKANYedi yıl önce Washington’da tanıştılar. Hakan Yıldırım’ın Kurban adlı defilesinde podyuma çıkacak mankenlerden biriydi Cansu Dere. Kurban iddialı bir defileydi. Bütün mankenler podyuma koyun gibi çıkacaktı. Cansu, Hakan’ın dikkatini Washington’daki ilk provada çekti: "Gördüm ve bayıldım. Çok doğaldı, çok zarifti, çok inceydi. Kıyafeti giydiğinde kendini unutuyordu. Podyuma sadece giydiği şeyin ruhunu taşıyordu. İlk günden en fazla kıyafeti onun giymesini
istedim. Hemen teslim oldum."
Hakan’ın Cansu’da bıraktığı ilk intiba ise bu kadar iyi değildi: "Kırmızı saçları, kocaman gözlükleri vardı. Sıradışıydı. Bütün mankenleri koyun gibi yapmak istiyordu ve acemi olduğum için tüm denemeleri benim üzerimde yapıyordu. Kaşlarımın rengini açtılar, gözlerimi simsiyah boyadılar. Güzel olduğumu söylüyorlardı ama kaşlarım sapsarıydı. O günü hiç unutmuyorum."
Çok klişe olacak ama onları, hayata bakış açıları ve ortak zevkleri birleştirdi. İzledikleri
filmler, okudukları kitaplar... İnsanlara karşı mesafeli olmaları, kapılarını hemen açmamaları... Bir iki ay görüşmediklerinde kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Kimse kimseyi eleştirmiyor, sorgulamıyordu. 2003’te Cansu modellik yapmak için Paris’e yerleşti. Aynı yıllarda Hakan da işlerini Paris’e taşıdı. Orada geçirdikleri zaman onları yakınlaştırdı. Müzelere, barlara, kulüplere gittiler. Yediler, içtiler. Döndüklerinde hiç kopmadılar. Ara ara küçük yurtdışı kaçamakları programladılar. Cansu İstanbul’da gece dışarı çıkmaktan hoşlanmadığı için ev buluşmaları yapıyorlar.
Yemek yiyip saatlerce konuşuyorlar.
Cansu Dere bugüne kadar 10’a yakın Hakan Yıldırım defilesine çıktı. Ve en fazla kıyafeti hep o giydi: "Hakan’ın yaptığı her defilenin bir hikayesi var. Mesela Mor defilesinde şiddet gören kadınları konu edinmişti, Bir Sefer Sonu, yeni kaybettiği annesine vedaydı. Ben onun bu duygularının içine kolay girebiliyorum. Provalarda ağladığım bile oluyor."
Hakan araya girip, dünyada ve Türkiye’de ruhumu temsil eden iki manken var. Biri Ahu Yağtuğ, diğeri Cansu Dere, diyor. "Ben de onlara ruhumu teslim edebilirim. Beni o kadar iyi anlıyorlar ki. Cansu podyuma çıkmadan önce mutlaka beni bulur, olmuş mu diye sorar. Düşünün saniyeleri var ama buna dikkat ediyor. Çünkü yarattığım şeye saygı duyuyor."
Cansu en negatif eleştirileri Hakan’dan aldığını söylüyor: "Bir gün durup dururken Cansu, sana kahverengi yakışmıyor dedi. Dolabımdaki kahverengi olan her şeyi toplayıp attım. Atölye’den çıkıp kıyafet satın aldığım çok olmuştur. Çünkü üstümdeki bir şeyleri beğenmemiştir. Ekru, fuşya ve hardal renginin yakıştığını söylüyor. Bu üç renge ağırlık veriyorum. Hakan’ın fikirleri benim için çok önemlidir."