Güncelleme Tarihi:
HACİWAT: İçki meselesi değil mi?
Q: E, herhalde. Ama bak bugün hazırlıklı geldim. Kımızı falan biliyordum da öğrendim ki Osmanlı’da bile içki içilirmiş. Hem de yasaklara rağmen.
H: Aslına bakarsan hiçbir zaman tam yasak değildi ki.
Q: Yuh, ettiğin lafa bak! Gündüz gündüz “kafan iyi” galiba diyeceğim ama sen içki de içmezsin ki... Nasıl oluyor o iş?
H: Şimdi Osmanlı deyince yalnız Müslümanlar varmış gibi bir resim canlanıyor zihnimizde. Oysa tüm büyük çokuluslu İslam devletlerinde hatırı sayılır bir gayrı müslim nüfus vardı. Özellikle de kentlerde... Pratikte onlara katı bir yasak yoktu. Köylük yerlerde içkinin üretimi, şehirlerdeyse satışı yapılıyordu. Devlet de isterse bunun ticaretinden vergisini alırdı. Hatta bu gelirleri toplayan ‘hamr eminliği’ adında özel bir birim bile vardı. Asıl yasak olan, gayrı müslimlerle yan yana yaşayan Müslümanların içki üretmesi, alması, satması ve tabii içmesiydi. ‘Şarabların alaniyyeten ehl-i İslam’a’ satılması, İstanbul’a, büyük şehirlere sokulması dönem dönem kısıtlanıyordu. Ama yasaklar, içkiyi tümden önlemeye yetmedi.
Q: Nereden biliyoruz tüm bunları?
H: Her şeyden önce dini hikâyelerden.
Q: O nasıl iş be kardeşim! Dini hikâyelerde de mi var içki?
H: Dikkatle bakarsan var tabii. Bişr-i Hafi, mesela... İslamiyet’in erken dönemlerinde, Horasan ve Bağdat’ta yaşamış. Vaktini sürekli meyhanelerde geçiriyor. Bir gece ’sarhoş kafa’ yaptığı iyi bir hareket tüm hayatını değiştiriyor. Tevazu sahibi, örnek bir din adamı oluyor. Sonuçta, birinin kendi isteğiyle içkiyi bırakması için öncelikle içebiliyor olması gerekir öyle değil mi? Bir diğer örnek, Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid hakkındaki menkıbe... Onun da manevi hocası Emir Sultan’ın etkisiyle içkiye tövbe ettiği anlatılıyor.
Q: Güzel de, sadece hikâye değil mi bu anlattıkların?
H: Sadece böyle hikâyeler değil, çok çeşitli bilgiler var... İçkinin nasıl içilip, yanında ne yenmesi gerektiğine kadar açık açık anlatmışlar. O dönemde yazılmış tarih kitaplarından usul-erkân kitaplarına; seyahatnamelerden vergi kayıtlarına; saray defterlerinden fetvalara, fermanlara kadar çok farklı kaynaklardan öğreniyoruz içkinin yansımalarını.
KALICI OLAMAYAN YASAKLAR
Q: Nasıl yasakmış bu kardeşim! Bizim bugünkü imar izinleri gibi desene, delen delene...
H: İlahi Qaragözüm, güzel dedin. İşte o yasaklar mütemadiyen delindiği için tekrar tekrar fermanlar çıkıyor! Hem de ‘nice defalar hüküm göndermeme rağmen’ ifadesiyle aslında bizzat belgeler söylüyor yasakların yetersiz kaldığını. Hal böyle olunca, içki içenleri engellemek için dönem dönem meyhaneler kapanıyor, Müslümanlara içki satanlar cezalandırılıyor. Hatta bu yasaklar, içeni çakırkeyf yapan ekşi bozayı da kapsıyor.
Q: Cezaların en serti IV. Murat zamanında değil mi? Bak, o kadarını ben de biliyorum.
H: Tamam biliyoruz da... “Padişah çok sertmiş” deyip geçiştiriyoruz. İçki yasağı Kanuni döneminde de var mesela. Fetvalarda içki içene kaç sopa vurulacak, o bile belli. Ama “IV. Murat döneminde iş neden ciddileşti, ölüm cezasına döndü birdenbire?” diye sormuyoruz.
Q: Anlaşıldı. Ben şimdi dini nedenlerle diyeceğim, sense entel dantel bir şeyler yumurtlayacaksın. Hadi gönlün olsun: Neden Haciwat Bey, neden daha sert yasaklar koydular?
H: IV. Murat çocuk yaşta tahta çıkıyor. Hem askeri hem de iktisadi zayıflama söz konusu. Padişah delikanlılık çağına geldiğinde Koçi Bey, padişahın danışmanlığına yükseliyor. IV. Murat’a sunduğu tavsiye raporlarında (yani risalelerinde) iyileşmenin her alanda ancak eskiye dönerek sağlanabileceğini söylüyor. Ona göre parlak devirlerin bitmesinin nedeni ordunun, memurların ve yöneticilerin bozulmasıydı.
Q: Toplumu fabrika ayarlarına döndürmek için tamir etmek gerekiyordu yani!
H: Hep kendi bildiğini yaparak başarılı olmuş bir medeniyet, kriz anında çözümü de yine kendinde arıyor haliyle. Rakiplerinin gelişimini doğru okuyamadığı için kendini dönüştürmeye değil, kendine çekidüzen vermeye odaklanıyor. Senin tabirinle ‘fabrika ayarı’ aslında tamamen hayali bir durum. Önceki sultanların dönemini hayalinde idealize ediyor çünkü... Eski dönemleri kusursuzmuş gibi anlatıyor. Bu anlayış da tüm kararlarına etki ediyor.
Q: Neyse, anladım ben onu, sen IV. Murat’a dön...
H: Delikanlılık yılları ama iktidar onda değil. Bir yanda annesi, bir yanda rakip güçlerin iktidar mücadelesi... Sonunda bir askeri ayaklanma/darbe oluyor: 19 Recep İhtilali. Bu olaydan sonra ipleri eline alıyor ve bir insan kıyımı başlıyor.
Q: Peki tütünle alkolün bunlarla alakası ne?
H: Bak ne diyor tarihi belgeler: “Denetimsiz yeniçeriler Fatih Camii’nde bile tütün içiyor, kadınlara ve oğlanlara tecavüz ediyor, evleri ve sarayları basıyor, hatta padişahı ve validesini salıncakta sallayıp eğleniyorlardı. Nizam-ı âlemi yeniden tesis etmek lazımdı.” İstanbul’daki tütün dükkânlarını da genellikle yeniçeriler işletiyordu. İşte şer’i cezaları katbekat aşan sorgusuz sualsiz idamların arkasında bu sosyal gerilimler vardı. Hatta kahvehaneler bile nasibini aldı bu sertlikten.
Q: Desene, kahve, tütün,
içki bahane, devlete çekidüzen
verme şahane!
Endişeli muhafazakârlar
Q: Osmanlı’nın hikâyesi çok... Peki Cumhuriyet’e geçince ne oluyor?
H: 1920’den itibaren, pratikte pek uygulanamayan Men-i Müskirat Kanunu, yani İçki Yasağı Kanunu vardı. 1924’te bu yasak kalktı. İçki üretimi millileşince mesele doğrudan bir devlet meselesine dönüştü. 2000’lerin ilk 10 yılındaysa devlet, adım adım içki üretiminden çekildiği için kolaylıkla yasak koyucu rolüne geri dönebildi. Bununla birlikte bu yeni kısıtlama çabalarını sadece bir karşı hareket olarak görmemek lazım...
Q: O son dediğin ne demek?
H: Şimdi, kamuoyunun önemli bir bölümüne göre alınan yeni kararlar, doğrudan kendilerine karşı yapılmış bir hareket: Özgürlüklerini kısıtlamaya yönelik yasakçı bir anlayış... Bunu zaten herkes yazıyor, söylüyor, paylaşıyor. Ama bence olayın bir başka boyutu daha var. İktidar için mesele görünenden daha karmaşık.
Q: Nesi karmaşık, benim için gayet net ama söyle bakalım.
H: Konu sadece ‘karşı taraf’ olsa bırakırsın ‘aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içerler’ değil mi? Oysa benim varsayımım iktidarın tabanından, asıl kendi çocuklarının içki kullanımıyla ilgili şikâyetler olduğu yönünde.
Q: Hmm, bak bu ilginç bir teori.
H: Muhafazakâr kesimler (tabanda ve tavanda) ne kadar ‘doğru bildikleri gibi’ yaşamaya çalışırsa çalışsınlar dünya değişiyor. Kentleşme, teknoloji, bireyselleşme... Kuşaklar arası farklılık, kendi kimliğini oluşturma çabası, vs... Artık ne dersen de... Adı ‘muhafazakâr’ olan bu sınıflar aslında çok hızlı bir modernleşme içindeler. Özellikle de çocukları. Bu modernleşme konusuna biraz hazırlıksız yakalanmış görünüyorlar. Özellikle orta alt sınıf nasıl tavır alacağını kestiremiyor gibi. Kendileri bir şekilde dengeyi kursalar da gençler için ‘endişeli’ler.
Q: Ya kafamı allak bullak ettin be kardeşim! Endişeli olan asıl biziz yahu. Onu da mı elimizden almak istiyorsun? Haklı mı bulalım yani bu yasakları?
H: Hak vermek başka şey, doğru teşhis koymak başka... Ben sana şunu diyorum: İktidarın ideologları, Koçi Bey misali, karşılarına çıkan sorunun özünü çözemedikleri için çareyi denetimi sıkılaştırmakta buluyorlar. Eski reçeteleri uygulamaya koyuyorlar. Oysa bu çaba beyhude. Tarihteki örneklere bakarsak bu tür kısıtlamaların etkili olması çok zor. Amerika’da içki karşıtları amaçlarına ulaştılar, içki kamuya açık mekânlarda yasaklandı. Ama sonuç, eskisinden de beter oldu. Padişahlıkta bile işlemeyen yasaklar, demokratik bir cumhuriyette nasıl işlesin?
Q: Yahu bu kadar konuşacağına şunu baştan adam gibi desene be kardeşim. Yeter artık, tansiyonum düştü, başım dönüyor. Bana bir ayran ısmarla hadi!
H: Hay hay Qaragözüm, hay hay!
Atatürk ayyaş mıydı?
Q: Hacı caw caw, sen onu bunu boş ver... Esas bana şunu söyle: Atatürk ayyaş mıydı?
H: İşte tam bir Qaragöz sorusu! Hayır değildi. Ama esaslı bir akşamcıydı.
Q: Hoppalaa, polemik yapma bana, net cevap ver.
H: Yahu Atatürk içki içtiğini hiçbir zaman saklamazdı ki bulanık cevap vereyim. Ayyaş, daima içki keyfi peşinde olana denir. Aklı fikri içkide, eğlencededir. Onun için gece-gündüz fark etmez. Onun önceliği içkidir. Atatürk içki içmeyi çok severdi. İmkânını bulduğu her gece düzenli içerdi. Özellikle son dönemlerinde sofrası sabaha kadar açık olurdu. Ama hayır... Asla ayyaş değildi.
Q: Kelime oyunu olmadı mı şimdi bu?
H: Atatürk’ün sofrasında bulunanların anlattığı o kadar çok anı var ki, inan bana içkisinin yanında yediği leblebiyi her defasında kaçar tane aldığını bile biliyoruz!
Q: Kaç peki?
H: Üç. İşte yine böyle bir akşam sorasında “Ben öteden beri içerim. İçkiyi severim... Ama vazifem esnasında bir damlasını bile ağzıma koymam” demiş.
Q: Ben şu ‘sabaha kadar içme’ konusuna biraz takıldım ama...
H: Bak Qaragözüm... Bu insanlar ortaokul, lise çağlarında yatılı okula başladılar. Geceleri sabaha kadar gizli gizli memleket meselelerini konuştular. Mezun olur olmaz gittikleri cephelerde aynı durum devam etti. Gündüz vazife, gece sohbet, istişare. Ardından Meclis, Milli Mücadele... Hemen sonra Cumhuriyet, devrimler... Evet bu sofralar içki sofrası. Ve sen vatandaş olarak bunu doğru bulmayabilirsin ama ‘işret sofrası’ da diyemezsin. Bir içki ortamının her unsuru var bu sofralarda. Öte yandan bu, Atatürk’e yetmeyen zamanın telafisi. Zaten bedelini de kendi sağlığını yitirerek ödedi.
Q: İçmeseniz diyen olmamış mı peki?
H: Olmaz mı... ‘Atatürk’ olmadan çok önce, Harbiye’de öğrenciyken bile demiş arkadaşları. Ama cevabı “aklım o kadar çok çalışıyor ki, onu durduramıyorum” olmuş. İçkinin üzerindeki baskıyı bir nebze olsun azalttığına inanmış.
Q: Peki ya İnönü?
H: Yaşam biçimleri çok farklı. Atatürk, geceleri de dostları, dava arkadaşları yanında olsun, sabaha kadar musiki eşliğinde memleket meselesi konuşulsun istiyor. İnönü ise Atatürk’ün bu şekilde içmesine karşı. “Paşam bu kadar içmeseniz” diyor. Kendisi de ‘sofra’nın müdavimi değil. Pek içmiyor, ‘içmiş gibi’ yapıyor.
Q: İkinci ayyaş da o değil yani. Ama sen yine de Gazi’ye hürmeten sanki yumuşatarak anlatıyorsun gibi geliyor bana...
H: Yahu Atatürk, hayatını ölüm-kalım mücadelesi vererek geçirmiş, nice badireler atlatmış. İçki yasağı varken, kamuya açık yerlerde içmemiş. Yani aslına bakarsan evinde içmiş. Öte yandan içkiyle olan ilişkisini de açıkça söylemiş. Onu korumak bana mı kaldı! Sen merak etme, tarihin böylesine önemli isimlerini, dostu da düşmanı da eleştireni de hayranı da unutmaz. Onlar hatıralarıyla kendini korur.